Yaratık Tanımını Değiştirecek Film

Filmler
Uzaylı yaratık istilası filmlerinin klişeleşen ‘yaratıkları veya canavarları öldürüp dünyayı kurtar!’ tanımlı olay örgüsünü elinin tersiyle iten bir yapıt. Gareth Edwards’ın henüz il...
EMOJİLE

Uzaylı yaratık istilası filmlerinin klişeleşen ‘yaratıkları veya canavarları öldürüp dünyayı kurtar!’ tanımlı olay örgüsünü elinin tersiyle iten bir yapıt. Gareth Edwards’ın henüz ilk filminde alanda ya da akrabalık kurduğu ‘canavar filmi’ konseptinin içinde yaptıkları dikkat çekici. Uzaylı ve insan ırklarını ayrı hikayelere yönlendirmeyle işine başlayan yönetmen, adeta soyut duruş ve yabancılaşmadan yepyeni bir dil yaratmış. Böylelikle dünyada birkaç yıl önce yaşamaya başlayan canavarlar, hikayenin arka planına itilmiş. Onların az gözükmeleri ve kendi içinde hayat mücadelesi veren insanlarla hiç ilgilenmemeleri, seyircinin böylesi filmlerden beklediklerini tamamen arka plana itiyor. Son iki senede örnekleri artan ve “Yukarıdaki Tehlike”, “Yasak Bölge 9” gibi tam olmamış eserler veren alt tür için kurtarıcı bir işlevi var “İstila”nın. Kuşkusuz hiçlik üzerine bir uzaylı yaratık istilası filmi ya da canavar filmi olarak anılabilir karşımızdaki eser. Canavarların küreselleşmenin bir sonucu ya da yalnızlık yaratan motivasyonu olarak gösterilmesi ise filmin yaptığı şeyin altını doldurmasını sağlıyor.

Aslında özellikle “Yaratık”ın (“Alien”, 1979) üretilmesi sonrasında uzaylı yaratık istilası filmi çekmek zorlaştı. Bu görüşü doğrulayacak şekilde onun bu B sınıf ötekileri A tipine transfer etmesinin ardından karşımıza çok da eli yüzü düzgün örnekler çıkmadığını gözlemleyebiliyoruz. “Predator” (1986) seriye dönüşse de kalıcı olmadığını söyleyebiliriz.

Ancak geçtiğimiz yıl çekilen “Yasak Bölge 9” (“District 9”, 2009) ile bu yıl izlediğimiz “İstila” (“Monsters”, 2010), alanın içinde kayda değer denemeler olarak anılabilirler. Her ikisi de uzaylı yaratıkların dünyada bir bölgeye yerleştirilmeleri sonrası insanlarla ilişkilerini ele almalarıyla benzeşiyorlar. Ancak kanımca Edwards’ın filmi diğerinin daha üzerinde.

Uzaylı yaratık istilası filmine Sofia Coppola yakıştırması

Zira yönetmen alt türün kalıplarına hakim bir portre çizerken, ana akışı bozma, alana yeni şeyler katma ve hiçlik duygusu yaratma konusunda bir hayli başarılı. Bu detaylar da Edwards’ın esas amacını belirlerken ufuk açıcı girişimini hissettiriyor. Yönetmen, filmin startını bir gece görüşü çekimiyle sinemalaştırılan, bu ‘ahtapot’ benzeri gerçekçi yaratıklara ateş açma sahnesiyle yapmasına karşın, bir yabancılaşma hikayesi anlatmak için yola çıkmış. Bu bağlamda da insan ile uzaylı yaratık ırkları arasındaki ilişkiyi elinin tersiyle itmeyi seçmiş.

Aslında orijinal isminin tam karşılığı ‘canavarlar’ üzerinden dev canavarların olduğu bir ‘canavar filmi’ çağrışımı yapması da bir numaradan ibaret. Öyle ki yönetmen; evlilik hayatında mutsuz bir kadın ile sevgilisi tarafından aldatılan bir adamın, bir savaş fotoğrafçısı ile bir tercümanın ‘kaçış’, ‘kayboluş’, ‘kimlik arayışı’, ‘meditasyon’ ve ‘yabancılaşma’ hikayesini sunuyor burada. Bu kısımlar da sinemaskop formatının ve müziğin hakim rolüyle Sofia Coppola dokusunda akıyor doğrusunu söylemek gerekirse.

