Ayhan Küflüoğlu: İman etmek ayrı, İnkâr etmemek ayrı

Şehirler
Önceki yazılarımızda; “iman”ın, başta anne – babayı taklid ve çevreden tevarüs edilerek, kabul edilen bir “önkabül ve taklid” aşamasının olduğundan bahsetmiş; fakat sonradan yapılan / yapılacak bir “t...
EMOJİLE

Önceki yazılarımızda; “iman”ın, başta anne – babayı taklid ve çevreden tevarüs edilerek, kabul edilen bir “önkabül ve taklid” aşamasının olduğundan bahsetmiş; fakat sonradan yapılan / yapılacak bir “tahkik ve araştırma”yla; hazır bulup, içine doğduğumuz ve peşinen doğru kabul ettiğimiz bu “iman”ın; te’kid ve te’yid, doğrulama ve sağlamasının yapılabileceğini söylemiştik. Zaten dinimizin bize, bir ideal ve hedef olarak gösterdiği “iman” da; böyle, süreçlere “akıl, göz, kulak” gibi duyuların da dahil edildiği bir “iman”dır.

 

Fakat orada şunu da eklemiştik: Her insandan; bir kelâmcı ve filozof gibi, tahkik ve araştırma yapmasını beklemek; inandığı her birşey için, delil ve ispat prosedürü beklemek doğru değil. Çünkü: Her insanın, kapasite ve fıtratı farklı.

 

Fakat şu önemli: İstisnasız, her müslümanın kendi yanında; İslâm hakkında, kendini ikna ve ilzam eden, kendine yeterli (enfüsî ve / veya afakî) bir delil – ispatı var. O müslümanın yanındaki “delil”, sana göre belki geçersiz olabilir. Ve hattâ; “görülen bir rü’ya, kabul edilen bir dua” gibi; başkaları için rasyonel hiçbir bağlayıcılığı olmayan, hattâ absürd bir delil de olabilir!

 

Fakat eğer konu; kişinin, inandığı dini ve inançlarını, delil – ispat prosedüründen geçirmekse; velev hatalı bile olsa; bu kişinin, böyle bir  tahkik – ispat süreç / serüveninden geçtiğini söyleyebiliriz. Bu kısmı hatırımızdan çıkarmamak kaydıyla, bu haftaki yazımıza başlayalım.

 

Evet iş, “inandım ve iman ettim” demekle bitmiyor, bitmez; bu aşamadan sonra, “iman”ın, hayat yolculuğu bitene dek; muhafazası gerekiyor. Bu iman ve itikadın; zihin ve kâlpte sabitlenmesi ve kuvvetlenmesi için; en azından bulunduğu seviyeden geriye düşmemesi ve muhafazası için; hergün, her vakit, tahkim ve takviye edilmesi gerekiyor. Yani: Mevcut imanın; zayıf düşüp, hastalanmaması için; tıpkı bedenimiz gibi, her gün doyurulması gerekiyor. Bu; iman merkezli, bazı manevî ince damar ve letaiflerimize, her vakit taze kan ve oksijen pompalanması için de şart.

 

Mevcut imanımıza; her gün gerekli bakımı yapmaz; bu yetmezmiş gibi, bir de, muktazi ve gereklerine aykırı ve zıt amellerde bulunursak; bu dünyada, her hissin başına geldiği gibi; bu “iman ve eminlik, emniyet ve teslimiyet” hissimiz de, yıpranır ve sönümlenir! Zamanın geçmesinden kaynaklanan, ülfet ve alışkanlıkla; bir de, gaflet ve işlenen günahların, yıpratmasıyla; sönmeye başlar! Bu aşamadan sonra da, kâlpteki “iman”, bir algı ve bilinç hâli olmaktan çıkıp; elektrik almadığından, ışık vermeyen; hücre ve davranışlarımızda, herhangi bir etki ve yansıması görülmeyen, bir ampüle benzer.

