Sınıfsal Debelenme Hikayesi

Filmler
2008’de “Şampiyon” (“The Wrestler”) ve “Sugar” ile birlikte spor filmlerinin bireysel mücadele, başarı ve sınıf atlama hikayesinin tersine çevrilmesi sonrasın...
EMOJİLE

2008’de “Şampiyon” (“The Wrestler”) ve “Sugar” ile birlikte spor filmlerinin bireysel mücadele, başarı ve sınıf atlama hikayesinin tersine çevrilmesi sonrasında üreyen eserlerin boks filmi ayağı. Ancak “Dövüşçü” nedendir bilinmez gerçekçi, görsel anlamda tekdüzelikten uzak duran, beyaz renk tonunun üzerine giden, psikolojik açmazları öne çıkaran, sosyolojik altyapıyı derinleştiren ve öyküyü umursamayan duruşunu, son düzlüğe girerken bir kenara bırakmaya karar vermiş. Bu sebeple de iki sene önceki postmodern dokunuşun üstüne daha modern bir dil ile katkı yapma güdüsünü ‘sınıfsal debelenme hikayesi’ olarak tutarlı hale getirmesine karşın, genel anlamda bir üslupsal ve temasal karmaşayla yüzleşmek durumunda kalmış. Fakat başta Christian Bale olmak üzere, 90’ların ruhunu yansıtan karakterleri neredeyse perdeden fırlayacakmışçasına inandırıcı hale getiren Amy Adams ve Melissa Leo’lu oyuncu kadrosuna şapka çıkartmak gerek!

Boks filmlerini hepimiz yakından biliriz. Genelde alt sınıftan bir adamın sınıf atlama hikayesine odaklanırlar. Bu sebeple de futbol, basketbol, beyzbol, Amerikan futbolu gibi endüstrileşmiş ekip sporlarından ziyade kişisel mücadeleyi öne çıkarmayı seçer bu alt tür. Araba yarışı filmi, golf filmi ve bilardo filmi gibi alt türlerle ise daha yakın bir akrabalık kurar. Ancak elbette “Sporcunun Hayatı” (“This Sporting Life”, 1963) gibi kişisel psikolojinin üzerinden akan rugby filmlerinin var olduğu gerçeğini de es geçemeyiz. Yani bir bakıma bu çerçevedeki eserlerin tamamı aynı potanın içinde buluşuyor.

“Rocky” ve “Kızgın Boğa” temelleri ışığında değerlendirilmeli

Spor filminin alt türlerinden olan boks filminin sinema tarihindeki temsilinin bu sözünü ettiğimiz konseptlerden çok öncelerine dayanması ise birazcık alanıyla bağlantılı bir durum. Zira bir çırpıda zihnimizi yoklayınca, durumun köklerinin 1931 tarihli “The Champ”e kadar uzandığını görebiliyoruz.

Ancak esasen “Rocky” (1976) gibi seriye dönüşen bir başarı öyküsü ile Martin Scorsese’nin karamsarlık rekoru kırdığı, siyah-beyaz çektiği ve neredeyse ana örgüyü suç hikayesine çevirdiği “Kızgın Boğa”sı (“Raging Bull”, 1980) gibi kilit örnekleriyle bilinir. 2000’lere göz attığımızda alanın içinde; “Cinderella Man” (2004) ve “Milyonluk Bebek” (“Million Dollar Baby”, 2004) gibi aynı kalıbı, tarihi bir zaman diliminde, iyi oyunculuklar ve rahat tüketilebilen bir sinema dili ile bütünleyen eli yüzü düzgün örneklere rastlayabiliyoruz.

2008 yılında yapılan atılımlardan yola çıkmış

“Dövüşçü”nün (“The Fighter”, 2010) ise daha Darren Aronofsky’e proje olarak teklif edilmesinden başlayarak bir bağımsız boks filmi atılımı olarak tasarlandığı apaçık ortada. Arkasına da 2008’de “Sugar” ve “Şampiyon” (“The Wrestler”) ile kalıp değiştiren spor filmi geleneklerini alıyor. Yani daha çok Aronofsky’nin boks filmini Amerikan güreşi filminin içine geçirip gerçekçi, karakter dramasına kayan, anti-kahramanlarla bezeli, şiddet ve cinsel içeriği öne çıkaran eserini örnek alıyor.

