Altyazı’dan İstanbul Film Festivali tavsiyeleri

Filmler
TAVSİYELER   İzlediğimiz ve kaçırılmaması gerektiğini düşündüğümüz, hemen her sinemasevere tavsiye edebileceğimiz filmler…   Armadillo: Geçtiğimiz yıl Cannes’da ‘Eleşt...
EMOJİLE

TAVSİYELER  

İzlediğimiz ve kaçırılmaması gerektiğini düşündüğümüz, hemen her sinemasevere tavsiye edebileceğimiz filmler…
 
Armadillo: Geçtiğimiz yıl Cannes’da ‘Eleştirmenler Haftası’nın büyük ödülünü kazanan Armadillo, Afganistan’da Taliban militanlarının izini bulmaya çalışan Danimarkalı bir askerî birliği altı ay boyunca takip eden aşırı gerçekçi, yer yer video oyunu estetiği taşıyan sert bir belgesel.
 
Bir Ayrılık (Nader and Simin: A Separation): Asghar Farhadi, Berlin’de Altın Ayı’yı hak ederek aldı. Son zamanların en iyi İran filmi olarak nitelenebilecek Bir Ayrılık, tek bir aileyi ve birkaç günlük bir olayı odağa alarak, adalet sisteminden cinsiyet rejimine kadar uzanan çok boyutlu bir İran portresi çiziyor. Yalan söylemeden yaşanamayacak bir dünyada “hakikate” dair nefes kesici bir film.
 
Bizim Büyük Çaresizliğimiz: Berlin’de yarıştıktan sonra ilk kez festivalde Türkiyeli seyircinin karşısına çıkacak olan Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de, Barış Bıçakçı’nın romanı, gündelik durumların ardındaki duygu yükünü görünür kılan, mizahi olduğu kadar melankolik bir ‘yetişkinlikle yüzleşme’ filmine dönüşmüş.
 
Ekümenopolis: Ekümenopolis, festivalin ulusal yarışma bölümünde yarışacak ilk belgesel olma özelliğini taşıyor. İstanbul’un içinden geçtiği hızlı değişimi ve yarattığı yıkımları gözler önüne seren filmi izlemek için çok neden var. "Kentsel dönüşüm" adı altında şehrin maruz kaldığı rant savaşını ve neoliberal saldırıları teşhir eden film, aynı zamanda buna direnç gösteren kentlilere de söz hakkı veriyor.
 
Genesis ve Lady Jaye’in Şarkısı (The Ballad of Genesis and Lady Jaye): Klasik bir belgesel değil bu, daha çok bir aşk güncesi. Berlin’de queer filmlerine verilen Teddy ödülünü alan Genesis ve Lady Jaye’in Şarkısı birbirine çok âşık iki insanın ‘tek olma’ hayallerini takip ediyor. Bunu yaparken de cinsellik, fetişizm, endüstriyel müzik ve en önemlisi yaratıcılığa dair çok şey söylüyor.
 
Işığa Özlem (Nostalgia for the Light): Işığa Özlem, bilim adına milyonlarca ışık yılı öncesini inceleyen ama yakın geçmişine bakamayan bir toplumu anlatıyor, Arjantin’i ya da Türkiye’yi. Askerî darbelerin bıraktığı ruhsal yara izlerine ve her şeye rağmen hafızaya sahip çıkma direncine dair yapılmış olağanüstü ilham verici, insani ve şiirsel bir belgesel.
 
Kadın İsterse (Potiche): François Ozon’dan 70’lerin kitsch TV estetiğinde, Catherine Deneuve ve Gerard Depardieu’nün başrolde olduğu bir melodram, ama siyasi ve feminist bir melodram! Sitcom’la 8 Kadın (8 femmes) iç içe geçince, burjuva çıkışsızlığına dair uçuk, sarkastik ve ziyadesiyle eğlenceli bir film çıkmış ortaya.
 
Morg Görevlisi (Post Mortem): 2009’un Altın Lâle’sinin sahibi olan Tony Manero’nun Şilili genç yönetmeni Pablo Larrain, yeni filminde politik arkaplanı daha da netleştirerek, darbenin alacakaranlığındaki Şili’de, toplum dışında kalmış bir ikilinin toplumsal olanla yüzleşmesinin hikâyesini yine soğukkanlı, sert ve çarpıcı bir biçimde anlatıyor.
 
Ömrümüzden Bir Sene (Another Year): Mike Leigh emeklilik yıllarına yaklaşmış Tom ve Gerri’nin hikâyesini anlatırken bildik çizgisinden sapmıyor. Ömrümüzden Bir Sene, yalnızlığı ve huzursuzluğu birliktelik ve huzur üzerinden anlatan bir film.
 
