Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş İle Kurtuluş Savaşı ve Lozan Üzerine

Röportaj
Cumhuriyet döneminin her şeyi ile yeni olduğu, Osmanlı olan geçmişle herhangi bir ilgisinin bulunmadığı iddia ve söylemleri konusunda ve bu bağlamda Kurtuluş Savaşı söylemi hakkında neler söylersiniz?...
EMOJİLE

Cumhuriyet döneminin her şeyi ile yeni olduğu, Osmanlı olan geçmişle herhangi bir ilgisinin bulunmadığı iddia ve söylemleri konusunda ve bu bağlamda Kurtuluş Savaşı söylemi hakkında neler söylersiniz?

Kemalist liderler ve yazarlar, hemen tüm yazılarında ve konuşmalarında, Meclis’in Ankara’da yeniden açılmasını veya Cumhuriyetin ilanını kendilerine milat kabul etmişler; Cumhuriyet döneminin her şeyi ile yeni olduğu iddiasını dile getirmişlerdir. Kurguladıkları milat anlayışını ise yaygın olarak kullandıkları bir söylemle destekleyip netleştirmeye çalışmışlardır. Bu, her şeye ‘sıfırdan’ başlandığı söylemidir. Hemen her fırsatta ‘diriliş’, ‘doğuş’ gibi nitelemelerle her şeye ‘sıfırdan’ başlanıldığını; yaptıklarının ve yapmayı planladıklarının geçmişle hiçbir şekilde irtibatı olmadığını iddia etmişlerdir. Bu söyleme göre, geçmişe ait olan ile yani Osmanlı’ya ait olan ile Cumhuriyet dönemi uygulamalarının herhangi bir irtibatı bulunmamaktadır. Geçmişe ait olan her şey yıkılıp yok olmuş ve Cumhuriyet Türkiye’si Mustafa Kemal’in önderliğinde ‘yeniden’ doğmuştur. Hâlbuki Mustafa Kemal’in bizzat kişisel hayatı ve düşünce gelişimi bile bu iddiayı tamamıyla çürütmeye fazlasıyla yetmektedir. Zira o, kişisel hayatıyla ve daha da önemlisi Batılılaşma endeksli düşünce gelişimiyle ‘geçmiş’ ile ‘yeni’ arasında bir köprüdür; yaptıklarının ve yapmayı planladıklarının tamamının kökleri Osmanlı dönemindedir. Genel anlamda Osmanlı’nın son yüzyılında, özel olarak da Osmanlı’nın son çeyrek yüzyılında hâkim olan Batıcı inanç, anlayış ve ideal ile beslenip gelişmiştir. Jöntürk/İttihat ve Terakki kadrolarına ve düşüncelerine mensubiyeti ise bunun delillerinden sadece birisidir. Düşüncelerinin oluşumu ve gelişimi mensubu olduğu bu kadroların içinde ve onların yayın organlarının aracılığıyla gerçekleşmiştir. Jön Türk/İttihat ve Terakki kadrolarının teori ve pratik farklılıkları arasından kendince yaptığı tercihlerle, kendi uygulamalarının teorisini inşa etmiştir. Bu açıdan Servet-i Fünûn önemli referanslardan sadece birisidir. Lideri başta olmak üzere Kemalist kadro önderlerinin pozitivist anlayışlarında, Batılı bireysel ve toplumsal görünüme ilişkin düşüncelerinde, bireysel zihniyete tayin ettikleri nitelikte, Servet-i Fünûn’un etkisi çok büyüktür.

