Kader Belirleme Enstitüsü

Filmler
Sinemaya girişinin “Parallax Esrarı” ile olduğu bilinen, politik-gerilimin teknoloji ya da bilimkurgu dokulu versiyonu olarak andığımız bir alanın 2011 şubesi. “Kader Ajanları”...
EMOJİLE

Sinemaya girişinin “Parallax Esrarı” ile olduğu bilinen, politik-gerilimin teknoloji ya da bilimkurgu dokulu versiyonu olarak andığımız bir alanın 2011 şubesi. “Kader Ajanları”, ‘tech-thriller’ (teknolojik gerilim) adlı bir kırma türün mensubu ve 2000’lerin Irak sonrası döneminden sesleniyor. Filmin; gizem duygusu, muhalif duruş, izleyiciyi eline alma becerisi gibi noktalarda dramatik çatı konusunda başarılı olmasına karşın, yönetmeninin senarist kimliğiyle hareket etmesiyle biraz olsun zedelendiğini itiraf etmek lazım. Her şeye rağmen Philip K. Dick’in romanından “Kartal Göz” sonrası günümüze sıçrayan bu alanın izlenir bir versiyonu olmayı beceriyor. Gözünü de ‘Tanrıcılık’ ve ‘yönetim’e dikiyor.

11 Eylül ve Irak Savaşı sonrasındaki dönemde Hollywood’da gerçek bir paranoya, korku ve tekinsizlik duygusu hakim oldu. Bu görüş ışığında da politik-gerilimler, aynen 70’lerin Post-Vietnam devresinde görüldüğü gibi sektörde müdahil hale gelmeye başladı. Aslında bu durumun devamında safkan politik-gerilim, politik-dram, savaş dramı, casusluk gerilimi gibi alt türlere ayrılabilecek eserler de hakimiyet kurdu.

“Parallax Esrarı”nın günümüz bilimkurgu ezberine uyarlanmış hali

Bunların kimisinin milliyetçi, kimisinin muhalif, kimisinin ise liberal olduğuna tanıklık etmek mümkün. Ancak bu alanlardan bir kol da 1974’de “Parallax Esrarı” (“The Parallax View”) ile devreye giren ‘tech-thriller’ yani Türkçe’deki karşılığıyla ‘teknolojik gerilim’ olan alt türe açılıyor. “Kader Ajanları” (“The Adjustment Bureau”, 2011) bu kavramın günümüzün hakim sorusunu, ‘Gerçek bir dünyada mı, yoksa simülasyonda mı yaşıyoruz?’ tartışmasını hareketine geçiren yenilikçi bilimkurgu filmlerinden güç almış hali olarak anılabilir.

Yani o dönemde üretilen eserlerden ne “Vahşetin Çocukları” (“The Boys from Brazil”, 1978) gibi klonlama arka planlı, ne “Looker” (1981) gibi şirket bazlı, ne de “Wargames” (1983) gibi hacker kaynaklı bir şekle sokuluyor. Aksine burada gerçek anlamda ‘Senin hayat çizginin ipleri bizim elimizde, onu değiştirirsek Amerika’nın politik tarihi etkilenecek. Bu sebeple de kaderini değiştiremezsin!’ görüşünden kaçan bir senatör karakter var.

Nükleer Savaş döneminden kopup gelen bir hikaye

Matt Damon’ın canlandırdığı David Norris adlı tipleme, arkasına filme ismini veren bu ‘ayarlama bürosu’nu (adjustment bureau) takıyor sürenin tamamında. Böylece aklımıza o dönemin ‘sistemden kaçma’ görüşünü izleyen tür örneklerini getiriyor “Kader Ajanları”. Elbette ki burada ‘Kaçılan şey; Tanrı mı, yabancılar mı, yoksa uzaylılar mı?’ sorusu cevabını bulmuyor. Ancak nihai toplamda, kaderin tesadüflerle değiştirilme hakkının bireyde olduğu gerçeğini betimleyen nihai tümce sayesinde dikkat çekici bir mesaj salgılıyor bu eser.