Ancak ne Anna Fleck-Ryan Boden imzalı “Sugar” kadar yabancı dilde konuşan bir karakterin başarısızlık hikayesini bütün görkemi bozarak anlatma becerisinde tavizsiz durabiliyor, ne de “Şampiyon” gibi keskin bir John Cassavetes filmi egosuyla hareket edebiliyor. Evet burada gerçek anlamda bir yönetmenlik becerisi görmek mümkün. Fakat belli ki Weinstein Company’nin projeye el atmasıyla birlikte başarı hikayesinin izini süren ve seyirciyi duygulandırabilecek bir noktaya gidilmiş son kalemde. Yani filmi izleyince gerçek anlamda sinemasal bir kafa karışıklığı ve hakimiyetini hissettiren bir şirket algısı hissedebiliyorsunuz.

Ayrıksı karakterlerle ve dramatik dönüşlerle sınıf atlama hikayesini bozmaya odaklanmış

Aslında temeline baktığımızda 80’li yıllarda zirve yapan bir boksör (Dicky) ile onun 90’larda çıkışa geçen kardeşi (Micky) arasındaki ayrıksı usta-çırak ilişkisinden başlayarak, gerçek anlamda dramatizasyonu abartılan başarı hikayesinin tersi istikamette bir yol izleniyor burada. Bu durum Amy Adams’ın ‘seks isteyen’ sevgili karakterinin yanında Christian Bale’in canlandırdığı Dicky’nin uyuşturucu piyasasına düşmesi ve hapse girmesi gibi yan öğelerle de dolduruluyor.

Bu bağlamda da sanki daha çok sınıfsal anlamda bir atlama yaşayamayan ve sosyolojik düzene mahkum olan bu iki bireyin ‘umut’ hikayesinden ziyade sosyal sıkışmışlığını izliyoruz. Boks maçlarına alt sınıfı temsilen, para kazanmak için çıkan, sürekli de kırılgan yapıları sebebiyle hüzünlenen karakterler var. Ana üzüntü sebebi ise ‘Mahalledekilerin yüzüne nasıl bakacağım’ gibi bir yaşamsal alışkanlık ya da toplumsal baskı.

Bu doğrultuda Micky de Dicky de gerçek anlamda anti-kahramanlaştırılmasa da, sokak kültürünün üzerine gidilen bir dram akıyor onların arka planında. Yani daha çok ‘Öyle olursa nasıl olur, ya da böyle olursa ne yaparım ben?’ gibi bir neden-sonuç ilişkisinin üzerinden yürüyor “Dövüşçü”nün dramatik yapısı.

Görsel yapıyı dağıtarak alt sınıfın gerçek dünyasına sızmayı başarıyor

Kalitesini önceki dört eserinde kanıtlayan bağımsız yönetmen David O’Russell’ın da kariyerinin beşinci halkasında boks filmleri için olağandışı ve sosyal güdülü bir anlayışın izini sürdüğünü görebiliyoruz. Açılışı Bale-Wahlberg ikilisinin belgesel görüntüleri ile yapmasının, onun arkasına ise kameranın süpürgeyi çektiği karaktersiz bir plan sekans (kesintisiz sahne) yerleştirmesinin filmin eklektik bir görsel yapının izini süreceğinin mesajını verdiği söylenebilir. Yani “Şampiyon” ve “Sugar”ın grenli dokusundan ziyade burada, video kamera, dijital kamera, HD ve 35 mm arasında gidip gelerek dağınıklaştırılan bir sinema evreni var.

Boks sahnelerinin video kamerası ile çekilip TV görüntülerinin yapay dokusunu yansıtmak için yerleştirilmeleri bir gerçeklik aşılarken, sekansları görkemli genel plandan başlatmaktan ziyade bu konuda kaydırmalı uzun planların tercih edilmesi yönetmenin soğukkanlı bir ruh izlediğini ispatlıyor. Zaten paralel kurgu tekniğini de tempoyu düşürmek için kullanıyor yönetmen, çoğu spor filminin aksine.

