İstanbul Giderek Taklit Bir Şehir Olmaya Başladı

Çevre
Eğitimini psikoloji üzerine tamamlayan ve kent, insan, tarih, sosyoloji, popüler kültür gibi konularda çalışmalar yürüten Radikal Gazetesi yazarı Gündüz Vassaf ile kent yaşamı ve İstanbul üzerine güze...
EMOJİLE

Eğitimini psikoloji üzerine tamamlayan ve kent, insan, tarih, sosyoloji, popüler kültür gibi konularda çalışmalar yürüten Radikal Gazetesi yazarı Gündüz Vassaf ile kent yaşamı ve İstanbul üzerine güzel bir sohbet gerçekleştirdik. 

İstanbul, özellikle 1980 sonrasında oldukça hızlı bir dönüşüm sürecine girdi, yeni dönemde de mekanı kurgulayan birçok proje gündemde. Sizce yeniden kurgulanan İstanbul, sakinlerini nasıl etkiliyor? Mekanın dönüşümü ile yaşayanların psikolojisi arasında nasıl bir bağ kurulabilir?
 
Öncelikle kent yaşamı insana yakışır bir yaşantı değil. Kimsenin kimseyi tanımadığı bir ortamda yaşamaya başlıyoruz, yaşadığımız ortama yabancıyız. Avcı toplayıcı dönemde ağaçların, taşların bir ruhu var, bunlara bir saygımız var. Hepsi hayatın bir parçası ve bizim bir parçamız. Sanayi devriminin şehrine geldiğimizde ise artık bu duyguların hepsi yok oluyor. Binaları yapıp yıkmaya başlıyoruz. Şehirde bir yapboz devri başlıyor, kent artık yabancılaştığımız bir yer oluyor. Sevdiğimiz bir yer olmaktan çok yaşamak için mecbur olduğumuz aktiviteleri gerçekleştirdiğimiz yer oluyor. Bir de kutu kutu kapalı mekanlarda yaşamlar başlıyor. Geçenlerde Mosdar Köprüsü’ndeydim, iki ay her gün günde 10-11 saat köprü başında yazıyordum, yani açık havadaydım. Eve gelip de bir apartman dairesine girince kendimi hapiste hissettim. Yani şehir bizim hayatımızda çok yeni bir yer. Bu yer o kadar gayri tabii ki mesela seri katiller, tanımadığınız insanları öldürmek şehirden çıkıyor. Tahrip etmek de yine şehre ait bir olay. Sırf patronuma, hayatıma, kaderime öfkeli olduğum için metroda giderken metronun koltuğunu parçalıyorum, camları kırıyorum.

 Yani şehir daha önceki dönemlerde köyde avcı toplayıcıda olmayan bir saldırganlığı tetikledi bizde. Bu, yeni bir saldırganlık biçimi, şehrin çıkardığı bir saldırganlık, yabancılaşmanın saldırganlığı. Bunlar hep şehrin tetiklediği patolojik durumlar. Şehri yönetenler, zenginler de bu yaşamdan uzaklaşmak için şehir dışına kaçıyor, bahçeli konutları tercih ediyor. Aslında bizi şehre mahkum eden onlar, çünkü her şey şehir içinde işliyor. Kapitalizmin çalışması için bizi toplu halde tutmasında yarar var, yoksa artık şehirde yaşamanın bir anlamı kalmadı çünkü işçi sınıfı bitti artık, fabrikalar kenti terketti. Şehirleşmeyi başlatan fabrikalardı. Ama ona rağmen kapitalist düzenin bizim şehirde kalmamıza ihtiyacı var.

Buna örnek olarak moda sektörünü verebiliriz. Şehirler olmasa moda olamaz. Bir kıyafet moda oluyor, birbirimizde görüyoruz ve onu giymek istiyoruz. Ama küçük birimlerde oturuyor olsak pek de haberdar olmayacağız. Televizyonda reklamını görebiliriz ama yanımızdaki insanda görmeyeceğiz. Onun için moda rekabeti uğruna daha fazla para harmaya da giremeyeceğiz.

Başka bir örneği de aile yaşamının parçalanması üzerinden verebiliriz. Büyük aile yaşamı dağıldı artık şehirde. Şehirleşme aileyi kırdıkça ve bireyi atomize ettikçe tüketimi de arttırıyor çünkü her şeyden daha çok satın almaya mecbur oluyoruz.
 
Kent literatüründe küreselleşme sonucunda tartışılan konulardan biri de mekanların aynılaşması, bir bakıma kimliklerini kaybetmeleri oldu. İstanbul özelinde bu kimliksizleşme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul’un kimliği nasıl değişti/değiştirildi, gelecek için öngörüleriniz neler?
 