Canavarlar da insanlar gibi duygusal

Ancak şunu da belirtelim, yönetmen senaryoyu boşladığı için kimi mantık boşlukları bu şiirsel havayı zaman zaman ihmal etmiş. Zira bu doğrultuda sonuca gitmek gibi bir niyeti var Edwards’ın. Fakat esasen odaklanılanın ‘kazara geçilen bölgedeki uzaylı yaratıklar’ olmadığı da apaçık ortada. Daha çok onların insancıl duygulara sahip, birbirlerine aşık olabilecek varlıklar olduklarını, kurulan kurmaca dünyada da son derece ‘kabul edilir’ bir konuma oturduklarını anlatmaya çalışıyor “İstila”.

Bu sebeple de burada insan-öteki çatışmasından çok insancıl varlıkların hayatlarını idame ettirme çabası var. Yönetmen dingin temposundan asla taviz vermezken, sessizlik ve uzun planlardan aldığı gücün izini sürerek büyük olanın peşine düşmeyi seçmiyor. Efektlerle ilgilenmiyor. Buna karşın dev ahtapotumsu yaratıkların son derece başarılı çerçevelendiklerini, teknolojikliği ve doğallığı kendi içlerinde tutarlı hale getirdiklerini söyleyebiliriz. Bu durum onların insanlara benzetilmesine katkı yapınca; yabancılaşma, kayboluş ve kimlik arayışı üzerine bir inceleme de uzaylı yaratık ırkı tarafından izliyoruz.

Filmin ötekileri insanlar

Aslında burada eğer bir ‘istila’ var ise o da bu uzaylı yaratıkların yaşadığı yasak bölgeye iki insanın girip öteki konumuna itilmesiyle gerçekleşiyor. Bu yabancılaştırıcı bir etki yaratırken, yaratıklar bu sebeple bir yerlere saldırıyorlar, sevişiyorlar veya harekete geçiyorlar. Zaten onlar ev hayatı kurma güdüsüyle birlik beraberlik içinde kavrulup gidiyorlar. Sondaki duygusal vaziyet bunu ortaya koyarken, yönetmenin amacı esasen Tarkovsky, Antonioni gibi yönetmenlerde gördüğümüz soyut mekan portresi çizmek olmuş. Yasak bölgeyi yabancılaştırıp dünyanın öteki-insan açmazındaki çerçevesini anlatmak için kullanmış Edwards.

Buna ulaşırken de iki ana karakter ile uzaylı yaratıkları ayrı ayrı göstermesi önemli. Bunun yanında yaratıkların elektrikle şarj olarak ayakta kalmaları da küreselleşme sonrası ortaya çıkan trajik durumun bir sonucu aslında. Yani yaratıklar birer teknolojik aygıt haline gelerek günümüze ayak uyduruyorlar. Zaten yönetmen amacını bu duruma dikkat çekerek gerçek duyguların izini sürmek olarak belirlemiş. Elimize de insan-yaratık çatışması adına bir şey çıkarmamasına karşın, efektlerin devreye sokar gibi yapılmasıyla birlikte dingin anlardan güç alır hale geliyor “İstila”.

Yaratığı avlama ve kötüyü öldürme hedefinden uzak durmuş

Yani böylesi filmlerin ‘yaratığı ya da canavarı avla kurtul!’ mantığı daha çok ‘kürelleşme yaratığı bunlar, iletişimi öldürüyorlar’ odaklı bir şekilde sembolik olarak işliyor. Bunun da karakterlerin ilişkisine destek verdiği söylenebilir. Edwards belki ilk filminde bu yabancılaştırıcı havayı yüzde yüz anlamda yakalayamıyor. Ancak yönetmenin; “Öldüren Sis” (“The Mist”, 2007) gibi son dönem ‘canavar filmleri’nde gördüğümüz klişeleşen politik, alegorik ve toplumsal portreyi çıkarmaması, ters köşe yapmasını sağlıyor.