Philip K. Dick’in romanından uyarlanan “Kader Ajanları”, belli ki Nükleer Savaş dönemi ile ilgili bir öykünün izini sürerken, kendini Irak Savaşı sonrasında bulmuş. Oraya uyarlanırken de ‘insanoğlunun tarihte geçirdiği politik evreler’ konusunda ‘ayarlama’ yapma kararı aldıklarını söyleyen bir de yönetici (Terence Stamp) yerleştirmiş merkezine.

“Kartal Göz”ün türevi

Aslında filmin, rahatlıkla 2000’lerde “Kartal Göz”le (“Eagle Eye”, 2007) başlayıp “Ölüm Odası” (“The Killing Room”, 2009) ile devam eden teknolojik gerilim alt türündeki eserlerin yanına konması mümkün. Bu sözünü ettiğimiz şey de bilimkurgusal ve bilgisayarsal öğelerin katil ve yönetici haline getirildiği politik-gerilim alanıdır. Bu doğrultuda “Kader Ajanları”nın yaptıkları, aslında konseptinde gerekleri yerine getirmekten öteye gitmiyor.

Yönetmen George Nolfi’nin senaryodaki başarısını görsel anlamda dolduramamış olduğu apaçık orada. Ancak bir taraftan da onun filmi aksiyona kaydırmayıp soğukkanlı takılmasının hikayenin özündeki orijinalliği öne çıkarmaya yaradığı söylenebilir. Yine de burada Paul Greengrass, Anton Corbijn veya Tony Gilroy gibi alana hakim ve her biri ayrı üsluba sahip yönetmenlerden herhangi biri gerekliymiş. O zaman en azından “Kader Ajanları”nın dingin ama açılarla bunu hissettirmeyen görsel yapısı bir ideolojiye oturtulabilirmiş.

Başta müzik kullanımı olmak üzere bir yönetmen başıboşluğu hakim

Yine de filmin özündeki öykü o kadar sağlam ki burada ‘engellere takılmadan sevgilime kavuşabilecek miyim?’ sorusu ışığında ilerleyen olay örgüsünü gerilimli ve gizemli bir şekilde takip ediyoruz. Bu da eldeki eserin tüketilmesini bir o kadar keyifli hale geliyor. Thomas Newman’ın “Amerikan Güzeli”nden (“American Beauty”, 1999) gelme absürdlük yaratan müziklerinin burada ne işi olduğunu kendi kendimize sormamız ise, “Kader Ajanları”nın içine düştüğü yönetmensel açmazın bir vurgusu.

Nihai sonuçta film, rahatlıkla bir ekolün devamı olarak anılabilir. Bu açıdan da ‘70’lerin dönemi geri geldi’ görüşünün tekrarlanmasına yol açtığı ve Hollywood’un kendini yenilemeden aynı şeyleri uyguladığı duygusunu uyandırdığı gerçeğiyle yüzleşmemizi sağlayabilir.

Muhalif duruşu ile politik-gerilimlerin dramatik duygusunu yerine getirmeyi beceriyor

Ancak “Kader Ajanları”nın ‘hayatımız yukarıdan birisinin kontrolünde’ düşüncesinin 90’ların sonundan beri çokça görülen sinemasal karşılıklarının bir başka ‘bilimkurgu’ şubesine odaklanmamızı sağlayarak, sinema keyfi aşıladığı gerçeğini de reddetmek mümkün değil. ‘Yönetimi sistem belirliyor’ görüşü ışığında kurulan muhalif tavrı da bu duruma destek oluyor.

Lafın özü Dick’in hikayesini Nolfi biraz zedelemiş ama yıkamamış. Gri tonun ardını doldururken uzun planlarla müziksiz bir yapı kurması gerekirken, sadece ağır tempo konusunda sınıfı geçebilmiş yönetmen. Bundan sonra da mümkünse sadece senaryo aşamasında kalması projeler için daha anlamlı olur. Yine de “Kader Ajanları”nın siyasi anlamda doğru bir yere oturduğu söylenebilir.