İstanbul kendine özgü bir üçüncü dünya kentiyken şimdi taklit bir şehir olmaya, giderek başka yerlere benzemeye başladı. Yüksek binalar New York’a yakışmıştı çünkü New York’un bir tarihi yoktu. Bir de toprak pahalı olduğu için binalar yukarıya doğru yükseldi. Ama Amerika bir süper güç tabii, insanlar Amerika’dan gelen şeyleri beğeniyor, benimsiyor. Ülkeleri Amerika gibi olsun istiyorlar, Amerikalı gibi yaşamak istiyorlar. Sovyetler Birliği’nde Stalin bile, toprak devletin olmasına rağmen Amerika’yı yakalamak için 5 tane gökdelen yaptı. Halbuki sosyalist bir sistemde bunun mantığı yok. Geçenlerde Şangay’daydım, son 10-15 yıldır bir zenginlik hakimdi kentte. Bu bollukta da mimarlar en delice rüyalarını burada gerçekleştirdiler. Fakat toplumdan bağımsız bir şekilde, bir tablo yapan ressam gibi. Toplumu çok düşünmeden bir sanat eseri ortaya koymaya çalışıyorlar. Ama bence Şangay, New York ile başlayan 19. yüzyılda da devam eden gökdelenlerin hakim olduğu çağdaş kentin son örneği. Bu örnek iflas etmeye mecbur çünkü her ne kadar bizi şehirlerde tutmaya çalışıyorlarsa da kentlerde cürüm, ırkçılık arttığı için dışarıya kaçma eğilimi baş gösterdi.

"Nasıl fabrikaların ömrü tükendiyse AVM’ler de yok olacak"

Gelişen teknolojiyle artık herkes evinden işlerini yürütebilir hale geldi. Mesela bu yüzden AVM’ler de yok olacak çünkü internet üzerinden alışveriş başladı, dilediğim her şey ayağıma geliyor. Nasıl fabrikaların ömrü tükendiyse AVM’ler de yok olacak. Fabrikaların kentten uzaklaşması belki 200 yıl sürdü, AVM’lerin yok olması ise herhalde bir 30-40 yıl sürecek. İstanbul hala Şangay gibi çağdaş görünümlü 19. yüzyıl kenti olmaya çabalıyor.

 
Türkiye’de, özellikle İstanbul özelinde mekanın değişimini hızlandıran gelişmelerden biri de "kentsel dönüşüm" projelerinin popülerleşmesi oldu. Belli bir kesim bu projeleri mekanın, gasp edenlerden temizlenmesi, arındırılması olarak değerlendirip desteklerken diğer kesim ise yoksul kesimi kentten dışlayan bu projelere karşı çıkıyor. Bu tip projelere karşı çıkanlar da çoğunlukla STK’lar oldu. Son zamanlarda STK’ların çabaları hakkında neler düşünüyorsunuz?

Öncelikle çalışan bir demokraside STK’lara ihtiyaç olmamalı. Çünkü bir şey çalışmadığı için STK’lar kuruluyor ve buna da demokrasinin bir parçası deniyor. Demokrasi çalışıyor olsa, belediye meclisleri, komisyonları şeffaf olsa, yaptıkları işleri bize duyuruyor olsa, bizim fikrimizi soruluyor olsa bunların hiçbirine gerek olmaz. Tüm projeler, tartışılmadığı için, gizli yapıldığı için, bir sermaye diktatörlüğü olduğu için buna çözüm aramak amacıyla STK’lar kuruluyor. Fakat ne kadar çok örgüt kurulursa o kadar çok demokrasi olmuyor. Ayrıca STK’lar arasında da bir savaş başlıyor, iktidar kavgaları başlıyor. Böyle bakınca şu anki düzen için STK’lardan iyi bir kuruluş olamaz. Mesela ben, tercihimi, STK’nın toplantısına gitmek yerine oturduğum yerin belediye meclisi toplantısına gitmek yönünde kullanırdım. Diğer taraftan, STK’lar üzerinde "düzenin düşmanları, yapıcı değil yıkıcılardır" algısı yoğunlaştığı için sesleri de o kadar etkili olmuyor.

"Bu proje bir yayalaştırma projesi değil, otomobillerin akışını kolaylaştırma projesidir."
 
 
İstanbul’da planlanan projelerden son günlerde en çok tartışılanlardan biri Taksim Yayalaştırma projesi oldu. Bu proje hakkında ne düşünüyorsunuz?
 