İnsan-uzaylı mücadelesinden ziyade herkesin kendi türü içinde kalkınma mücadelesi var burada. Canavarların da insanların da içinde olduğu adeta distopik bir dünya portresinden bir geçim mücadelesi sunuyor “İstila”. Bu cümle, bencillik ve sınıfsal ayrım getirse de ‘dünyanın durumu bu artık’ diyor özetle Edwards. Yeni dünya düzeninin sınıfları olarak yaratıkları ve insanları belirlerken onlardan çıkardığı anlam hiç de standart izleyicinin beklediği gibi değil. Üstelik insanların ‘alt sınıf’a denk gelmesi, karamsar tablonun bir devamı niteliğinde.

Böylece bütün parçalar toparlanıyor ve ‘hiçlik’ üzerinden yürüyen bir uzaylı yaratık istilası filmi servis ediliyor. Canavar filminde 2000’lerin çığır açan denemesi “Canavar” (“Cloverfield”, 2008) ile akraba bir film bu. Ancak ikisinin de amaçları farklı. Sadece yaratıkları canları istediğinde ‘arka planda’ göstermeleriyle beraber anılabilirler.

FİLMİN NOTU: 7.5

Künye: İstila (Monsters)
Yönetmen: Gareth Edwards
Oyuncular: Scoot McNairy, Whitney Able
Süre: 94 dk.
Yapım Yılı: 2010

BABALAR VE ÇOCUKLARI

1995’te Hollywood’un yapaylığına karşı duruş olarak doğan Dogma akımı, Danimarka sinemasının yükselişine yol açmıştı. Sallanan el kamerası ile gerçeklik salgılamayı ve insan hikayelerine odaklanmayı kendine amaç edinen akımın içinde Susanne Bier de bilinen figürlerden biri. Yönetmen, sinemaskop çektiği son filminde bu mantığı şiddet ve aile üzerinden akan zeki bir dille modern topluma dil uzatmak için kullanmış. “Daha İyi Bir Dünyada”, kimi eksiklerine karşın akımın içinde kalitesini ispatlayan yönetmen-senarist Anders Thomas Jensen’in kaleminin de katkısıyla seyirciyi sarsmayı beceren etkileyici bir karakter draması. Ancak filmin bir kez daha Bier’in ülkesinden çok Hollywood’a uygun bir ruha sahip olduğunu ispatladığı unutulmamalı.

Bazı yönetmenler vardır. Çıkış yaptıkları zaman kalitelerini ispat ederler. Bunun devamında becerileri ve sinema bilgileri asla sorgulanamasa da ilk dönemlerinin etkisini bir daha kabul ettiremezler. Bunun da sebebi aslında devre göre biraz geri kalmaları ve ilk zamanlardaki formlarından uzaklaşmalarıdır. İşte Susanne Bier de öyle bir yönetmen. 1995’te Dogma akımıyla birlikte piyasaya girerek, ‘el kamera’ ve ‘gerçeklik’ duygusunu arkasına alan bir isim. Genelde melodrama uygun hikayelerden karakter draması çıkartmakta becerikli bir yönetmen kendisi.

Anders Thomas Jensen ile kalıcı ve uyumlu bir birliktelik

1990’ların sonunda verdiği eserlerle o geleneği uçlara götürmekten ziyade duygusal, abartıya kaçmayan ve felsefik meseleleri inceleyen bir noktadan sesleneceğinin sinyallerini vermişti. 2002’de 28. Dogma filmi ibaresiyle çektiği “Açık Kalpler” (“Elsker dig for evigt”) ve 2006 tarihli ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinde Oscar adayı olan “Düğünden Sonra” (“Efter brylluppet”) ile kalitesini uluslararası alanda duyurdu.

Aslında bu başarıda aslan payı 2000’lerin başında beraber çalışmaya başladığı, Dogma akımıyla sinemaya giren ve yönetmenlik de yapan senarist Anders Thomas Jensen’e aitti. Buna karşın 2004’te ürettiği “Kardeşler” (“Brodre”) ile Hollywood algısına yakın bir politik bakışa sahip olduğunu gösteren Bier, stüdyoların kapılarını sonuna kadar aralamaktan gocunmadı. “Düğünden Sonra”nın ardından kendi bakış açısını kabul ettirmeye çalıştığı bir stüdyo filmi çekti.