 

Çünkü: Mahalli kâlp olan “iman”; kâlbimizin, her atımda hâle hâle girmesi (tahavvül etmesi) gibi; kendisi de, kâlp gibi müteharrik ve mütehavvil  olup; aldığı temiz kan ve gıdaya göre, ya gelişir veya damarları tıkanıp, zayıflar ve ölür! (Allah muhafaza buyursun!)

 

Burada kısa bir not düşelim: “Kâlp” derken; göğsümüzde her daim atan, maddî “yürek”i kasdetmiyoruz. Kâlp: İnsanın manevî vücudunda bulunan, gayri maddî bir organ ve duyu olup; maddî vücuttaki, simetrik veya asimetrik karşılığı ve zuhur yeri, “yürek”tir. Maddî yürek’in, tüm damar ve organlara, “âb-ı hayat” olan kanı ulaştırması ve kirlenen kanı tekrar geri alıp, temizlenmesi için akciğerlere göndermesi gibi; “manevî kâlp” de, aynı fonksiyonu, manevî beden için görür. Tabi burada, “yürek”in tek görevinin; hücre ve organları beslemek ve kanı temizletmek olmadığını da belirtmemiz gerekiyor… Kâlp; “anlam ve mânaların, duygu ve düşüncelerin” merkezidir. Fakat, şu kadar varki: Yazılım ve kelime ve kodlar, bir disk gibi, “beyin”de kaydedilip – işlenir ve gerektiğinde çağrılır. Fakat bunların “anlam”ı (ne anlama geldiği) ve “te’sir ve uyandırdığı hisler”, kâlp’tedir. Burada; beyin ve kâlp arasındaki ilişki ve etkileşim; interaktif olup, tek yönlü değildir. Bu etkileşimde, “kâlp” âmir durumda da olsa; beyin ve vücudun diğer organlarından gelen te’sirlere açıktır ve etkilenir. Bu etkilenme; bir kuş tüyünün, en küçük bir rüzgârda, 180 derece dönmesi veya bir meteoroloji aletinin, havadaki en küçük bir nem – basınç değişimlerini farketmesi gibi, hassastır… Günümüz Biliminde, galibiyeti açık ara önde “beyin” kazanmış görünüyor ama belki ileriki yıllarda, araştırmaların derinleşmesiyle ve belki yeni yapılacak keşiflerle; “Duygu ve Düşüncelerin merkezi neresidir?; Kral kim?: Beyin mi, Kâlp mi?; Beyin – Kâlp – Ruh münasebeti” konulu yeni tartışmalar doğabilir.

 

Konumuza dönersek; hergün ve her davranışımızda, hattâ her ân / mekânımızda; içimizdeki “iman”a uygun veya zıt şıklar arasında tercihlerde bulunarak; imanımızın üzerindeki tozları temizliyor ve yeniliyor / yineliyor veya tozlanıp, kirlenmesine izin vererek, yıpratıp – eskitiyoruz!

 

Yani: “İman”; statik ve durağan birşey değil. Hergün, her ân “eksi” veya “artı”ya yol alıyor. Yani: “İmanımız” da, entropiye dahil! O da, eskir ve enerji kaybeder. Arabamıza baktığımız gibi, ona da hergün bakmaz ve temizlemez, korumazsak; yıpranma ve arızalarını gidermezsek; aşınır ve bozulur ve en sonunda da, ne dünya ve ne de ahirette faydası olmaz; tamamen hurdaya ayrılır! (Allah muhafaza!)

 

Peki bizim “iman” derecemiz ne durumda? En son ne zaman check up yaptırdık? Elimizde bir “imanölçer” yok ve faraza olsaydı bile; milletin imanını ölçmek gibi, bir vazifemiz de yok, vaktimiz de yok. Vaktimiz olsaydı bile, böyle bir merakımız da yok. Fakat herkes, kendisi için, bunu merak etmeli. Öyleyse, herkes kendi muhasebesini, kendisi yapacak.

 

Elimizde “imanölçer / imanometre” yok dedik ama “intelektüel zekâ (IQ), duygusal zekâ (EQ), sosyâl zekâ (SQ)” testleri gibi; “İman Zekâsı”nı da ölçen ve yaklaşık sonuçlar veren, bir test geliştirilebilir. Hattâ geliştirilmesini beklemeye bile lüzum yok; bunu kendimiz test edebiliriz.