FİLMİN NOTU: 5.5

Künye:

Kader Ajanları (The Adjustment Bureau)
Yönetmen: George Nolfi
Oyuncular: Matt Damon, Emily Blunt, Terence Stamp, Anthony Mackie, John Slattery
Süre: 112 dk.
Yapım Yılı: 2011

PERDEDEN DÖKÜLEN YEŞİLÇAM KALINTILARI

2000’lerin başında çekilen “O Şimdi Mahkum”u mumla aratan bir hapishane filmi. “72. Koğuş”un bu alandan “Eve Dönüş” ile karşılaştırabilecek bir Yeşilçam güdüsüyle seslendiği söylenebilir. Ancak bu noktaya ulaşırken Murat Saraçoğlu’nun hiçbir sekans için plan yapmaması ve yönetmenden ziyade trafik polisi gibi hareket etmesi, eldeki toplamın sadece ‘yeşilçam kalıntıları’ bırakmasına yol açıyor. Hülya Avşar’ın dengeli performansıyla bu durumu kurtarma çabası ise yönetmenin ve senaryonun diğer oyuncularla ilişki kuramaması sebebiyle boşa gidiyor. “72. Koğuş”, 40’ların 2. Dünya Savaşı ile gelen o açlık, sıkışmışlık ve şiddete hapsolma durumunu ele almaya çalışırken; omurgasız bir dramatik yapı, bölük pörçük tarih anları ve inşa halinde kalmış bir görsel yapıyla seslenince, sinemanın temel esasları konusunda sınıfta kalan bir eser olmuş.

Bir dönem filminin 97 dakika olması “72. Koğuş”un durumunu anlatıyor aslında. Bu detayı verdikten sonra çok da fazla söze gerek yok. Zira Orhan Kemal’in 1987 yılında sinema filmine ve geçtiğimiz senelerde tiyatro oyununa uyarlanmış romanı, gerçek anlamda ‘bir dönem’in ruhunu anlatmanın peşindedir. Yazarın amacı, 2. Dünya Savaşı’nın süregeldiği 1940’lı yıllarda; açlığın, kıtlığın ve hapishanelerdeki şiddet sorununun öne çıkmasıyla oluşan yok olmuşluk durumunu ele almaktır. Murat Saraçoğlu’nun 2011 tarihli sinema uyarlaması ise kısa sürede halledilip bitirilmiş hissiyatı yaratıyor ne yazık ki.

Filmi izlerken gözünüzü kapatıp diyalogları dinlerseniz bir şey kaçırmazsınız

Geride kalan dört sene içinde dört film çeken Saraçoğlu, ne hikmetse bir türlü kendine bir üslup belirleyemedi. “120”de (2008) ve “Deli Deli Olma”da (2009) yeni teknolojiyi (HD) Yeşilçam güdüsüne transfer ederek çiğ görüntüler, gramersiz sinema, karton karakterler, omurgasız dramatik yapı ve daha nicesiyle, sadece oyuncular üzerine yüklenen sinema eserleri vermişti. 2008’de ürettiği, birazcık yönetmenlik duygusu içerdiğine tanıklık ettiğimiz “O… Çocukları” da bir tesadüf olmalı.

Zira oradaki biçimci yönetmenlik stilinin en azından kendi içinde bir tutarlılığı vardı. “72. Koğuş”, bir hapishane filmi evet. Ancak daha giriş sekansından başlayarak son karesine kadar gerçek anlamda kurulamamış hissiyatı yaşatıyor. Işık yalıtımının şans eseri yapılıp her sahnenin farklı renge büründüğü, sekansların aksiyonunun kurulamadığı, kurgu ile seyircide yaratılması gereken etkinin perdeye yansıtalamadığı, müziğin ise eski model haliyle haleti ruhiyenin tasvirini yapmaktan aciz olduğu bir eser var karşımızda.