Şiir (Poetry): İzleyiciyi duygusal olarak altüst eden Vaha (Oasis) ve Gizli Günışığım (Milyang) gibi gerilimli melodramların yönetmeni Koreli Lee Chang-Dong, şiir kursuna katılan 60’lı yaşlarındaki bir kadının yolculuğunu, seyirciden sabır isteyen soğukkanlı, mesafeli bir sinema diliyle anlatıyor.
 
Pina: Wenders’in filmi modern dansın efsane ismi Pina Bausch’a saygı duruşunda bulunmaktan ziyade onun eserlerinin ruhunu sinemaya aktarmayı hedefliyor. Muhteşem görselliğinin ve üçüncü boyutu ustalıkla kullanmasının da katkısıyla Pina, izleyiciyi duygusal yoğunluğu yüksek bir deneyime davet ediyor.
 
Zefir: Belma Baş bu ilk uzun metrajında, annesiz yaşamanın acısı kadar anne olmanın acısını da duyumsatan, ölüm/kayıp bilinciyle tanışma üzerine şiirsel ama aynı zamanda sert ve acımasız bir filme imza atmış.
 
MERAKLISINA
 
Konunun, yönetmenin ya da türün meraklılarının kaçırmaması gereken filmler…
 
Torino Atı (The Turin Horse): Yola çıkmayı reddeden bir at ve dünyaya inancını yitirmiş insanoğlu. Rüzgârın her dokunuşunu seçebileceğimiz siyah-beyaz bir sinematografiyle gündelik ritüellerle geçen altı günlük bir bekleyişe tanıklık ediyoruz. Macar usta Bela Tarr’ın bu son filmi, adeta zamanın durduğu bir dünyayla baş başa bırakıyor seyircisini ve sadece bu tür bir “ağırlığı” göze alabileceklere hitap ediyor.
 
Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go): Kazuo Ishiguro’nun “1990’larda geçen bilimkurgu-gençlik romanı”nın nasıl bir sinemasal dünyaya çevrildiğini görmek başlı başına cezbedici. Öncelikle romanın hayranlarına hitap eden filmin senaryosunda 28 Gün Sonra ve Gün Işığı gibi kalburüstü bilimkurgu filmlerinden tanıdığımız Alex Garland’ın imzasının bulunması da iştah açıcı.
 
Ha Ha Ha: Koreli usta Hong Sang-soo’nun Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünden ödülle dönen filmi, biri sinemacı adayı, diğeri film eleştirmeni iki arkadaşın geride kalan tatil hakkındaki sohbetleri üzerinden şekilleniyor. Ha Ha Ha’nın Hong’un en iyi filmlerinden biri olmadığı söylense de, yönetmenin sıkı takipçileri filmi kaçırmamalı.
 
Kanatsız Taklalar: Kısa filmlerinde yoksul mahallelerde yaşanan hayatı, kaskatı bir gerçekçilik kadar en mahrem düşlere kadar sokulan bir duygu yoğunluğuyla da anlatan Savaş Baykal’ın bu uzun metraj çalışmasını, norm dışı bir gözlem gücüne sahip bir yönetmenle tanışmak isteyenler kaçırmasın. Zira, düşük bütçeyle, el emeğiyle çekilen bu filmi başka bir yerde izleme şansınız olmayabilir.
 
Kestirme Yol (Meek’s Cutoff): Festival izleyicisinin Geçmiş Zaman Olur Ki (Old Joy) ve Wendy ve Lucy ile tanıdığı Kelly Reichardt yeni filminde, 19. yüzyıl ortalarında Batı’ya doğru göç eden bir grup yerleşimciyle onları çölün ortasına sürükleyen rehberlerinin öyküsünü anlatırken ırk, medeniyet, toplumsal cinsiyet kavramlarını tartışan bir westerne imza atıyor.
 
Lizbon’un Gizleri (Mysteries of Lisbon): Camilo Castelo Branco’nun 1852’de yazdığı romandan Raoul Ruiz’in uyarladığı film, yetim Joao’nun geçmişiyle ilgili bilgilerin yavaş yavaş ortaya çıkmasıyla başlıyor. Bir karakterin öyküsünden bir diğerine geçerken, katman katman açılan geçmiş, sırlar, tutkular ve trajedilerle yüklü bir biçimde tüm karakterleri birbirlerine bağlıyor. Hem edebi hem de sinematografik olarak çok iyi bir klasiği bir solukta bitirmişçesine salondan çıkmak isteyenler için, bu 266 dakikalık deneyim kaçırılmaz fırsat.
 
Ölümüne Kaçış (Essential Killing): Vincent Gallo’nun bir Taliban mücahidini canlandırdığı bir Jerzy Skolimowski filmi ancak kaderin bir şakası olabilir. Ve evet, Anna ile Dört Gece ile sinemaya dönüş yapan Skolimowski’nin klasik bir hapishaneden kaçış hikâyesinin insani boyutuyla ilgilendiği bu şakayı kaçırmamak lazım.
 