Cumhuriyet dönemi düşünce, inanç ve uygulamalarının köklerinin Osmanlı döneminde ve özellikle de Osmanlı döneminin son 20-30 yılında bulunuyor olmasının tespiti, ne Osmanlı ve ne de Cumhuriyet dönemi Batılı/Batıcı anlayış ve uygulamaları için olumlu veya olumsuz bir durumu ifade eder. Bu işin doğasıdır. Düşüncenin, inancın siyasal sistemi ve egemen rejimi aşan bir sürekliliğe sahip olması gayet doğaldır. Dolayısıyla Cumhuriyet dönemi uygulamalarının ve Kemalist liderlerin düşünce ve inşa projelerinin köklerinin Osmanlı döneminde olduğunun bilinmesi, 1920-30’lu yıllar ağırlıklı olmak üzere ‘yeni birey ve yeni toplum inşası’ kapsamında yürütülen çalışmaların toplumsal ve kültürel ‘meşruiyet’ probleminde herhangi bir değişikliğe yol açmaz. Bu açıdan, gerçekleştirilen uygulamaların veya planlanan ama sonuca ulaştırılamayan düşüncelerin üzerindeki tartışmalar bitmeyecektir. Fakat buna rağmen Kemalist kadroların ‘diriliş’, ‘doğuş’ söylemleriyle destekledikleri ‘milat’ anlayışlarının tarihsel gerçeklerle örtüşmemesinin açığa çıkarılması, bu ülkede yaşanan ve yaşanmakta olanların doğru anlaşılması açısından önemlidir. Batılılaşma yönünde geliştirilen düşüncelerin ve bu düşünceler doğrultusunda gerçekleştirilen uygulamaların nelere sebep olduğunun ve olabileceğinin doğru anlaşılabilmesi, söz konusu sürekliliği dikkate almaktan geçmektedir.

“Kurtuluş Savaşı” söylemine gelince, Cumhuriyeti kuran kadro kendilerine bir başlangıç arıyorlardı ve bunu bir savaş üzerinden gerçekleştirdiler. Esasen 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki Balkan Savaşları, Doğu Savaşları, Çanakkale Savaşları, Sarıkamış Savaşı, Suriye Cephesi savaşları gibi çoğu coğrafya ile irtibatlı isimlere sahip savaşlar dizisinden birisi olan ve gerçek ismi olsa olsa Ege Bölgesi Savaşları veya Yunan Savaşı olması gereken mevzi bir savaşı milat kabul ederek, bunu eski ile irtibatsızlığın eşiği kabul etmişlerdir. Hâlbuki bu savaş uzun bir süreçteki fiili savaşların son halkasıdır. Üstelik mevzi bir savaştır; bir toplumun, devletin başlangıcı kabul edilecek hacimde ve nitelikte değildir. Elbette ki önemlidir ama dediğim gibi savaş sıradağlarının en uçta yer alan küçük bir tepeciğidir. Fakat Kemalist liderler onu bütün süreçten koparıp söylemlerle de süsleyip bir başlangıç yapmayı gerekli bulmuşlardır. Tabi burada şunu sormak gerekiyor: Bu savaş neden veya nelerden kurtuluşun savaşıdır. Eğer Yunan’dan ise tamam ama yok eğer toplumsal, kültürel, dini geçmişten, kurtuluşun eşiği ise o zaman değerlendirme çok daha başka olacaktır ki esasen doğrusu da ikincisidir.

Yeri gelmişken sorayım; Cumhuriyet’i kuran kadrolar, her şeye sıfırdan başlandığı söylemini niçin geliştirdiler? Bunu yaparken amaçları ne idi?

