Kaplanoğlu’ndan ‘Hal Sineması’

Filmler
Pek çok insan adını ilk kez geçtiğimiz hafta Berlin Film Festivali’nde aldığı ödülle duydu. Altın Ayı’nın geldiği Bal Yusuf ‘un üç farklı dönemdeki hallerini anlattığı üçlemenin sonu...
EMOJİLE

Pek çok insan adını ilk kez geçtiğimiz hafta Berlin Film Festivali’nde aldığı ödülle duydu. Altın Ayı’nın geldiği Bal Yusuf ‘un üç farklı dönemdeki hallerini anlattığı üçlemenin sonuncusuydu. Türkiye’de en fazla bilinen işiyse 52 bölüm yazıp yönettiği Şehnaz Tango dizisi oldu.

Yönetmen Semih Kaplanoğlu Berlin’de Altın Ayı’nın yanı sıra Kiliseler Birliği’nin Ekümenik Ödülü’nü de aldı. Taraf Gazetesi’nden Tuğba Tekerek kendisiyle sinema ve sanat kadar maneviyat ve din konuştu.

Altın Ayı nerede şu anda?

Evde… Orada kutusunda, yerde, bir yerlerde duruyor. Bunu başkaları da sordu bana.

E ödülle ilişkinizi göstermesi açısından önemli. Kutusundan çıkartmadınız demek?

Valla televizyoncular istedi, bir kere çıkardım. Ödülleri unutmak lazım…

Neden unutmak lazım?

Ödülü verdiler… Ben ‘aldım’ da demiyorum. Sonuçta sportif bir yarışma değil bu. Bir jüri var, o jüri bu kadar film içinden onu seçiyor. Başka bir jüri başka bir filmi seçebilirdi. Ödül olabilir, normal… Ama bunu bir an evvel unutup ne yapacağımıza bakmamız lazım. Ödüllerin şöyle bir yanı da var; verilen kişiyi zorluyor biraz. ‘Şimdi bir yere çıktık, bundan sonra ne yapacağız’ gibi… Bence bunları hiç önemsememek lazım. Ödülleri bir yerlere saklayıp unutmak lazım.

Size Berlin’de Altın Ayı’nın yanı sıra Ekümenik Ödülü de verildi. Sizce nedir bu ödülün anlamı?

Ben filmlerimde maneviyatı çok önemsiyorum. Belki 80-90 sene önce kopmuş maneviyatla aramızdaki ilişki. Ben filmlerimde manevi bir alan, metafizik bir alan açmaya çalışıyorum. Gündelik hayatın ötesinde bir alana, tek boyutlu bir gerçeklikten ziyade, o gerçekliğin izdüşümlerine bakmaya çalışıyorum. Filmlerin bir vecd duygusu, bir şükran duygusu, içsel bir coşku, bir ruhaniyet duygusu yaratması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden bir kıvam elde etmeye çalışıyorum.

Filmlerimde Tanrının varlığını hissettirmeye çalışıyorum, diyorsunuz…

Evet, bunu söylüyorum. Ve bu çaba bir sözle, bir işaretle değil ya da altı çizili birşey değil. Bu, bir hal. ‘Hal sineması’ diyebiliriz buna. Bu hal, Kiliseler Birliği jürisi tarafından algılanmış ki onlar bu filmi böyle bir ödüle değer buldular.

Az önce 90 yıl önce maneviyatla ilişkimizin koptuğunu söylediniz… Cumhuriyetle birlikte nasıl bir kopuş yaşandı bu alanda?

Maneviyat gündelik hayattan dışarı atıldı. Sadece camilerin olması, onun gündelik hayatın içinde devam ediyor olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir yaşama biçimine, sanata dönüşmediği sürece bu, sadece görünen bir şey olarak kalır. Yaşanan bu kopuşla birlikte manevi derinlik azaldı. İnsanların kendi hayatlarıyla ilişkisi tek yönlü materyalist bir bakış açısıyla sınırlandı.