Şiddet içerikli bir modern toplum eleştirisi

Yönetmen kariyerinin son halkası olan “Daha İyi Bir Dünyada” (“Hævnen”, 2010) ise iki ailenin birbiriyle kesişen hayatları üzerinden, geçmişinde sorunlar olan karakterler galerisi sunuyor. Bu tipik Jensen karakterlerini temeline alan filmin duygu sömürüsüne en ufak bir şekilde girmemesi yine olumlu bir hareket.

Bunun yanında Bier, kocası Anton’dan boşanan Marianne’ın durumunu ve onların oğlu Morten’in bundan etkilenerek içine düştüğü açmazları ele almayı seçmiş ilk olarak. Bunun paralelinde ise Morten’ın okul arkadaşı Christian’ın annesinin kanserden ölmesiyle birlikte şiddet eğilimi göstermeye başlaması, hikayenin ana bileşenine dönüşmüş. Son olarak Christian’ın babası Claus’un duygusal ve iletişimsiz dünyası da bu toplama eklemlenmiş. Yani bu Bier-Jensen ikilisinin filmlerinden alışık olduğumuz bir hassas karakterler ve yıkılası olay örgüsü bütünü mevcut burada da. Bunun ucu ise modern toplumu eleştiren bir damara uzanıyor.

Üçüncü dünya ülkesi ile konformist Avrupa ülkesini nasıl bağlayabilirsiniz?

Ancak içeriye doktor baba Anton’un bir Afrika ülkesindeki durumunu ele alan ve oradaki tedavileri istismar dokulu kan gösterme üzerine kuran bir yan hikaye de dahil edilmiş. Bu durum konformist Danimarka toplumunda okuldaki şiddetle sarsılan hayatların bir karşılığı olarak hikayeyi ilginç bir yere götürüyor.

Bu katılımla birlikte üçüncü dünya ülkesi ile aydın ve geçim sorunu yaşamayan Avrupa ülkesinde durumun aynı olabileceği üzerine son derece sarsıcı ve etkileyici noktalara gidiyor “Daha İyi Bir Dünyada”. Bu karşılaştırmalı yorumun uygarlaşma, gelişme, kültürel birikimi arttırma ve sanayileşme gibi kavramlar ışığında alt metinler açtığı söylenebilir.

Hikayenin bazı detaylarında Hollywood güdüsünü görebiliyoruz

Yönetmenin doktor babayı genelde geniş ölçekli objektiflerle resmederken, diğer ‘yapma aile’leri orta ölçekli objektiflerle kavraması ise bu noktadan yükselen duygusal damarı güçlendiriyor. Ancak oradaki istismar dokusunun Afrikalı çocukların aynı açıdan koşma görüntüleriyle üst üste getirilmesi bir anlamda ‘tekrar’ ile vurma gibi basit bir numara getiriyor.

Bunun yanında Ulrich Thomsen’in Claus adlı baba karakteri üzerinde de fazla çalışılmamış gibi bir hissiyata kapılıyorsunuz. Zira dramatik yapının gidişatı gereği tanıdığımız Danimarkalı kadın oyuncu Trine Dyrholm’un gücüyle inandırıcı hale gelen Marianne ile o karakter arasında daha işlevsel bir ilişki bekliyorsunuz.

Özgün değil ama mesajını yerine ulaştırabiliyor

Okulda şiddet eğilimi meselesinin ise son dönemde izlediğimiz Peter Mullan’ın “Serseriler”i (“Neds”, 2010) kadar sarsıcı bir anlatıya ulaşamadığını gözlemleyebiliyoruz. Bunun yanında ana damardaki ‘kalkınmayan ülke-aydın ülke’ arasındaki karşılaştırmanın bu sene “Daha İyi Bir Dünyada” ile Oscar yarışında ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinde rekabete giren “Yağmuru Bile”nin (“También la lluvia”, 2010)  olay örgüsündeki kadar keskin duramadığını itiraf etmeliyiz.