 

Yönetmenlik stili ve sinematografisiyle ‘mükemmel’liği yok etmeye odaklanmış

Bunları yapmasının ana sebebi ise bizi ‘içimizden biri’nin dünyasına belirgin bir ‘gerçeklik’ duygusu ile sokmak. Yani Hollywood işi her şeyin mükemmel olduğu spor filmlerinin çok uzağında bir dokunun izini sürüyor O’Russell.

Bu duruşuyla da sanki 70’lerin Sidney Lumet gibi stüdyo filmlerine yönetmen ağırlığı koyan Hollywood sanatçılarını andırıyor burada. Buna “Gir Kanıma”nın (“Lat den Ratte Komma in”, 2008) İsviçreli görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın bembeyaz gökyüzünden güç alan sinematografisi de eklenince o parlak, bol katmanlı ve çok renkli görsel yapılı başarı hikayelerinden daha da uzaklaşıyoruz.

Böylece film sanki, karakterlerin ‘gerçek’ halleri üzerinden bir sosyal sınıf mücadelesi olarak akıyor. Onların maddi sorunlar ile savaşımını da tuvalde zekice canlandırıyor.

Üslup bütünlüğünü ikinci kısmında koruyamamış

Sözünü ettiğimiz durumu karakterlerin düşmüşlüğünü ya da hayatsal açmazlarını anlatmak için kullanan yönetmen, bir şekilde filmin ilk yarısını bu minvalde akan bir çıkışsızlık tasvirine dönüştürüyor belki. Ama gelin görün ki bir yerden sonra spor filmi klişelerini devreye sokunca bu anlayış yıkılıyor. Biz Dicky’nin uyuşturucu sebebiyle hapse girmesi ve ailenin muhafazakar tutumu gibi şeylerin eleştirilmesini beklerken, bu kısmı atlamayı seçip seyircinin kalbine seslenmeyi hedeflemiş gibi bir hali var “Dövüşçü”nün.

Bu da O. Russell’ın dramatik yapısına zarar verirken, görkem ve gözyaşı kovalamayan sinema diline dem vuruyor bolca. Son düzlüğe girerken bir anda müziksiz yapıyı müzik ile destekleyip montaj sekanslar kurgulayan yönetmen, seyirciyi karakterlerin duygusal yolculuğuyla özdeşleşmeye yönlendiriyor. Aile içindeki umursamazlığın yerine aile korumacılığı geçince ise film muhafazakar bir uçuruma sürükleniyor. Hikayenin abartılı başarı hikayesini bozup hiççi duruşunu Nietzsche’yi memnun eder şekilde harekete geçirdiği dramatik yapısının bu sayede yarım bir başarı olarak kaldığını söyleyebiliriz.

Başta Christian Bale olmak üzere oyunculuklar birinci sınıf

Ancak yine de Christian Bale’in yürüyüşünden aksanına kadar başlı başına sıfırdan yarattığı alt kültür bireyi, Amy Adams’ın sınıfsal inceleme ile karşımıza getirdiği sevgili karakteri, Melissa Leo’nun anne karakteri ve Wahlberg’in ana kahramanı canlandırma yeteneği ile yüzleşince de performanslar açısından bir kusursuzluk sezmek mümkün “Dövüşçü”yü izlerken.

Bu çıkarımların ‘karakter’ babında yorumuna girersek ise, hiççi bir sınıfsal sıkışmışlık anlatısı sunarken spor filmi klişelerine takılan dramatik yapının bütün karakterlerin ‘kafayı yemiş’ duruşlarını ‘köşeli’ hale çevirdiğini görebiliriz. Bu durum “Dövüşçü”nün, Michael Mann’in çok uğraşsa da alana atılım yaşatamadığı boks filmi denemesi “Ali” (2001) ile akrabalık kurmasını sağlıyor. Yani ne klasik bir “Rocky”, ne atılımcı bir “Kızgın Boğa”, ne de postmodern bir “Şampiyon” kıvamında… Hepsinin ortasında bir yerde. Bu da üslupsal ve temasal bir kargaşa getiriyor.