 

Meselâ: Eğer sadece camide veya namazda veya ölüm korkusuyla yüzleştiğimiz zamanlarda, bir Rabbimiz olduğu ve bizim de O’na iman ettiğimiz aklımıza geliyor ve sadece bu korku veya üzüntü zamanlarında, O’nu hatırlıyor ve anıyorsak; bizdeki bu iman, zayıf ve kuvvetsiz demektir.

 

“O’nun bizi, her ân / mekânda görüp – izlediğine iman ediyoruz” deyip; sonra da hiç görmüyormuş gibi, kameralar önünde değilmişiz gibi, hayatımızı devam ettiriyorsak; ya bizde veya imanımızda bir sorun var demektir!

 

Böyle; O’nu “unutarak” veya “yok(muş)” gibi davranarak veya gördüğüne “ehemmiyet vermeyerek”; üstelik bu durum gayet normâl ve olağanmış gibi hayatımızı devam ettirerek; yani burada, sanki hiçbir problem yokmuş gibi, bunu hiç sorun etmeden, güle oynaya hayatımızı devam ettiriyorsak; durumumuz, düşündümüzden daha vahim demektir!

 

Bu “iman – amel” arasındaki mesafe, bu “söylem – eylem” arasındaki uçurumun kapatılması; bence en önemli gündem meselemiz olmalı! Çünkü: İçimizdeki bu çelişki ve çatışmalar, bu parçalanma ve bölünmüşlük; bu çarşıda “kapitalist”, camide “müslüman”; farklı şizofrenik tavırlar, hayatımız boyunca bize huzur vermeyecek!

 

Zaten bu oynadığımız çelişkili, zıt roller, huzur vermediğinden dolayı; çoğumuz, birinin lehine karar verip, içimizdeki kavgayı bitiriyoruz. Ve bu kavgayı bitirmede; genelde, “inancımız” lehinde değil de, “eylem / amelimiz” lehinde karar veriyoruz. Yani: İnandığımız gibi yaşamadığımız için; genelde, yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz! Ve böyle yaparak; “iman – amel, söylem – eylem” arasındaki mesafe ve zıtlığı; sözde, kapatmış ve çözmüş oluyoruz!…

 

Buradan anlaşılıyor ki: Dış, ekonomik, siyasî piyasalardan önce; bizim bu iç piyasadaki çelişki ve dengesizlik; içimizdeki bu carî açıklarımız; ana gündem maddemiz olmalı. Çünkü: İç dengelerimiz, birbirleriyle çelişki ve çatışma yaşıyorsa; bundan doğan huzursuzluk ve sıkıntılarımıza, dış piyasalardan da çözüm bulamayız.

 

Meselâ: Dışarıdan para ve zenginliğimizin artması, içimizdeki yarayı, tedavi etmez. Çünkü: “Para”, ancak parasal sıkıntıları çözer; içsel sıkıntıları değil! Çünkü: İçsel sıkıntıların çözümü, içeriden; dışsal olanların, dışarıdan olur. Dışarının güllük gülistanlık olması, içimizdeki yangını söndür(e)mez yani. Rutin dışına çıkıp, en güzel bir yere, tatile de gitsek; sıkıntı ve huzursuzluğumuz geride kalmayacak, o da bizimle gelecek!…

 

Zaten insan, kendisiyle başbaşa olduğu, yalnız kaldığı zamanlarda; kendisiyle mutlu ve huzurlu değilse; ortam değiştirerek; başkalarıyla, başka yer ve zamanlarda, başka meşguliyetlerle, mutlu olabileceğini zannetmesi de, bir hayâl! Böyle yaparak; ancak, içindeki sıkıntıyı, bir nebze uyuşturmuş olur. Geçici olarak dertlerini unutur ancak ve olası çözümlerini de geciktirmiş olur.

 

Dedim ya: Bizdeki problemlerin kaynağı, dışarıdan değil; içeriden, içimizden geliyor. En kaliteli arabaya, en kaliteli benzini de koysanız; içerdeki motorda bir problem varsa, faydası olmaz.