Keşke Bilseydim (I Wish I Knew): Filmleri ve kurmacayla içli dışlı belgeselleriyle Çin’in kültürel dönüşümünü kayıt altına alan Jia Zhang Ke, bu kez de Şangay’ın saklı kalmış hikâyelerine dair bir görsel hafıza filmine imza atıyor. Kültür devrimi ve iç savaşı yaşamış bireylerin tanıklıklarıyla ilerleyen film, bellek ve kent kavramlarının yan yana gelişinden heyecan duyanlar için çok şey vaat ediyor.
 
Mutluluğum (My Joy): Bürokrasinin ve polisin şiddetini, gündelik hayata hakim olan orman kanununu ele alan Mutluluğum, belirli bir zamanın hikâyesini anlatmak yerine daha büyük bir karanlığın zamandışı tasvirini sunuyor. Film, geçtiğimiz yıl Cannes’da seyirciyi en çok zorlayan yarışma filmlerinden biriydi.
 
Siyah Venüs (Black Venus): 2007 tarihli Balıklı Bulgur’da (La graine et le mulet) sıradan hayatları oya gibi işleyerek diyalog odaklı bir epik çıkaran Abdellatif Kechiche, yeni filminde 19. yüzyıl başlarında Avrupa’ya getirilen Afrikalı bir kölenin gerçek hikâyesinden yola çıkarak ırkçılık ve faşizmi inceleyen sarsıcı bir dönem filmine imza atıyor.
 
Şafak (Aurora): Cristi Puiu Bay Lazarescu’nun Ölümü’yle bir anda yeni Romen sinemasının yıldızları arasına girmişti. Puiu, nedeni belirsiz bir cinayeti uzun planlar eşliğinde anlattığı bu üç saatlik yeni filminde kapkaranlık bir dünya kurarken, başrolde de bizzat yer alıyor.
 
KLASİKLER
 
Festivalin 30. Yıl Özel, Bir Zamanlar Festivalde: Siyad’ın Keşifleri, Anılarına ve İsimsiz (Film) bölümlerinde hatırlatmaya gerek duymayacağımız denli önemli filmler gösteriliyor. Yenilenmiş kopyasıyla Üç Arkadaş, Nazi soykırımının en kapsamlı belgesi Shoah, 8½, Cennetten de Garip, Kanlı Düğün, Narayama Türküsü, Petra Von Kant’ın Gözyaşları… Saymakla bitmez. Biz bunların aralarından, daha az bilinenlerine, gözden kaçabilecek olanlarına dikkat çekelim istedik. 
 
40 m2 Almanya (40 m2 Deutschland): Tevfik Başer’in 1986 yapımı bu ilk uzun metrajı, Almanya’da eve kapanmaya mahkum bırakılan bir Anadolu kadınının hikâyesini asla akıllardan çıkmayacak bir yoğunlukla anlatır. Toplumsal cenderenin, baskının ve zulmün, sınırlar ötesi, zaman ve mekân ötesi boyutunu ortaya koyduğu için mutlaka izlenmeli.
 
Çöl İşaretçileri (Wanderers of the Desert): Tunuslu Nacer Khemir’in 1986 yapımı bu ilk filmi, eşine az rastlanır bir sinemasal dünya yaratıyor. Doğu’nun efsaneleri gerçek dünyaya taşıyor, çöldeki gündelik hayatın rutiniyle masallar, trajediyle komedi ayırt edilemez bir hal alıyor. Tayfun Pirselimoğlu’nun Çöl Masalları kitabına esin kaynağı olmuş bu eşsiz ve garip film beyazperdede izlenmeli.
 
Kötü Kan (Bad Blood): Daha çok, ülkemizde bir nevi klasiğe dönüşen Köprüüstü Aşıkları (Les Amants du Pont-Neuf) ile tanınan Leos Carax’nın Kötü Kan’ı, sinemanın renklerine, estetiğine, sınırsız anlatım olanaklarına âşık olanlar için paha biçilmez bir filmdir, değinmeden geçmeyelim.
 
Paris Komünü (La Commune): Sosyalist sinemacı Peter Watkins’ten, 1871’de yaşananları adım adım anlatırken günümüz medyasının eleştirisini de yapan 345 dakikalık Brecthyen bir başyapıt.
 
Sade İçin Ulumalar (Howlings in Favour of de Sade): ‘Gösteri toplumu’nun büyük düşünürü Guy Debord’un, sinema alanında yaptığı çalışmalardan ilki olan Sade İçin Ulumalar, bir filmden çok insanı sinema ve anlamı üzerine düşünmeye sevk eden bir ‘deney’. Sinema salonunda gerçekleşecek bu deneyin parçası olmak gerek.