Hem işin doğasına ve hem de tarihsel ve toplumsal gerçekliğe aykırı olmasına rağmen, Cumhuriyet’i kuran kadrolar kendilerini geçmişle irtibatsız göstermeye özel çaba sarf ettiler. Niçin? Çok önemli ve aynı oranda da kapsamlı cevabı gerektiren bir soru. Bu soru birçok açıdan cevaplanabilir. Ben bunlar açısından özellikle bir noktayı dikkate alarak cevap vermek istiyorum. Bunu önemsiyorum çünkü söz konusu soruya verilen cevaplarda bunun dikkate alınmadığını veya dikkate almaktan özellikle kaçınıldığını görüyorum. Hâlbuki bu durum, diğerlerinden daha önemsiz değildir. Kemalist liderler fikir ve uygulamalarını geçmişle irtibatsız göstermeye özel bir çaba sarf ettiler, çünkü idealleştirdikleri ve topluma dayattıkları değişim projelerinin, fikirlerin kısmen egemen olduğu veya uygulamaya aktarıldığı Osmanlı’nın son çeyreğinde nelere yol açtığını bizzat yaşayarak görmüşlerdi. Özellikle İstanbul merkezli olarak 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşananlar, Batılılaşma projesinin sebep olduğu bireysel ve toplumsal problemleri, akıl tutulmalarını, yozlaşma ve bozulmayı olanca açıklığıyla gözler önüne sermişti. Ancak buna rağmen Batılılaşmaya iman etmiş kadrolar, imanlarını terk etmediler. Niçin? Bu çok daha başka bağlamlarda dikkate alınması gereken bir sorudur. Yine asıl sorumuza ve cevabına dönecek olursak, normal şartlarda Osmanlı’nın son yirmi beş yılında İstanbul, Selanik gibi kozmopolit şehirlerde yaşananlara rağmen Batılılaşma projelerini aynen devralıp devam ettirmenin kabul edilebilir bir tarafı bulunmamaktadır. Ancak öyle olmamış, yaşananlardan ders almak yerine, Batılılaşma projeleri daha radikal boyutlarda devam ettirilmiştir. Kanaatimizce, Kemalist kadrolar ‘milat’ anlayışı ile hem kendilerine istedikleri gibi hareket edebilecekleri yeni bir alan açmışlar ve hem de tarihsel sürekliliği gizleyip göstermeyerek, düşünce ve uygulamalarının sebep olacağı kuvvetle muhtemel bireysel ve toplumsal problemlere, akıl tutulmalarına, yozlaşma ve bozulmalara yönelik tepkileri düşük düzeyde tutmayı amaçlamışlardır.

Bu aşamada Lozan’ı sormak istiyorum. Lozan bir başlangıç veya daha doğru ifadeyle bir eşik mi? Eğer eşik ise neyin eşiği?

Hiç kuşku yok ki Lozan bir sürecin son aşaması değil, planlanan yeni bir sürecin ilk aşamasıdır. Eğer Lozan’ı savaşlarla dolu geçmişin sonlandırıldığı bir an olarak değerlendirirsek gerçekten uzaklaşır ve kar zarar hesabı yaparız. Bu yapılmıştır da. Birinci Meclis’teki birçok milletvekilinin Lozan’a itirazının arkasında bu vardır. Onlar, savaşın galibi olarak masaya oturan Türkiye’nin savaşın mağlubu muamelesi gördüğü itirazında bulunmuşlardır. Bu elbette ki gelinen aşamada önemli bir itirazdır, söz konusu milletvekillerinin fark edemedikleri, Lozan’ın bir inşa sürecinin başlangıcı veya daha doğru ifadeyle bir inşanın projesi olmasıdır. Şunu rahatlıkla söylemek mümkündür: Lozan, kadim değerlerinden koparılmış, toplumsal tecrübeleri yok sayılmış, her şeyi ile yeniden kurgulanmış bir topluma biçilen siyasal, kültürel, düşünsel, ekonomik elbisenin ölçülerinin belirlenip karara bağlandığı bir aşamanın ismi olarak anlam kazanmaktadır.

Lozan’ın geleceğin Türkiye’sini inşasında referans olacak projenin tayin edildiği bir aşama olduğu konusunda deliller var mı? Varsa neler?