FİLMİN NOTU: 5.6

Künye:

Dövüşçü (The Fighter)
Yönetmen: David O. Russell
Oyuncular: Mark Wahlberg, Christian Bale, Melissa Leo, Amy Adams, Jack McGee, Bianca Hunter
Süre: 115 dk.
Yapım Yılı: 2010

AŞK FİLMİNİN EVRENSEL OLANI MAKBULDÜR

“Başka Dilde Aşk”, “Issız Adam”, “Aşk Tesadüfleri Sever” gibi sektörümüzün ticari kolunun gelişmesiyle birlikte sayısı artan ulusal duygusal-dramlarımızın son temsilcisi. “İncir Reçeli”, çerçeveleme, görsel anlam yaratma ve sahne bağlama becerisi taşıyan yönetmeninin hikaye anlatma gücüyle kendini izlettiren samimi bir tür filmi olarak anılabilir. Ancak Aytaç Ağırlar’ın kasting ve senaryo konusunda işi profesyonellere bırakmaması belli ki bir dezavantaj doğurmuş. Her şeye rağmen eldeki toplamın “Issız Adam”ın demode üslubunun ve teknik beceriksizliğinin üzerinde bir sinema eseri sunduğuna şüphe yok.

Türk sinemasının geleneklerinin uzağında bir aşk filmi var karşımızda. Sırtını Amerikan ana akım anlatı sinemasının gramerine dayarken, bu yolunda teknik anlamda kusursuz bir noktaya gitmiş “İncir Reçeli”. Aslında bunu yaparken birazcık ‘bağımsız ruhlu’ durmasıyla aklımıza “Başka Dilde Aşk”ı (2009) getirdiği söylenebilir. Ancak Beyoğlu’nda geçen aşk hikayeleri denince hemen beynimizde bir ampul yanmasına yol açan “Issız Adam”ın (2008) üzerinde bir yerde olduğu gerçeğini de kabul etmek lazım.

Çerçeveleme ve sahneleri birbirine bağlama becerisi yüksek bir yönetmen

Zira Aytaç Ağırlar burada kurgucusunun, görüntü yönetmeninin ve bestecisinin katkısıyla hikayesini yüksek bir beceri ile anlatabilmiş. Çerçeveleme güdüsü, görsel anlam yaratma zekası, sahneleri birbirine bağlama başarısı, müziği kullanma anlayışı ve kurgudan beslenen anlatma teknikleriyle, rahat tüketilen sempatik bir aşk filmi sunuyor. “İncir Reçeli”ni duygusal-dram olarak anmamız da, geçen hafta izlediğimiz “Aşk Tesadüfleri Sever” ile akraba konumuna yerleştiriyor değerlendirdiğimiz eseri.

Ancak Ağırlar’ın Serkan Duran’ın kurgusu ve Hasan Gergin-Metin Turguç ikilisinin sinematografisinden güç alırken, biçimci bir yönetmenlik ve masalsı bir tonla ilerlediği söylenemez. Buna karşın “İncir Reçeli”nin bir barda tanışıp ilk gecede akılda kalıcı laflar ile birbirleriyle yakınlaşan çiftin hikayesini anlatırken aradaki ‘Hayal mi gerçek mi?’ sorusuyla yürüyen gizem olgusunu iyi ayarladığı söylenebilir. Bu da eldeki eserin duygu sömürüsünden ziyade inandırıcılık ve kültürel tutarlılık aşılamasını, böylece aşkın doğaüstü bir şey olduğuna dikkat çekmesini sağlıyor.

“Bir Rüya için Ağıt”ı kendine örnek alan bir kurgu evreni var

Özellikle Duran’ın sonlarda “Bir Rüya İçin Ağıt”ta (“Requim for a Dream”, 2000) gördüğümüz hip-hop kurgu tekniğiyle (seçilmiş 1-2 saniyelik planları dört-beş kere üst üste yerleştirme tekniği) oluşturduğu sekans, uyum kesmesi (match cut) tekniğini hakim olarak kullanma yeteneği ve daha nicesiyle bir sinemasal tad bıraktığı söylenebilir.

Buna paralel olarak da sinematografinin yine o filmden esinlenerek snorricam tipi kamerayı (ki daha önce “Çakal” ve “Günah Keçisi”nde de kullanılmıştı.) kullanma becerisi ve kaydırmalardaki hakimiyeti dikkat çekici. O Türk sinemasından alışık olduğumuz çiğ ve renkleriyle oynanmamış görsel yapıların çok uzağında durması da “İncir Reçeli”nin bir yönetmenlik bilinci taşımasını sağlamış.