 

Geçmişimizin bir noktasında, belki bilerek veya hiç farkında olmayarak; bilinçaltımıza itip, unutmaya çalıştığımız ve çözümünü ertelediğimiz bu problemle; ölüm gelmeden yüzleşmeliyiz. “Yarına garantisi olmadığı”nı söyleyip; sonra da, garantisi varmış gibi yaşamak; bir tezat çünkü! “Elbet birgün öleceği”ne inandığını söyleyip; sonra da, o günün, “bugün” veya “yarın” olmadığına inanmak; bir çelişki çünkü! “O’nun, hep gördüğünü” söyleyip; sonra da, “görmüyormuş gibi” davranmak, yapmak, yaşamak; bir tutarsızlık çünkü!…

 

Yukarıda: “Bir imanölçer icat edilmedi henüz ama bazı testlerle, herkes kendi iman derecesini ölçebilir ve ölçmeli” demiştik. Meselâ: En hafif bir ibadeti yaptıracak kadar bile enerjisi kalmamış ve en kolay bir, iyi davranışa bile, bizi ateşlemeyen ve motive etmeyen ve en küçük bir vesvese ve şüphe de bile, sarsılan ve titreyen bir “iman”; eskimiş ve zayıflamış demektir! Kendisini bile taşımayan ve aydınlatmayan, böyle bir “iman”; uzun ahiret yolculuğunda da; bizi, bir yere taşımaz kanaâtindeyim! (Allah muhafaza buyursun!)

 

Zaten dünyadaki sıkıntılarda bile, bize teselli ve dayanak olmayan; elemlerimizi azaltıp, mutluluk ve hazlarımızı da arttırıcı bir etkisi olmayan, bu imanın; bize, ahirette faydası olabileceğini düşünmek, bence, fazla saflık olur! Yani: Dünyadaki hayatımıza bile faydası olmayan, böyle bir imanın; ahirette faydası olabileceğini düşünmek; pek gerçekçi gelmiyor bana!

 

Hem, “inandığı gibi yaşamayan” bir insanda; hergün hatırlanmayan ve  gereken değer ve önem verilmeyen ve bakımı yapılmayan bir “iman”ın; aynı kalıp, hiç bozulmayacağı ve silinmeyeceğini düşünmek; zaten, ayrı bir tuhaflık!

 

Kaldı ki; normâl zamanlarda, söz ve davranışlarımızda, hiçbir etki ve alâmeti görünmeyen ama başa gelen sıkıntılarda, hatırlayıp, çekilecek bir “imdat kolu” da değil “iman!” Onun gerektirdiği görev ve sorumlulukları yapmayıp, külfetine katlanmadığımız ama dünyadan daha fazla keyif ve lezzet almak ve ölüm korkusunun da arkasından dolaşmak; ve daha önemlisi; ölünce, çürüyüp – yokolma dehşetini, hissetmemek için; yani pragmatik ve hedonist kaygı ve endişelerle kullanılacak, psikolojik bir enstrüman da değil, “iman!”

 

Zaten, içimizdeki “iman”ı; dünya ve ahirette ebedi sâadeti kazandıracak, çok kıymetli ve değerli bir mücevher olarak görmediğimizden; ona, üç kuruş paraya verdiğimiz kıymet kadar, kıymet vermediğimizden; sağlığımıza dikkat edip, maddî bedenimizi beslediğimiz kadar, ona önem vermediğimizden; algı ve davranışlarımızın, varlığa bakış ve niyetlerimizin; bir ateist ve deist veya hristiyan ve yahudiden, farkı yok!

 

Yani, bizdeki “iman ve İslâm”; bizi harekete geçirecek veya davranışlarımızı düzenleyip – yön verecek, bir enerji ve motivasyon kaynağı olmaktan, çoktan çıkmış! Ve daha acısı: Bunun farkında da değiliz ki; pişmanlık ve tevbe – istiğfarla, tekrar doğru şeride girelim! Bundan daha da kötüsü: Kendindeki problemin farkında olup da; ülfet ve alışkanlık ve kalbinin hissizleşip – paslanmasıyla, hiç nedamet ve pişmanlık hissi duymayanlar da var!