Bunun da sebebi belli ki Saraçoğlu’nun Yeşilçam’ın son dönemini çok sevmesi olmalı. Zira eldeki eserin ikinci kuşak Türk yönetmenlerden Erden Kıral ve Atıf Yılmaz’ın gözünüzü kapatıp sadece dinleseniz bile anlayabileceğiniz ‘yönetmen dokunuşu içermeyen’ filmlerinden feyzaldığı apaçık ortada. Bu duruma 1940’larda geçmenin verdiği o Türk sinemasının ‘dönem yaratamama’ zaafı da eklenince, adeta “72. Koğuş”un aleyhine işleyen bütün öğeler tamamlanmış oluyor.

“72. Koğuş”un yanlız savaşçısı Hülya Avşar

97 dakikanın zaafıyla dramatik yapının omurgasız bir şekilde sunulup, adeta bağlantısız sahnelerin Ahmet Mekin’in yapay dış sesi ile bağlanma çabası ise çok da inandırıcı değil. Yani sinema dili numaraları dahi tutmuyor. Üstüne üstlük burada hapishanelerdeki şiddet meselesi “Duvar”daki (1983) kadar saldırgan olmasa da o kıvamda sahneler sunuyor sözde. Ancak finişe varıldığında şiddet eleştirisi yapmaktan ziyade, ‘her şey içeride orman kurallarıyla hallediliyordu zaten. Bir önleme gerek yok’ gibi suya sabuna dokunmayan bir politik görüşe saplanıldığını görebiliyoruz.

Sahnenin önünde cırtlak sesleriyle bağıran, abartılarla prim yapmaya çalışan oyuncular arasından tek sıyrılansa Hülya Avşar. Belki onun karakterinin Yavuz Bingöl’ünkü ile ilişkisi gerçek anlamda dengeli kurulsaydı –ki filmde bu duyguyu yakalamaktan aciz bir yönetmen var-, bu noktada bir duygusallık da gelebilirdi. Ancak Avşar, içten ve modern oyunculuk tarzıyla yalnız savaşçı olarak kalmış maalesef.

Trafik polisi mi, yönetmen mi?

Kağıt üstünde yönetmen olarak andığımız Saraçoğlu, teknik dallarda Mustafa Preşeva, Mustafa Ziya Ülkenciler gibi profesyonellerle de çalışmasına karşın, ne yazık ki trafik polisinden farklı bir duruşa sahip değil. Zira sanki sette dolaşan ekip ve kast üyelerini trafik polisi gibi o tarafa bu tarafa yollamaktan, ‘git-gel’ işaretleriyle yönlendirmekten başka bir şey yapmamış gibi hissediyorsunuz “72. Koğuş”u izlerken.

Üstelik oyunculara yüklenen bir yönetmenlik benimseseydi daha inandırıcı olabilirdi. Zira sürekli ‘iyi oyuncular’ın suratlarına ve mimiklerine bel bağlayan bir isim kendisi. Ancak senelerdir bundan yararlanmayı öğrenemedi.

Aksine burada kilit sahnelerde montajla işi kalıbına uydurma çabası, beceriksizliğini ortaya koymaya yetiyor. Nihai sonuçta sadece Avşar’ın tecavüz sahnesinin kuruluş şekli açısından bir yönetmenlik gözünden bahsedebiliriz. O da iki dakikayı geçmez. Geri kalan 95 dakika ne olacak peki? Onu da Saraçoğlu’na sormak lazım.

FİLMİN NOTU: 3

Künye:

72. Koğuş
Yönetmen: Murat Saraçoğlu
Oyuncular: Hülya Avşar, Yavuz Bingöl, Songül Öden, Kerem Alışık, Civan Canova, Nursel Köse, Ayça Damgacı, Ahmet Mekin
Süre: 97 dk.
Yapım Yılı: 2011