Yine de Danimarka’da rahat gözüken aile yaşamının da son derece ince dokunuşlarla yıkılabileceği ve kendini böylesi hüzünlü karakterlere hapsedeceğini göstermesiyle filmin mesajının gittiği noktayı takdir etmek mümkün. Bunu da seyirci ile bağ kuran, son derece etkili bir çerçevede anlatmış Bier. Yönetmen ile senaristin işbirliği halen aktif belki. Ancak bu Dogma dokulu karakter dramasının sanki biraz zamanı geçmiş gibi. Böyle olunca da ilk baştaki etki biraz aşağılara çekiliyor maalesef.

FİLMİN NOTU: 5.3

Künye: Daha İyi Bir Dünyada (Hævnen / In a Better World)
Yönetmen: Susanne Bier
Oyuncular: Ulrich Thomsen, Mikael Persbrandt, Satu Helena Mikkelinen, Camilla Gottlieb, Trine Dyrholm
Süre: 119 dk.
Yapım Yılı: 2010

BİRAZ GERİDEN SESLENMEK

Kabul etmeliyiz ki son yıllarda Kazım Öz, Miraz Bezar derken gerçek anlamda bir Kürt yönetmenler ekolü oluşmaya başladı. Ancak bu konuda bir ‘yeni dalga’dan söz etmekten çok ilk filmini çeken sinemacıların acemiliğiyle yüzleşiyoruz şu sıralar. “Kayıp Özgürlük” de 90’ların başında kurulan terörle mücadele örgütü JİTEM’in içyüzünü aralama çabasında bir eser. Ancak omurgasını inandırıcı durmayan aşk hikayesinin, çakma gözüken komutan tiplemesinin, karton işkence sahnelerinin, ilkokul birinci sınıf düzeyindeki diyalogların, çok iyi ya da çok kötü karakterlerin, abartılı oyunculukların ve Yeşilçam döneminin görsellik üzerine düşünmeyen zihninin üzerine kurmayı seçmiş. Böyle olunca da Umur Hozatlı’nın bu ilk filmi, Ersin Pertan ve İrfan Tözüm gibi Yeşilçam hayranı yönetmenlerin 80’li 90’lı yıllardaki ‘bayağı’ (kitsch) işlerini akla getiriyor.

Umur Hozatlı’nın ilk yönetmenlik denemesi belli ki ‘Kürt meseleleriyle ilgili eserler’in artması üzerine üreyen bir JİTEM projesi. Ancak bu alanda nedense Kazım Öz ve Miraz Bezar gibi yönetmenleri bir kenara bırakırsak ‘iyi fikir’ aşamasından ileri gidilemediğini görebiliyoruz. “Press” (2010) ve “Kir” (2010) gibi amatör işlerden sonra “Kayıp Özgürlük” de ‘Kürt filmleri’ni sektörde alt kültür üzerine üretilen B filmleri kalibresinden yukarıya çekemiyor. Zira böyle yollara girince ya Yeşilçam kaynaklı demode filmler ya da amatör denemeler öne çıkıyor ilginç bir şekilde. “Kayıp Özgürlük” de bunların ilkinden beslenirken, tabanına melodramatik ve duygusal motivasyonları alan bir ‘işkence filmi’ olarak anılabilir.

90’ların yapma Yeşilçam filmlerinin devamı niteliğinde

Ancak bunu yaparken işkence sahnelerindeki kan kullanımı için ketçaba benzer bir maddeden beslenmesi, oyunculukların tek boyutlu karakterlere hapsolup abartılı oynamak durumunda bırakılmaları, diyalogların ise ilkokul birinci sınıf düzeyindeki kitapların seviyesine inmesi, bir anlamda 80’li 90’lı yılların İrfan Tözüm ve Ersin Pertan filmlerini hatırlamamıza yol açıyor.

Zira yönetmen burada uzun planlar çekme anlayışını, mizansen kurmayı bir kenara bırakıp mesajlarını kör kör parmağım gözüne vermek için kullanmış. Buna destek olan ‘ultra iyi’ veya ‘ultra kötü’ karakterler aslında bütünün içindeki dişlileri tamamlıyorlar. Çizgi filmlerin dramatik iskeletlerinin seviyesindeki diyaloglara böylece iyi-kötü ayrımı da ekleniyor.