 

Elhasıl: İman edip, müslüman olmayı; Kanarya Sevenler Derneği’ne üye olmak gibi, birşey zannediyoruz herhâlde! Bence hepimiz, dışarıdan gözümüzü, kulağımızı çekip; içimize yönelmeli, içimizi dinlemeliyiz. Ama “iman etmek” ayrı, “inkâr etmemek” ayrı şeyler olduğunu bilerek, yapmalıyız bunu! Yoksa, Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği üzere; puta tapan kâfir ve müşrikler de, “Allah”ı ret ve inkâr etmiyorlardı!…

 

Evet; “iman etmek” ayrı, “inkâr etmemek” ayrı. Yoksa, oranı % 3 – 5’i geçmeyen Mutlak Ateistleri saymazsak; Tanrı’yı, bir ilâhı “inkâr eden” yok zaten! Ama dinimizin bildirdiği Allah’a “iman eden” az! Zaten; “Lâ ilâhe (ilâh yok)” diyerek, bütün bu bâtıl Tanrı ve (hristiyan, yahudi, deist, putperest) Tanrı tasavvurlarını reddettikten sonra ancak, “illâllah (Allah’tan başka)” denilmesi ve dinimizin bildirdiği gerçek “Allah”a iman edilmesi mümkün! Bunun için de “Muhammedün Resulûllah”, şart!

 

Yani: İnsan zihin ve felsefesinin ürettiği; “herşeyi yaratan ve yöneten bir güç, bir Tanrı olmalı ve onun özellik ve sıfatları da, şöyle olmalı” deyip; zihin tarafından yontulmuş bu mevhum Tanrı’nın, varlığı – yokluğu değil problem! Peygamberler ve Kitapları vasıtasıyla, insanlarla iletişim kurmuş, doğru Allah’a inanmak ve teslim olup, iman etmek gerekiyor…

 

Asıl konumuza dönersek, elhasıl: “İman ve İslâm”; Âlemlerin Rabbi olan Allah’la (C.C.) yapılan bir anlaşma ve bir söz vermedir! Süresi; öldüğümüzde dolan, bir taahhüd ve borçlanmadır!

 

Yaşarken bir ateist – deist gibi yaşa! Hattâ; namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri yapmamanı geçtik; bir ateist kadar bile, “ahlâk” anlayışın olmasın; sonra da “inandık=kurtulduk” de! “Yarına çıkmaya garantimiz yok” de; sonra da, bunun aksine; yarın ve sonraki günler de yaşayacakmışsın gibi; hareket et! Geleceği “meçhul”, gelecek günler için endişe et, para biriktir; ama geleceği “kesin” ve hem de “sonsuz” ahiret için, hiçbir endişen ve yatırımın olmasın!… “Allah’ın her ânımı gördüğüne inanıyorum” de; sonra da, bu dediğine sen de “inanmıyormuşsun” gibi veya “sanki görmüyor” gibi veya “gördüğüne ehemmiyet vermiyormuşsun” gibi davran! Neden?: Çünkü, Kanarya Sevenler Derneğine üyesin!

 

Sonuç olarak: “İman ve İslâm”; sadece kimliğimizde yazan bir etiket ve isim değil; bakış açı ve davranışlarımıza sinmesi ve yön vermesi gereken; bir yaşam tarzı, bir kimlik olmalı ki; zaten “din”in, en temel anlam ve fonksiyonu da zaten bu.

 

Yani: “Din”, zaten bu dünya için gönderildi; dünyevî amellerimizi ve dünyadaki fiillerimizi düzenlemek için. Ötede, bu anlamda bir din ve mükellefiyet, zaten olmayacak! Yani: Vicdan ve cami gibi mekânlarla ve namaz, oruç gibi ibadetlerle sınırlı ve kısıtlı, “part time” bir müslümanlık; dinin mantığı ve vahyin geliş amacına da aykırı!