Lozan’a ilişkin en büyük sıkıntı burada karşımıza çıkıyor. “Lozan’da Türkiye’nin geleceği planlanıp karara bağlandı” derken, itiraf etmek gerekiyor ki elimizde anlaşma metni veya proje belgesi mahiyetinde kayda değer somut deliller yok. Ancak bilinenleri, mevcut bilgi ve belgeleri bir bütünlük içerisinde değerlendirdiğimizde söz konusu yargıya ulaşmakta da hiç zorlanmıyoruz. Bunu şöyle düşünmek gerekiyor: Bir plan veya proje ile ilgili iki temel yaklaşım vardır. Birincisi ve en yaygın olanına göre, detaylı bir şekilde bilinen plan veya projenin teorik özellikleri dikkate alınarak süreç takip edilir. Süreç üzerinden plan ve projenin nasıl uygulandığı, uygulamanın ne gibi sonuçlar oluşturduğu takip edilir; değerlendirmeler de bunun üzerinden yapılır. Bir diğeri ise yaşanan süreçten hareketle geriye gidilerek değerlendirme yapılmasıdır. Çünkü süreçle ilgili açıkça bilinen bir plan ve proje yoktur. Ancak gerçekleşenlerin birbirini tamamlıyor olması, açıkla bilinmeyen bir plan ve projenin uygulamada olduğunu gösterir. Uygulamaya aktarılanlardaki temel özelliklerin benzeşmesi ve bütünlük, bir plan ve projenin varlığına işaret eder. Lozan’ın durumu ikincisiyle ilgilidir. Lozan bir projenin ismidir diyoruz ama elimizde bunun ne tür proje olduğuna ilişkin somut veri yok. Fakat Lozan’dan sonraki uygulamalara, gidişata baktığımıza son derece planlı bir sürecin devreye sokulduğu ve bunun başlangıcının da Lozan olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla Lozan’dan hareketle sonraki uygulama ve girişimleri değil, sonraki uygulama ve girişimlerden hareketle Lozan’ı anlıyoruz. Ama bunu derken Lozan ile ilgili, üzerinde durduğumuz bağlamda bilinen hiçbir şey yok da demiyorum. Parça parça bir şeyler var elbette. Bir kere Lozan’ın Birinci Meclis tarafından kabul edilmemesi, birincisi politik oyunlarla feshedilen ve yenisi titiz bir şekilde inşa edilen Meclis’in ikincisinin ilk yaptığı işin ise Lozan’ı onaylamak olması başlı başına önem ifade ediyor.

Nasıl?

Birinci Meclis’in kahir ekseriyeti Lozan’da ulaşılan sonucu, bilinen boyutuyla da olsa verilen kararları kabul etmedi. Dönenim lider kadrosu ise Lozan’ın onaylanmasını istiyordu. Fakat Meclis’in ekseriyeti buna direndi. Hatta Mustafa Kemal’in yanında olan ve Birinci Grup olarak nitelenen kesimdeki milletvekillerinin önemli bir kısmı Mustafa Kemal’e muhalif bir konuma geçip Lozan’ı kabul etmeyen İkinci Grup’la birlikte hareket etmeye başladı. Bu arada İkinci Grup’un lider kadrosundan ve Birinci Grup’un en dişli muhaliflerinden Ali Şükrü Bey katledildi. Hüseyin Avni Bey, Birinci Grup’un yayın organı Yeni Gün gazetesi tarafından tehdit edildi. Tehdit yazısını yazan ise Birinci Grup’un önemli temsilcilerinden Yunus Nadi idi. Fakat tüm bunlara rağmen Birinci Grup açısından işler istedikleri gibi gitmiyordu. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa devlet temsilcileri ise Lozan’ın kabulünü istiyor ve bu yönde baskıda bulunuyorlardı. Meclis mevcut haliyle sürecin en önemli engeliydi. Kılıç Ali’nin, hatıralarında o günlerin Meclis’inin “şahlanmış ve itaat etmeyen, lider kadroyu ürküten bir Meclis” olarak resmetmesi önemlidir. İsmet İnönü’nün Hatıralar’ında ifade ettiğine göre mevcut Meclis ile çalışmak mümkün görünmüyordu ve Meclis’in yenilenmesi düşünüldü. Yeni Meclis, dönemin gazetecilerinden İsmail Habib Sevük’le görüşmesinde Mustafa Kemal’in ağzında kaçırdığı bir konu oldu ve “itiraz etmeyen”, “kız gibi bir meclise” ihtiyaç olduğundan bahsetti. Zaten kısa süre sonra da plan uygulamaya konuldu ve Birinci Meclis feshedildi. Hemen İkinci Meclis’in tesisine geçildi. İkinci Meclis’in sadece bir milletvekili halkın oylarıyla seçildi. O da Gümüşhane milletvekili Zeki Bey’dir. Bir üyesi hariç tamamı Çankaya’da belirlenen İkinci Meclis’in ilk yaptığı iş ise Birinci Meclis’in onaylamadığı Lozan’ı onaylamak oldu.