 COEN ELİ EKSİK

Bağımsız yönetmen Debra Granik “Gerçeğin Parçaları”nda bir ölümün acısıyla kavrulan Amerikan ailesine odaklanırken, son derece dramatik, dokunaklı ve hüzünlü bir yapı kuruyor belki. Ancak bu alana girerken ‘küçük kasaba kara filmi’ formülünde “Kansız”ın 26 sene önce yaptığı atılımın çok uzağında kalıp, görsel anlamda bir üslup oturtamaması dezavantajına olmuş yönetmenin. Zira filmi izlerken Coenler ile Robert Altman arasında bir skalada gidip geliyorsunuz. Zaman geçtikçe de yüklenilen tecrübesiz oyuncuların bu durumu kaldıramadığına tanıklık ediyorsunuz. Böylece “Gerçeğin Parçaları”, sadece Jennifer Lawrence’ın ölçülü başrol performansı ve atmosfer yaratma becerisine sahip ustalıklı sinematografisi ile izlenilebilir hale geliyor.

Amerikan bağımsız sinemasında bolca üretilen, hatta Robert Altman’ın dahi el attığı ruh hali odaklı akan kara filmlerin bir yenisi. Aslında “Gerçeğin Parçaları” (“Winter’s Bone”, 2010) için bir yönetmen üslubundan veya bir dert anlatma becerisinden söz etmek mümkün değil. Daha çok Debra Granik’in “Down to the Bone”dan (2004) sonraki ikinci filminde klişe söylemlerin izini sürmek için yola çıktığı yorumu yapılabilir. Yine de soğukkanlı bir tür örneği olarak tavizsiz durması konusunda hakkını vermek lazım nihai toplamın.

Görüntü yönetimi ve kadın oyuncu performansı üst düzey

Ancak daha çok sanki görüntü yönetmeni Michael McDonough’ın mavi tonlu başlayarak küçük kasabayı mercek altına alan, finişe yaklaştıkça da ton değiştiren sinematografisinin üzerinden yürüyen bir dili olduğu yorumunu yapabiliriz “Gerçeğin Parçaları”nın. Bu konuda Jennifer Lawrence’ın da adeta mimiksiz ve abartısız bir oyunculuk ile büyük katkı verdiği gerçeğiyle yüzleşmek mümkün.

Ama nedendir bilinmez Debra Granik tüm bu avantajlarına karşın burada ‘küçük kasaba kara filmi’ tanımını sinemasal bir başarıya dönüştürememiş. Çünkü filmin tamamına hakim olan bir üslupsuzluk görülebiliyor. Ne minimalist, ne yabancılaştırıcı, ne karakter odaklı, ne de inandırıcı bir dili var eldeki eserin. Böyle olunca da “Kansız” (“Blood Simple”, 1984) gibi küçük kasaba kara filminde (ya da western-noir kırmasında) Coen Kardeşler’in çığır açmasına yarayan bir eseri arattığına tanıklık ediyoruz ister istemez.

Southern gothic alanından seslenen üslupsuz bir film

Zira “Gerçeğin Parçaları”, başta Lawrence’ın tavizsiz oyunculuğu olmak üzere bütün performansları da ‘iki sınıf’ durur hale getirmeyi beceriyor. Çünkü üslupsuz bir havada akarken tecrübesiz oyuncuların üzerine çok yük bindirdiğinden, bunun altında eziliyor ve sonuna kadar hasarsız gelemiyor. Buna polis tiplemelerinin ve teşkilatının da ‘yapaylık’ı eklenince durumun vahameti katlanarak artıyor.

Yine de gerçek bir bağımsız ruh ve sinematografi alanında yükselen bir ses gerçeği ile yüzleşmek için doğru bir adresle karşı karşıyayız. Hollywood usulü kusursuz blockbusterlardan sıkılanlara sesleniyor.

Ancak kara film alanına hakim bir duruşu olduğu söylenemez. Daha çok sanki ‘southern gothic’ (Amerika’nın güneyindeki bölgelerde yaşayan halka odaklanan, aksanlı karakterlerin konuştuğu filmler) adlı formülün konseptinde aksanlı karakterleriyle bir ayrım salgılıyor gibi. Orada da yine Coen Kardeşler imzalı “Nerdesin Be Birader?” (“O Brother Where Art Thou?”, 2000) ile çarpışıp yere yığılıyor. Ama Amerikan ailesi üzerine verdiği karamsar mesajlarla dikkat çekebilir, hakkını yemeyelim.