Ancak ilk film olmasının verdiği zaaf ile başroldeki oyuncular dahil olmak üzere ‘kast’ aşamasını ya iyi geçememiş ya da ucuza getirmek istemiş Ağırlar. Bu sebeple de Sezai Paracıoğlu-Melike Güner ikilisinin arasındaki ilişki, inandırıcılığıyla oyuncu performanslarına fazla yaslanılmadan idare ediliyor onu kabul edelim. Fakat oyuncuların tamamının (Mustafa Uzunyılmaz hariç) dizi arka planlı olması, özellikle karton yan karakterlerin yapıştırma durmasına yol açmış.

Özenli sanat yönetimiyle adeta bir ‘aşk evi’ tasarlamış

Bunun yanında Türk sinemasında zor olan sahneleri çekmede belli sıkıntıları olan yönetmenin (bu konuda özellikle çıplaklık içeren sahneyi çekme becerisini ayıralım), belli bölümlerde senaryosunun iskeletsizliğini kolaycı dönüşlerle açığa çıkardığı ve açılış sekansı için yaptığı hikaye kurgusunu bozma taktiğinin işlemediği söylenebilir.

Buna karşın “Cennet” (“Heaven”, 2002) ve “Parlak Yıldız” (“Bright Star”, 2009) gibi modern tür filmlerinin afişleriyle bezenerek adeta bir ‘aşk evi’ni andıran erkek karakterinin evinin içindeki sanat yönetimi ve sembollerin kullanımı bir başka işçilik getiriyor. Ancak dışarıdaki sekanslar için aynı durumu söyleyemek biraz zor. Bu sebeple de “İncir Reçeli”, uygulamak istediği sinema anlayışını perdeye yansıtsa da ilk film olmanın verdiği belli zaaflarla zedelenen bir film. Fakat son kalemde eldeki toplamın ulusal sinemanın standartlarının üzerinde olduğunu söyleyebiliriz.

FİLMİN NOTU: 4.9

Künye:

İncir Reçeli
Yönetmen: Aytaç Ağırlar
Oyuncular: Sezai Paracıkoğlu, Melike Güner, Sinan Çalışkanoğlu, Barbara Laurens
Süre: 95 dk.
Yapım Yılı: 2011

‘BA’AL’ ÇALMANIN ŞEYTANCASI

 “Şeytanın Avukatı” ile birlikte türlerle iç içe geçme yolculuğunu dramın içinde devam ettirmeye karar veren şeytan filminin bu eğiliminden beslenen bir eserle karşı karşıyayız. Hiç kuşkusuz “Ayin”in bir ‘şeytan çıkarma filmi’ olarak anılmaktan ziyade, 2005’de “Şeytan Çarpması” ile başlayan ve ‘Şeytan çıkarma gerçek olabilir mi?’ gizeminin izini süren filmlerin 2011 şubesi olarak görülmesi daha doğru. Bu konuda kurduğu usta-çırak ilişkisinin ise yaşlı rahip rolündeki Anthony Hopkins açısından düş kırıklığına dönüşmesi, yönetmen Mikael Hafström’ün sektörün içindeki ‘memurluk’ etiketini bir kez daha ispatlıyor. İşte bu birçok yerde işe yarayabilecek türlere hakim olmadan film çekebilme güdüsü de “Ayin”in uçurumdan aşağı bir çırpıda yuvarlanarak, tek boyutlu ve muhafazakar bir ‘Şeytan çıkarma dinimize göre gerçektir’ cümlesinden ibaret olmasını sağlıyor.

Tam Türkçe çevirisiyle ‘Ayin’ isimli bir şeytan filmi. Aslında çok da şaşırtıcı değil. ‘Biz bunları çok görmüştük’ diye odaklanmak mümkün perdedeki esere. Ancak elimizdeki filmin yapmak istediklerinin ortaya koyduktan sonra da bu görüşü değiştirmeye bir niyeti yok gibi. Öyle ki Mikael Hafström, hem İsveç’te hem de Hollywood’da çektiği tür filmleri ile bize ‘memur yönetmen’ kavramının açılımını sunan bir isim.

