Dışavurumcu Alman Sineması

Yabancı Sinema
Alman sinemasındaki önemli gelişmeler 1897’de Oskar Messter’in çalışmalarıyla başlıyor. Özellikle olayın teknik yönüne meraklı olan Messter, küçük bir stüdyoda kısa filmler çekiyor ve set ...
EMOJİLE

Alman sinemasındaki önemli gelişmeler 1897’de Oskar Messter’in çalışmalarıyla başlıyor. Özellikle olayın teknik yönüne meraklı olan Messter, küçük bir stüdyoda kısa filmler çekiyor ve set aydınlatması ile yakın çekim kullanımını sinemaya sokan ilk isimlerden biri oluyor. 1910’lu yıllarda Alman sineması sahne uyarlamalarıyla ilgilenmeye başlıyor. Der Student von Prag (Prag’lı Öğrenci) filmi bu uyarlamalar arasında ilk ilgi çekenlerden biri. “Hayırdır, nedir bu öğrencinin ilginçliği?” sorusunun cevabı da şu: Bu filmle birlikte Alman dışavurumculuk akımına da yavaş yavaş giriyoruz. Aynadaki görüntüsünü, dolayısıyla da ruhunu satan genç bir öğrenciyi anlatan Der Student von Prag’dan sonra, filmlerin hikâyeleri mistik konular üzerinde yoğunlaşıyor ve Edgar Allen Poe tarzı bir hava sinemayı sarıyor.

Tarihlere biraz dikkat edersek görüyoruz ki 1913’te çekilen Der Student von Prag’la başlayan dışavurumculuk akımı, 1. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarına denk geliyor. Savaş yıllarında küçük şirketler tarafından sürdürülen film yapımına, savaşın sona ermesiyle devlet el atıyor. Devletin sinemayla birdenbire bu kadar yakından ilgilenmesinin sebebi ise dönemin Fransız ve İtalyan sinemasında Almanların neredeyse caniler olarak gösterilmesi. Bir de sessiz sinema döneminden bahsettiğimiz düşünülürse, yapılan filmlerin her ülkeden izleyiciye ulaştığı gibi bir durum söz konusu. İmajını toparlama ihtiyacı hisseden Almanya böylece UFA adlı film stüdyosunu kuruyor. 2. Dünya Savaşı’na kadar Avrupa’nın en büyük film stüdyosu unvanını elinden kaptırmayan UFA ile sinemada yepyeni bir sayfa da açılıyor.

Dışavurumculuğun tam çıkışını yapma fırsatını stüdyo döneminde bulması bir tesadüf değil. Dışavurumculuk akımının esas numarası, iç dünyaların dışa yansıtılması ve objektif gerçekliğin çarpıtılarak yeni bir gerçekliğin yaratılması. Bunu da şöyle yapıyorlar: Ruhsal karmaşayı anlatmak için dekorda bir kaos havası yaratıyorlar; ya da karakterlerin iç dünyalarını göstermek için ağır makyaj ve ışık oyunlarından yararlanıyorlar. Bütün bu dekor ve ışık oyunlarını yaratabilmek de tabii ki yönetmenin bütün kontrolü elinde tutabildiği iç mekânlarda mümkün oluyor. Dolayısıyla UFA’nın kurulması ile dışavurumculuk akımının gelişmesi için ortam yaratılmış oluyor.

Gelelim hadiseyi birkaç örnekle açıklamaya. Das Kabinett des Dr. Caligari (Dr. Caligari’nin Odası), dışavurumculuğu incelemek için seçilebilecek en doğru filmlerden biri. Karakterlerin içinde bulundukları karmaşık ortamı anlatabilmek için kullanılan yamuk kapılardan ve yüksek sandalyelerden oluşan çarpıtılmış dekor, siyah ve beyazın zıtlığını ortaya koyan makyaj ve ışıkla destekleniyor. Hatta siyah-beyaz olan filmde daha dramatik bir hava olması için ışıkla verilemeyen zıtlıklar, dekora ve yüzlere gölgelerin boyanması ile sağlanıyor. Bu dönemin bir başka önemli filmi ise Metropolis. Bilimkurgunun ilk örneklerinden biri kabul edilen bu filmde, robotlaşmış kent insanı kavramı da sinemadaki yerini alıyor.

Ne yazık ki bu güzide akım da bir yerde sona eriyor. Bitmeden önce sesli sinemaya da bir giriş yapıyor ve 1930 yılında Der Blaue Engel (Mavi Melek) ile 1931 yılında M gibi iki önemli yapıtı da film tarihine bırakıyor.

Doğumunun ilk belirtilerini gösterdikten yaklaşık 20 yıl sonra 1933 yılında Alman dışavurumculuk akımı sinemayı tamamen terk ediyor. Buna sebep nedir diye düşünüldüğünde, bu tarihin Nazi’lerin yükselişiyle aynı zamana denk geldiği tabii ki gözümüzden kaçmıyor. Nazi’ler sinema üzerinde kurdukları baskı ile yönetmenlere kendi sanatlarını yapma alanı bırakmıyorlar.

Bunun dışında bir de Yahudi asıllı birçok yönetmen, onların iktidara gelmeleri ile beraber Almanya’yı terk ederek Hollywood’da çalışmalarını sürdürüyor. Ama Alman sinemasının geçirdiği bu 20 yıllık dönem daha dikkatli incelendiğinde, tüm suçun Nazi’lerde olmadığını da kabul etmek lazım. Zaten kendi içinde büyük sorunlar ve dengesizlikler yaşayan Alman sineması, herhangi bir zor dönemi atlatacak güçte olmadığı için politik durumlar bu bitişe bir bahane oluyor diyebiliriz.

Her ne kadar Alman dışavurumculuk akımı yirmi yıllık bir dönem sonunda bitse de o dönemde ortaya çıkan birçok kavram sinemayı etkilemeye hâlâ devam ediyor. Işık kullanımı, atmosfer yaratmaya verilen önem, kurguyu basit tutarak hikâyeye odaklanma gibi teknik etkilerin yanı sıra mistik konulara olan ilgi, şehir insanının klasik tiplemesi gibi o dönemde yaratılan kavramları da günümüz sinemasında görebiliriz. Alman dışavurumculuğu, sinemanın var olan gerçekleri yansıtmaktan çok “sanatsal” bir bakış yakalaması gerektiğini savunanların özellikle izlemesi gereken filmlerle dolu.

Bu dönemde fantastik dünyaya ışık tutan belli başlı filmler şunlardır:

PRAGLI ÖĞRENCİ (1913)-YÖN: STELLAN RYE
GOLEM (1914) -YÖN: HENRİK GALEEN
HOMUNCULUS (1916) -YÖN: OTTO RİPPERT
DOKTOR KALİGARİ’NİN MUAYENEHANESİ (1919) – ROBERT WİENA vs…