FİLMİN NOTU: 3

Künye:

Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone)
Yönetmen: Debra Granik
Oyuncular: Jennifer Lawrence, John Hawkes, Shelley Waggener, Garret Dillahunt, Casey MacLaren, Kevin Breznahan, Ashlee Thompson
Süre: 95 dk.
Yapım Yılı: 2010

DJANGO HAYVANLAR KASABASINDA

Daha meşhur spagetti western serisi ‘Django’dan üreyen kahraman isminden başlayarak gerçek bir saygı duruşu filmi olarak anılabilir “Rango”. Bilgisayar animasyonu denemesi olması ve yönetmenlik koltuğunda ‘Karayip Korsanları’ serisini gişe şampiyonuna çeviren Gore Verbinski’nin oturması bu ilginçliğin kat sayısını arttırıyor. Bu damardan güç alan “Rango”, kerkentele ana karakterinden başlayıp Leone’den Eastwood’a uzanan bir gönderme skalasının izini sürerek, “Şrek” sonrası üreyen ‘kopyala-yapıştır animasyonlar’dan birine dönüşmeyi beceriyor belki. Ancak vardığı son noktada fantastik eğilimleriyle “Blueberry”nin, mizahi tarafıyla “Düello”nun ötesine geçemiyor.

Yönetmenden ziyade gerçek bir hasılat erbabı olarak gördüğüm Gore Verbinski, belki de kariyerinin en acayip işi ile karşımızda. “Rango” (2011), spagetti western başta olmak üzere bütün western türlerinde üretilmiş eserlerden parçaları içinden eriten bir ‘kopyala-yapıştır’ filmi. Çokça da “Şrek” (“Shrek”, 2001) sonrası üreyen yapıtları akla getiriyor. “Bir Köpekbalığı Hikayesi”nin (“A Shark Tale”, 2004) gangster filmine, “Canavarlar Yaratıklara Karşı”nın (“Monsters vs. Aliens”, 2009) B filmlerine yaptığını bu alana uyguluyor.

Zaman zaman ‘hayvan animasyonu’na kayması dezavantajına olmuş

Projenin yönetmenlik koltuğunda Gore Verbinski’nin oturması ve sinematografi danışmanının Coen’lerin kadrolu adamı Roger Deakins olması da bir hayli ilginç. Zira belli ki burada kertenkele tipli ana karakterden başlayarak ‘gerçeklik’ olgusunun üzerine gitmek amaçlanmış. Özellikle de western kasabasının ana prototiplerle doldurulurken,  neredeyse bütün hayvan türlerinden karakterleri içinde bulundurması ilginç.

Ancak bu durum filmin zaman zaman ‘hayvan animasyonu’ kavramına yaklaşarak yavan durmasına yol açıyor. Bu bağlamda da “Rango”yu sadece belli dönemlerinde eğlendiren revizyoncu bir western olarak görebiliriz.

“Blueberry” ve “Düello”nun üzerinde değil

‘İsimsiz adam’ göndermesinden düello sahnelerine, “Batıda Kan Var”ın (“C’era una volta il West”, 1968) belli sahnelerini kullanmasından daha nice numaraya kadar eğlendirdiğini kabul etmemek olmaz. Ancak bunu yaparken yine 60’larda patlayan bir spagetti western serisine, ‘Django’ya gönderme yapan Tarantino yapımcılığındaki Takashi Miike filmi “Düello”nun (“Sukiyaki Western Django”, 2008) çok da üzerine geçebilen bir eser değil karşımızdaki.

Sadece animasyon dünyasında ‘fantastik olan daha kolay yollarla yapılabilir’ avantajını lehine çevirdiği söylenebilir. Bu noktada da ejderhasından dev yılanına kadar gerçek anlamda bir vahşi hayvan popülasyonu hakim kılınmış. Bunların devasa boyutlarda çizilmesi de filmin üzerine Jan Kounen’in çizgi roman uyarlaması westerni “Blueberry” (2004) sisinin çökmesini sağlamış.