Bunun devamında Serdar Kavak’ın JİTEM komutanı karakterinin aksanlı halinden tutun derme çatma oluşturulan aşk hikayesine, işkence sahnelerinden erkeksel diyaloglara kadar hiçbir şey bir sinema filmi toplamının içinde tutarlılık oluşturamamış. Bu sebeple de sadece çıkış noktası açısından takdir edebilecek bir proje bu.

Yönetmenin duygusallığı filmin ruhuna sinmiş

“Kayıp Özgürlük”’ün Kürtlerin yok yere katledilmesine yol açan JİTEM sorunsalının derinlerine inmeyi becerdiğini söylersek yanlış yapmış oluruz. Bunun yanında duygusal ve melodramatik açılımlarla ilerlemeye çalışan politik bir iskeleti olsa da, bunu dramatik bir omurgaya gerçek anlamda yerleştirmekten ziyade oyuncuların birbirleriyle anlamsız bir şekilde kesişmesiyle yol almayı seçmiş. Bu sebeple ‘deneme’ olarak belki takdir görebilir.

Ancak Türk sinemasının seviyesi artık yukarılara çekildi. 80’lerden 90’ların sonuna uzanan demode Yeşilçam ekolünün bütün gerekleri, aynen ağız hareketi ile konuşmayı tutturumayan dublaj gibi gerilerde kaldı. Keşke buradaki duygusallık getiren yapma aşk hikayesi içeriye dahil edilmeseydi de en azından örgütün gerçekliğiyle baş başa kaldığımız karton işkence sahnelerine hapsolsaydık. O zaman en azından bir gerçekçilik ve samimiyetten söz edebilirdik. Fakat belli ki Hozatlı, olayla ilgili çok duygusal ve yaralı. Bu durum da filmin ruhuna sinmiş olmalı.

FİLMİN NOTU: 1.8

Künye: Kayıp Özgürlük
Yönetmen: Umur Hozatlı
Oyuncular: Serdar Kavak, Vedat Perçin, Musa Yıldırım, Öznur Kula
Süre: 91 dk.
Yapım Yılı: 2010

BİR HAFTALIK SİNEMA BİLGİSİYLE

Aslında Erzurum kaynaklı bir ‘ilişki filmi’ çekmek, bir hayli cesur ve takdir edilesi bir iş. Zira ülkemizde sürekli aynı genelgeçer formüllerin dönüp dolaştığı bir ortam var. Ancak Mustafa Serkan Eröz, filmini sadece üniversitedeki sinema eğitiminin ilk haftasında aldığı temel bilgilerle çekmiş gibi. Bu sebeple de ne bir görsel yapı, ne de bir dramatik yapı görebiliyoruz “İçimdeki Sessiz Nehir”i izlerken. Karşımızdaki eser her yönüyle, sinema filminin sahnelerin yarattığı anlamlarla yürüyen bir sanat dalı olduğundan habersiz bir yönetmenin işi. Böyle olunca da ‘film’ kavramının en temel kurallarından oluşan 35 mm ile çekilmiş pelikül parçalarıyla yüzleşiyoruz. Sadece iki cüretkar seks sahnesini çekme becerisi açısından takdir edebiliriz bu yapıtı. Ancak o zaman da sekansların aksiyonuna katılmadan duvara bakarak konuşan ve repliklerini oradan okuyan oyuncuların gülünç halleri sebebiyle geri çekilmeniz olasılıklar dahilinde.

Türk sinemasının alışık olduğu bir kasaba filmi gibi başlasa da zamanla saklanan gerçekler üzerinden yürüyen bir ‘ilişki filmi’ne dönüşen “İçimdeki Sessiz Nehir”, aslında proje aşamasında bakınca ‘çekilmesi gerek’ denilebilecek bir yapıt. Zira Erzurum’da bir kasabadan Türkiye’deki eşcinsellik, Kürtlük, evlilik, aile gibi sorunlara bakış atan bir yapıtla karşı karşıyayız.