Tür filmi çekiyor ama bu konuda hakim olduğu söylenemez

Bu sebeple de filme nete açılan hafif flu sinematografik bir tercih ve dingin ezgilerle yapılan girişin, yani tekinsiz atmosfer yaratma güdüsünün devamlılığı olmasını beklemek mümkün değil. Hafström’ü de zaten sadece Stephen King uyarlaması kapalı alan gerilimi “1408”deki (2007) ‘eli yüzü düzgün’ çalışması ile anabiliyoruz.

Bunun dışında ‘ailem olmadan asla gerilimi’ “Raydan Çıkanlar” (“Derailed”, 2005), klişe mucidi gençlik filmi “Şeytan” (“Ondskan”, 2003) ve slasher filmlerinin (kesme-biçme filmi) has özelliklerini taşıyan “Göldeki Hayalet”i (“Strandvaskaren”, 2004)  yönettiğini görmek mümkün. Zaten Hollywood’un hakim formüllerini en sıradan özellikleriyle yeniden canlandırma gayesiyle şan yapmış, amacı içerikten çok biçim olan bir sinemacı kendisi.

“Şeytanın Avukatı”nın izini süren alt tür filmlerinden

“Ayin”i (“The Rite”, 2011) izlerken ise sanki şeytan filminin olgun sulara açıldığı diyarlardan seslenmek istiyor gibi bir hissiyata kapılmanız sağlanıyor, onu kabul etmek lazım. Bu sebeple de alt türün, belli kalıplarla iç içe geçtiği tarihsel yolculuğunda ‘drama’ ile bir araya geldiği denemelerinden biri olarak anılabilir bu eser. Yani temelinde bir tür kırması.

Bu açıdan da şeytanın insan kisvesi altında karşımıza çıkarılıp bir ‘evlilik ve iş hayatı’ taşlaması sunan “Şeytanın Avukatı” (“The Devil’s Advocate”, 1997) ile akraba gibi sanki. “Agnes of God” (1985), “Şeytan Çıkmazı” (“Angel Heart”, 1987) gibi eserlerle yakın bir tempoya sahip olduğu söylenebilecekken, “Şeytan Çarpması”nın (“The Exorcism of Emily Rose”, 2005) mahkeme filmi konseptinde aradığı ‘Yoksa şeytan çıkarma gerçek mi?’ sorusunu cevabını farklı bir hikayenin içine yerleştirmeyi amaçlıyor esasen.

Lafın özü en son izlediğimiz “Son Ayin” (“The Last Exorcism”, 2010) ile benzer bir temasal bakış açısına sahip. Bu durum da “Constantine” (2005) ve “Kana Susadım” (“Jennifer’s Body”, 2009) gibi istisnai örnekleri saymazsak, son yıllarda şeytan filminin içinde olmayı arzuladığı bir alan aslında. Ancak “Ayin”e ‘daha önce yapılmış’ damgası vurmamıza yol açan da bu detayın ta kendisi.

Hopkins, Pacino’ya özenmiş

Bu doğrultuda eldeki eserin “Şeytanın Avukatı”ndaki usta-çırak ilişkisini örnek almış gibi durduğunu da not olarak düşmek lazım. Anthony Hopkins, belli ki projeye girerken Pacino’ya özenmiş. Onun çömezinin Colin O’Donoghue gibi dizilerde kendine yer bulan ama gerçek anlamda yeteneksiz bir oyuncudan seçilmesi (belki de bütçeyi dengelemek için) filme zarar vermiş.

Bu sayede ikilinin aralarındaki ilişkinin iskeleti daha omurgası kurulmadan yıkılmış. Böylece ‘şeytan çıkarma dersleri veren güç figürü’ ile onun öğrencisinin hikayesi, 40. dakikadan sonra bir artçı şok yaşasa da, finişe bir saat kaldığında tamamen yerle bir oluyor.