Bunun yanında da “Rango”, sanki Tarantino’nun özellikle “Kill Bill Vol 2”de (2004) kullandığı karelerden, metotlardan ve modelden beslenirken birazcık ‘yapıştırma’ hissiyatı yaratıyor. Johnny Depp, Alfred Molina, Bill Nighy, Timothy Olyphant gibi oyuncuların ses becerisine rağmen de bir Tarantino ihtiyacı ile çalkalanıyor süresinin tamamına ererken. Verbinski’nin tarzının biraz fazla ‘klasik’ kaldığını ve bu 107 dakikalık animasyona yakışmadığını hissediyorsunuz.

FİLMİN NOTU: 5.4

Künye:

Rango
Yönetmen: Gore Verbinski
Seslendirenler: Johnny Depp, Isla Fisher, Abigail Breslin, Ned Beatty, Bill Nighy, Timothy Olyphant, Alfred Molina
Süre: 107 dk.
Yapım Yılı: 2010

KOREOGRAFİ SİNEMASI

‘Alacakaranlık’ serisi ile bildiğimiz bağımsız şirket Summit, belli ki Hollywood’da şu sıralar var olan B filmi bilincinden haberdar. Zira “Sokak Dansı 3D”, serisinin üçüncü filmi olarak bu alanın dans filmi koluna dönüşmekte sıkıntı çekmiyor. Yönetmen John Chu’nun özellikle farklı müzik çeşitleriyle ve koreografi detaycılığı ile oluşturduğu görkemli dans sahneleri, bu eserin omurgasını oluşturuyor. Hikayenin önemsenmemesi ve acemi oyunculukların öne çıkarılmaması ise karşımızdaki B filmi denemesinin işitsel ve görsel dünyasına kapılmanızı sağlıyor. En kısa tanımıyla ‘B filminin bilinçlisi makbul’ dememize yol açıyor “Sokak Dansı 3D”.

Hepimizin aklında daha çok zanaatkar yönetmen Anne Fletcher ve yakışıklı Channing Tatum’u Hollywood piyasasına kazandıran seri olarak kalmış olabilir. Ancak 2006’da ülkemizde “Benimle Dans Et” (“Step Up”) adı ile direk DVD piyasasına giren o filmin üzerinden tamı tamına dört sene geçti. 2008’de çekilen “Sokak Dansı”ndan (“Step Up 2: The Streets”) sonra 2010 tarihli üçüncü filmin de yönetmenlik koltuğunda John Chu var. “Sokak Dansı 3D” (“Step Up 3D”, 2010), onun ‘zanaatkar’ katkılarıyla ilk filmin seviyesini yakalamayı beceriyor.

İlkinin seviyesini yakalamış

Belki “Benimle Dans Et”, Afro-Amerikan alt kültür üzerinden ve töre meseleleriyle ilgili belli şeyler söyleyen aşk ve koşuşturmaca dolu bir dans filmi idi. Ancak ondan sonra serinin ‘hikaye’ kullanma arzusu bir kenara bırakıldı. Bunun yerine olayları dans ile anlatma ve dramatik çatıyı o bağlamda kurma mantığı zirveye çıktı. Jon Chu da ikinci filmde bunu oturtamamasına karşın serinin üçüncü ayağında sözünü ettiğimiz şeyi başarıyla perdede canlandırıyor.

“Sokak Dansı 3D”, üç boyutlu olmasının etkisini çok fazla arkasına almazken, sinemada dans koreografileriyle derdini anlatma becerisini gösterebilen nadir eserlerden birine dönüşüyor. Aynen Alan Parker’ın müzikal alanında yer etmeyen ama bu konuda başarılı adledilen filmi “Fame” (1980) gibi. Bu açıdan da buradaki klasik ‘dans yarışmasını kazanırsak hayatımız kurtulacak’ hikayesi asla bizim “Uçan Melekler”deki (2010) gibi dramatize edilmiyor veya ‘çöp’e dönüştürülmüyor.