Bu projeye aslında yayalaştırma bile denemez, çünkü "Taksim’i yayalaştırma" projeyi satanların dilidir. Projenin asıl amacı, açtıkları yarıklarla, otomobillierin daha rahat gidip gelmesini sağlamak yani otomobillere hizmet. Bu proje bir yayalaştırma projesi değil, otomobillerin akışını kolaylaştırma projesidir. Ayrıca, oluşan boşlukların AVM’ler gibi yeni binalarla doldurulması gündeme gelecek ki bu da birilerinin daha çok para kazanması demek.

Şimdilerde Taksim için epey ses çıkıyor, birçok örgüt, kişi Taksim için yan yana geldi. Burada önemli olan iki şey var: Birincisi tabii ki geç yanyana gelindi çünkü bu proje belediye meclisinden geçti, Başbakan yapacağını zaten ilan etmişti, belki ihalesi bile yapılmıştı. Ama niçin geç müdahale ediliyor? Çünkü önceden projeyi pek kimse bilmiyordu, takip etmiyordu. Ortaya çıktıktan sonra insanlar şaşırmaya başladı. O yüzden STK’lar şehri koruyarak herkesin ihtiyacına yönelik geliştirmek istiyorlarsa çok daha baştan ekipler, gönüllüler belediyelerde bir anlamda kamp kurmalı. Yani oraya bir inşaat başvurusu geldiği zaman projeyi daha başlangıçtan görebilmeli ki o proje duyurulabilsin. Projeleri belediye duyurmayacaksa, proje yatırımcısı tepkilerden korktuğu için duyurmak istemeyecekse STK’ların görevi, bunun bir an evvel farkında olmaktır. Türkiye çapında böyle bir gönüllü eğitilmiş ekip kurulması gerekir ki önceden projelerden haberdar olabilelim.

İkincisi ise bir projelerle ilgili bir seçmecilik anlayışı var. Şimdi Taksim projesi üzerine yükleniyoruz, önceden Emek Sineması’na yüklenildi. Ama Taksim’de bir de Şan Tiyatrosu vardı. Bina bir Ermeni Vakfı’na aitti. Oraya da bir AVM yapılması sözkonusu ama Ermeniler’in Türkiye’de çektiği kahırdan ötürü, hele Hrant Dink suikastinden sonra kimse çıkıp, Ermeni Vakfı bu binayı AVM’ye dönüştürmemeli demiyor. Çünkü demokrat kişiliğimiz ile kent projelerine duyduğumuz tepki karışıyor, tercihler kullanıyoruz. Bu olmamalı, her şeye eşit derecede yönelmeliyiz. Tabii bu durum da projelere duyulan tepkide yoğunlaşma sorununu, enerjinin dağılması sorununu ortaya çıkıyor.

 
"Türkiye’de kültürden anlaşılan galiba sadece büyük binalar yaparak adına kültür merkezi demek"
 
İstanbul’da turizmi canlandırmayı hedef alan birçok proje üretiliyor. Bu bağlamda, üretilen projeler büyük ölçüde kültürün pazarlanmasına odaklanıyor, kültür endüstrileri yükselen değer olarak ortaya çıkıyor. İstanbul’daki kültür endüstrileri üzerine gerçekleştirilen uygulamalar hakkında neler düşünüyorsunuz?
 
Örneğin Londra bugün dünyanın en büyük finans merkezi ve burada yaşayanlar artık sadece alım gücüyle zenginliğini gösteren kitle değil, aynı zamanda üniversite mezunları ve belli entelektüel seviyesi olan insanlar. Yani bir kültür arıyorlar. Resim satın almak istiyor, tiyatroya, baleye gitmek istiyor yani bir kültür tüketimi sözkonusu burada. Londra da bunu sunuyor. İnsanlar bu yüzden Londra’da yaşamayı tercih ediyor. Türkiye ise henüz kültürleri yaşatabilecek bir ülke bile değil. Çünkü ortada bir kültür kargaşası var. Osmanlı, Müslüman, Batı kültürünün karmaşası. Kültür anlayışını oluşturmayan bir ülkede nasıl kültür sanayisi olabilir? Olamaz tabii.

Aslında bizim "kültür" derken anladığımız şey nedir?
 
Mesela benim, kültürden anladığım şudur: İstanbul Şişhane’de lambacılar vardır, bir kısmı taklit ama önemli ustalar da var. Mesela lamba tasarımı o bölgede gelişebilir çünkü kuşaklar arası etkileşimle geçmiş bir iş var ortada. Ama bunun geliştirilmesi yönünde hiçbir yardım yok. Oradaki insanları tanıtmak, yaptıklarını sergilemek, araştırma ve geliştirmeye teşvik vermek, belki üniversitelerde de bunun derslerini vermek, öğrencilerin stajyer olarak bu sektörde çalışmalarını sağlamak önemli konular. Türkiye’de kültürden anlaşılan galiba sadece büyük binalar yaparak adına kültür merkezi demek.

Arkitera