Zira “Ayin”, sanki ‘olgunluk yapacağım ve şeytan çıkarıcıların gerçek olduğunu vurgulayacağım’ derken, belli bir kitleyi hedeflediğini fazlaca belli ediyor. Dramatik anlamda etki yaratan alt tür örneklerinin orta yaş kitlesini seçiyor kendine. Bu durumun beraberinde gelen birkaç şeytan çıkarma sekansı izlesek de onların ‘korku yaratma’ veya ‘tedirgin etme’ gibi bir amacı yokmuş gibi duruyor. Olmuş olsa bile alt türe hakim olmayan Hafström’ün perdeye bu duyguyu yansıtamadığından eminiz.

Döneme ayak uydurma görüşü proje aşamasında kalmış

Bunun yanında “Ayin”in her şeytan filmindeki sürpriz son görüşüne ayak uydurması da aslında klişeler örgüsünü ve çatısız senaryoyu bütünlüyor. Yani hem oyuncuların elektrik sorunu var, hem kapalı alanda zaman geçirme sıkıntısı var, hem muhafazakar metinler salgılama açmazı var, hem şeytan mitini ileri götürmekten ziyade döneme ayak uydurma güdüsüyle tepetaklak olma durumu var, hem de etraftaki alt tür parçalarından beslenerek tanıdık gelme sorunsalı var burada.

Bu sebeple de Hafström, görsel işçiliği iyi ama senaryosu zayıf ve türlere hakimiyet kuramayan eserlerine bir yenisini daha ekliyor. Böylece filmografisinin aynı sorunları içeren tür örneklerinin şeytan filmi şubesini verirken, istikrarını bozmamış oluyor.

Hopkins ise muhtemelen buradaki ‘minimal makyaj efektli’ hali ile kariyerinin en dip performansıyla yüzleşmemizi sağlıyor. Şeytanın her filmde yenisini duyduğumuz adlarına ‘Ba’al’ın eklenmesi ise filmin Türk izleyicisinin eline bir alay edilesi detay da vermesine yol açıyor. Çünkü Hopkins’in projenin içine kazara veya inat üzerine düşmüş olduğu son düzlükte daha da baskın hale gelince, elinizde hiç malzeme kalmıyor ne yazık ki.

FİLMİN NOTU: 2.4

Künye:

Ayin (The Rite)
Yönetmen: Mikael Hafström
Oyuncular: Colin O’Donoghue, Anthony Hopkins, Alice Braga, Ciaran Hinds, Rutger Hauser, Toby Jones
Süre: 112 dk.
Yapım Yılı: 2011

 

BAŞARIYI ‘AT’TA ARAYANIN…

Hani o spor filmlerinin içindeki antik çağdan kalma başarı hikayeleri vardır ya. İşte onların bir yenisiyle daha karşı karşıyayız. Yani Hollywood’un en demode formülü bir kez daha abartılı karakterler, yapıştırma makyaj efektleri, steril yapım tasarımı, bol müzik ve özdeşleşme sineması ile duygu seli ve maddi arayış serüveni sunuyor. “Şampiyon” (“Secretariat”) da sanki iyi çekilmiş olmasını kendi ruhuna adapte edemeyen haliyle, sadece ‘at yarışı bahisleri üzerine bir eser üretilmeli artık’ hissiyatını harekete geçirmeye yarıyor. Mel Gibson’ın kadim dostu Randall Wallace imzalı olması da cabası!

Aradan yıllar geçse de bazı kalıplar bir türlü değişmiyor nedense. Aslında tam olarak değişmiyor dersek doğru yapmış olmayız. Öyle ki buradaki gerçek hayat hikayesinden üreyen ‘spor filmi’ yapıştırmalı başarı öyküsü, Hollywood tarafından ‘önemsenilmeyen’ bir konuma itildi neyse ki. Lafın özü “Şampiyon” (“Secretariat”, 2010) hak ettiğini aldı ya da “Zafer Yolu” (“Seabiscuit”, 2003) gibi örneklerin gerisinde kaldı diyebiliriz.

Amerikan halkının zihnine girmeyi bilen, muhafazakar bir yönetmen

Her şeye rağmen Randall Wallace’ın Amerikan halkının çekirdeğini; başarı, didaktik diyaloglar, zorlama kötü hale düşme ve duygulara saldırma mantığı ışığında harekete geçirmesinin arka planında sinemaskop (2.35:1) formatında iyi çekilmiş bir sinema filmi var. Amerikalıların dediği gibi ‘well-done’ bir film bu. En azından ona duacı olmak lazım.