Dans sahnelerinin koreografilerinin üzerine gitmiş

Aksine yönetmen, hip-hop, popüler müzik, klasik müzik ve vals gibi farklı müzik türleri için koreografi yaratmasını bilmiş. Filmi de yürüten belki bu çeşitlilik olabilir. Buna istinaden özellikle dans yarışmasının raundlarının ‘dövüş filmi’ güdüsüyle atari oyunu kıvamında yerleştirilmesi belli bir başarı salgılıyor. Bu da filmin B filmi kimliğiyle seslenirken, bir taraftan da yapay oyunculuklara saplanmaktan ziyade sekansları bu doğrultuda kurmasına katkı yapıyor.

Bu bağlamda “Sokak Dansı 3D”, vals ile açılan balo sahnesiyle, aşkın yükseldiği anda sokaktaki plan sekanstan fışkıran klasik müzikal algısıyla, koşma sahnelerinde yükselen müzikle ve seyirciyi ‘fantastik’ ya da ‘görkemli’ yolculuğa çıkaran münferit grupların dans yarışmasındaki performanslarıyla öne çıkıyor. Böylesi sekansların 10’ar dakikalık birer koreografi şovu sunmasının izinde de gerçek anlamda bir ‘dans filmi’nin içinde olduğumuzu hissettiriyor. Geriye kalan yine 40-50 dakikalık süreyi ise bu boşluğu doldurmak için kullanmış yönetmen Chu.

Yönetmenin stüdyolara sıçraması an meselesi

Lafın özü devam filmleri içinde bilinçli ve ikincisinin de bir hayli üzerinde bir duruşu var bu eserin. Detaylıca örülmüş koreografilerin bir kurgu becerisi bulundurmasa da müzik ile tempoyu iyi ayarlaması önemli. Buna paralel olarak Jon Chu’nun ilerleyen dönemde stüdyolarda ‘koreografi sorumlusu’ görevini üstleneceğinin garantisini verebiliriz. Belki de bir John Woo filminde çalışır kimbilir?

FİLMİN NOTU: 4.5

Künye:

Sokak Dansı 3D (Step Up 3D)
Yönetmen: Jon Chu
Oyuncular: Rick Malambri, Adam G. Sevani, Sharni Vinson, Alyson Stoner, Keith Stallworth, Kendra Andrews
Süre: 107 dk.
Yapım Yılı: 2010

KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

127 Saat (127 Hours): 7
Aşk Tesadüfleri Sever: 5.4
Aşk Sarhoşu (Love & Other Drugs): 5.5
Ayı Yogi (Yogi Bear): 1.9
Ayin (The Rite): 2.4
Benim Adım Aşk (I Am Love): 7.4
Biutiful: 4.3
Büyük Sır (Get Low): 3.4
Cadılar Zamanı (Season of the Witch): 3
Çalgı Çengi: 0.5
Dövüşçü (The Fighter): 5.6
Eyyvah Eyvah 2: 3.5
Gulliver’in Gezileri (Gulliver’s Travels): 5.4
Günah Keçisi: 3.6
Hür Adam Bedüizzaman Said Nursi: 3.5
İncir Reçeli: 4.9
İz Peşinde (True Grit): 4
Kaçış Planı (The Next Three Days): 3
Kağıt: 6.5
Kukuriku: Kadın Krallığı: 2.5
Kurtlar Vadisi: Filistin: 2.7
Kutsal Damacana: Dracoola: 4
Megazeka (Megamind): 5.3
Memleket Meselesi: 2.1
Sanctum: 1.7
Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak: 2
Siyah Kuğu (Black Swan): 9
Şampiyon (Secretariat): 3.4
TRON Efsanesi (TRON Legacy): 5.5
Ya Sonra: 1.2
Yeşil Yaban Arısı (The Green Hornet): 6.4
Zoraki Kral (The King’s Speech): 6.5

Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

HT