Okul yıllarının ilk haftasındaki bir öğrencinin filmi gibi

Ancak sinema filmi çekerken, belli temalardan önce hikaye yaratmak ve onun omurgasını oluşturmak, ardından da bir sinema dili bulup yönetmen yorumu katmak şarttır. Açıkçası Mustafa Serkan Eröz, yola çıkarken bunların hiçbirini göz önünde bulundurmamış belli ki. “İçimdeki Sessiz Nehir”, 1.85:1 formatında muhtemelen dijital bir kamerayla çekilmiş ve üniversite birinci sınıfın ilk günlerindeki bir sinema-televizyon öğrencisinin yapacağı hataları içeren bir film.

Bunun sebebi ise yönetmenin yedinci sanatın sadece temel kurallarını biliyorcasına hareket etmesi. Sanki sinemayla ilgili hiçbir şey görmemiş de bir haftada öğrendikleriyle fazlaca derdiyle seyirciye boğmaya çalışıyor gibi bir hali var. Zira burada ara plan, devamlılık kurgusu, kaydırma hareketi, açı-karşı açı tekniği gibi film gramerinin ana felsefeleri sanki ‘bir şekilde 100 dakikayı çıkaralım da nasıl olursa olsun’ görüşüyle yerleştirilmiş. Bu bağlamda da öğrenci filminden farksız bir toplamla karşılaşıyoruz.

Afişe yönetmen ismi yazılmamasının bir nedeni varmış

Bu durum karakterlerin yazılmamasına, omurgasız dramatik yapıya ve dağınık senaryoya da yansıyınca, temasal anlamda da aynı dipsizlikle yüzleşiyoruz. “İçimdeki Sessiz Nehir”, iki seks sahnesini çekme becerisiyle belki birazcık sineye çekilebilecek bir öğrenci filmi. Ancak onları üretirken de karaktersel ve hikayesel motivasyonlar şart.

Hadi bunu bıraktık diyelim. Bir yönetmenin film çekmeden önce üslup belirlemesi gerekirken, Eröz daha o noktaya gelebilecek kadar bile profesyonel değil. Her şeyi çiğ ve ham haliyle bıraktığında bunun bir sinema filmi anlamına geleceğini zannediyor. Bu durum afişe yönetmen ismi yazmayan zihniyetin bakış açısını ortaya koyuyor aslında. Bu konuda fazla gerek var mı sizce?

Türkiye’nin bütün dertlerine el atan senaryo, duvara konuşan karakterlere teslim olmuş

Aslında uluslararası alanda adını duyuran Taies Farzan’ın anne karakterindeki performansı yerinde. Ancak karşısında ‘kızı’ niyetine yerleştirilen bir oyuncunun kendisinden en fazla beş yaş küçük olduğunu görünce veya diğer oyuncularla sahne elektriği üzerine hiç çalışmayınca o da formdan düşmüş. Zira Mustafa Serkan Eröz, burada yönetmenliğin ne olduğunu bilen bir bireyin dışında hem gerçek bir görüntü yönetmenine, hem de bir besteciye ihtiyaç duymuş.

Zira üslupsuz bir şekilde ilerleyen filmde kendisine de ‘hikaye anlatmak mı istedin, minimalist film mi çekmek istedin?’ sorusunu yöneltsek, bunun cevabını veremeyecektir. Çünkü sinemada böyle bir yönetmensel tercih yapılacağını büyük ihtimal bilmiyor.

En azından senaryosunu profesyonellere emanet etseydi, formülden formüle zıplarken içinde Türkiye’nin bütün dertlerini bulunduran yapısından bir mesaj çıkartma şansına erişebilirdi. Ancak “İçimdeki Sessiz Nehir”in mizansen kurarkenki acemiliği oraya da sinmiş maalesef. Zaten sahne aksiyonunun repliğini okumak için adeta duvara bakarak konuşan karakterlerle yürüdüğü bir filmden de mesaj kaygısı beklemek çok iyi niyetli bir yaklaşım olur. Peki bu zihniyetsizliğin bilerek veya bilmeyerek Kürt karakteri aşırı kötü ve ilkel çizip ırkçılık yapmasına ne demeli? İdeolojik duruşa hiç girmeyelim en iyisi!

FİLMİN NOTU: 2

Künye: İçimdeki Sessiz Nehir
Yönetmen: Mustafa Serkan Eröz
Oyuncular: Ali Yiğit, Taies Farzan, Emre Onur, Samiha Aydemir
Süre: 100 dk.
Yapım Yılı: 2010

HT