“Şampiyon” 1960’ların sonundan 1980’e uzanan ‘Secretariat’ adlı atın izindeki başarı hikayesinin arka planındaki tarihsel görüntüler ise doğrusunu söylemek gerekirse çok steril ve yapıştırma duruyor. Örneğin hippi kültürünün içinden bir görüntünün bu konuda hiç de inandırıcı olmadığını söyleyebiliriz.

Kendisini alaya alırken bu eğilimin sonunu getirmiyor

Zaten işin garibi film, kendi içinde kendiyle de dalga geçiyor. ‘Kaçırılmış fırsat’ (Missed Opportunity) adlı bir at ve ‘Hep arkadan gelmesi mi lazım!’ sözünü söylettiği karakterleriyle birkaç tebessüme gebe oluyor. Doğrusunu söylemek gerekirse buradaki atın isminin ‘Seabiscuit’ (deniz bisküvisi) ve ‘Dreamer’ (hayalci) gibi duygu sömürüsüne yol açan çocuksu bir şeyden ziyade, ‘müdüriyet’ anlamına gelen ciddi ama absürd bir ad olması da bu yolu sonuna kadar açıyor.

Ancak bunları gerçek anlamda bir parodi ya da bozma amacı doğrultusunda konumlandırmıyor yönetmen Wallace. Aksine bol makyajlı ve tarihi arka planlı bir Amerikan başarı hikayesi sunmayı seçiyor. Hem de öncesinde Mel Gibson projelerinin yapımcılığını yaparken ve “Bir Zamanlar Askerdik”in (“We Were Soldiers”, 2002) yönetmen koltuğundayken gördüğümüz muhafazakar duruşuyla.

Hani o artık TV projesi olmaya başlayan formül var ya, işte ta kendisine açılıyor bu durum da ister istemez. ‘Bunun sinemaya katkısı ne?’ derseniz; en azından aynı yıl içinde çekilen “Conviction” (2010) gibi sırtını TV estetiğine yaslayan bir gerçek öykü uyarlamasının üstünde olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanında yapmak istediğini de başarıyor, kabul edelim. “Şampiyon”un esas sorunu da orada başlıyor zaten…

FİLMİN NOTU: 3.4

Künye:

Şampiyon (Secretariat)
Yönetmen: Randall Wallace
Oyuncular: Diane Lane, John Malkovich, Dylan Wash, James Cromwell, Dylan Baker, Margo Martindale
Süre: 123 dk.
Yapım Yılı: 2010

KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

Ağaç (The Tree): 4.3
Aslı Gibidir (Copie Conforme / Certified Copy): 3.7
Aşk Tesadüfleri Sever: 5.4
Aşk Sarhoşu (Love & Other Drugs): 5.5
Ayı Yogi (Yogi Bear): 1.9
Başımıza Gelenler! (Life as We Know It): 4
Benim Adım Aşk (I Am Love): 7.4
Biutiful: 4.3
Büyük Sır (Get Low): 3.4
Cadılar Zamanı (Season of the Witch): 3
Çakal: 6
Çakallarla Dans: 2.2
Çapkın (Spread): 7
Çölde Kutup Ayısı (De helaasheid der dingen / The Misfortunates): 5
Eyyvah Eyvah 2: 3.5
Gulliver’in Gezileri (Gulliver’s Travels): 5.4
Günah Keçisi: 3.6
Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Columbia): 5
Hayde Bre: 1.5
Hırsızlar Şehri (The Town): 6.5
Hür Adam Bedüizzaman Said Nursi: 3.5
Kağıt: 6.5
Karanlık Cennet (L’Autre Monde): 5.5
Karmakarışık (Tangled): 4.9
Kukuriku: Kadın Krallığı: 2.5
Kurtlar Vadisi: Filistin: 2.7
Kutsal Damacana: Dracoola: 4
Megazeka (Megamind): 5.3
Memleket Meselesi: 2.1
Narnia Günlükleri: Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu (Chronicles of Narnia: Voyage of the Dawn Trader): 6
Sanctum: 1.7
TRON Efsanesi (TRON Legacy): 5.5
Turist (The Tourist): 2.8

Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

HT