Siz sekülerlikle nihilizmi de yan yana kullanıyorsunuz…

Bunlar çok uzun uzun konuşulacak konular. Ben şimdi nasıl anlatayım aslında var olmaya değil yâr olmaya geldiğimizi…

Ucundan biraz anlatın…

Bu dünyada bir ‘var olma’ meselesi var… İşte bununla ilgili psikoloji, felsefe, bir sürü şey… Bir de “yâr olmak” diye bir şey var. Sevgili olmak… Tanrı’yla sevgili olmak… İşte yâr olduğu zaman insan belki de tam bir varoluş yaşayabilir.

‘Hayat bir eksik-oluş’ diye de bir şey var, Hilmi Yavuz’un söylediği şekliyle…

Bu da bir yanıyla doğru tabii. Bir yanıyla da tam olmamız lazım. Tam olmak için de sevgili olmak lazım. Ama işin ilginç yanı şu: Zaten tam olamıyorsunuz. Olmak için çaba göstermeniz ve hayat boyu bu çabayı devam ettirmeniz lazım.

Hiç hedefine ulaşmayacak bir çaba…

Karşılıksız bir aşk gibi…

Size göre tüm bu çaba, gurbetteki insanın sılaya dönme çabası aynı zamanda…

Eğer siz başka bir dünyaya ve başka bir varlığa inanıyorsanız ondan ayrı düşüyorsunuz bu dünyada. Ona kavuşma arzusuyla hareket ediyorsunuz. Ona kavuşmak ve ona kavuşurken güzel olmak için yaşıyorsunuz. Yâr olmak öyle bir şey. Yâr olmak çünkü aynı zamanda güzel olmak, güzelleşmek demek… Bu her zaman mümkün değil tabii. Düşüyorsunuz, kalkıyorsunuz. Günah işliyorsunuz, kirleniyorsunuz. Önemli olan farkında olmak, farkında olarak yaşamayı sürdürmek.

Bu sılaya dönüş yolculuğu nedeniyle mi üçlemenizdeki Yusuf geçmişine, çocukluğuna, ilk noktaya gidiyor?

Aynen… Bir yere bağlı olduğumuz için, bir yerden geldiğimiz için.

Size göre maneviyatı bulabileceğimiz yer, bu modern ögelerin silindiği bir yer, modern öncesi bir dönem mi?

Hayır. Tam da onların ortası. İyiyle kötü, modernle gelenek hepsi biraradadır. O biraradalığın ve çatışmanın içindedir her şey.

Sizin kendi maneviyatınıza ilişkin yolculuğunuz ne zaman başladı?

Ben hiçbir zaman kendimi bir tür dinsiz ya da seküler gibi algılamadım ve tanımlamadım. Benim içimde her zaman maneviyata dair bir şey vardı. Ama bunun evrilmesi ve bunun benim hayat biçimimin içine yoğun olarak girişi, benim sinemada sanatta buradan beslenmem yaklaşık son 10 yıllık döneme yayılıyor.

Filmlerinizde rüyanın çok önemli bir yeri var. Filmin içinde başka bir derinlik açıyor. Sizin filmlerinizin kendisinin de insanların hayatında bir rüya etkisi yaratmasını istediğinizi söyleyebilir miyiz? Tüm o dünyevi koşuşturmacanın arasında bir çatlak yaratmak, anın içinde başka bir an açmak…

Evet. Tam da o işte. Onu yapabilmek ve o anı genişletebilmek. Filmi seyretmeye başladığınız andan itibaren onun içine girebilmek ve o anın içinde kalmak. Bütün derdim o. Ama bunu da çok fazla müzik kullanmadan, diyalog kullanmadan yapmak. Bir hâl yaratmak… Film bittiğinde bir şükran duygusu, bir güzellik duygusu yaratmak… Ben artık sinemada güzellik duygusunun da yitirildiğini düşünüyorum. Çok fazla şiddetle, kanla dolu, sürekli entrikanın döndüğü bir sanat haline geldi sinema… Ama ben sanatta güzelliğin çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Hatta sinemada zanaatın önemli olduğunu düşünüyorum.