Takip eden dönemdeki egemen anlayış ve uygulamalardan hareket ederek söyleyecek olursanız, Lozan aysberginin görünmeyen cephesinde planlanan nedir?

Yeryüzündeki hangi devlet, hangi devletin yönetici kadrosu, kendisine ülke sınırlarının da dışında güç ve itibar kazandıran, birçok toplum ve devlet üzerinde irade olmasını sağlayan bir aracı veya imkânı terk etmek ister? Doğrudan konumuzla ilgili bir örnek vermek gerekirse, Katolik Kilise kurumunun lideri ve temsilcisi Papa’nın dini, siyasi, ekonomik, düşüncel, kültürel iradesini Vatikan ile sınırlayan bir girişimde bulunması; bu sınırların ötesinde irade ve güç olmak istemediğini ilan etmesi normal midir? Yeni durum ve konumunu da buna göre dizayn etmesi normal şartlarda beklenebilir bir şey midir? Hiç kuşku yok ki hilafet Türkiye için önemli bir güç ve irade aracıydı. Halife olan şahsiyetin bir sözü yerkürenin dört bir yanında karşılık buluyordu. Türkiye bu güç ve iradeyi “durup dururken” terk etti. Niçin? Hilafeti yok saymakla kalınmadı, en önemli güç ve irade, bin yılı aşkın süredir bireylerin ve toplumun kimlik ve kişilik referansı olan İslam’ın bireysel ve toplumsal tüm etkilerini yok etme sürecine girildi. Ve hatta Hıristiyanlığın resmi din olarak kabulü tartışmaları yapıldı. Fakat toplumsal tepkiden çekinilerek bu girişimden vaz geçilip, dini açıdan renksiz görünen ama esasen İslam karşıtlığı şeklinde işleyen bir anlayış egemen kılınmaya çalışıldı. Bunlar bile zamanın belirli bir aşamasında planlanan bir projenin varlığına işaret etmiyor mu? Bu Lozan değilse nedir?

Biraz farklı bir soru sormak istiyorum. Döneme dair ilginç bilgiler veriyorsunuz. Detaylarını bildiğiniz için sanıyorum biz ilginç gelen bu durumlar size aynı oranda ilginç gelmiyordur. Şunu merak ediyorum, döneme ait ilginç bulduğunuz ama detayını bilmediğiniz veya irtibatlarını çözemediğiniz durumlar var mı?

Hem de pek çok. Çünkü Türkiye’nin son yüzyılını çok az biliyoruz. Bilinenlerin de çoğundan haberdar değiliz. Çünkü eğitim sistemi bilinenleri de fark etmeme anlayış ve mantığı üzerinden işletiliyor. İnkılap Tarihi dersleri bu açıdan son derece önemlidir. Öğrenciler ilkokuldan üniversiteye kadar neredeyse her sene kendilerine sunulan İnkılap Tarihi konuları ile Türkiye’nin son yüzyılını merak etmeme, merak etse bile araştırmaktan kaçınma (çünkü bıktırılıyor) anlayışına göre “eğitiliyorlar”. Böylelikle bir koca yüz yılda yaşananlar, Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri, Büyük Taarruz gibi üç beş başlık altında anlatılan konulardan müteşekkil bir yorganla örtülüyor. Böyle olunca son derece ilginç konular ve durumlar bile fark edilmiyor, çelişkiler görülmüyor. Örnek vereyim: 13 Kasım 1918 günü ve sonrasında İstanbul’u işgal etmiş olan İngilizler niçin bir kurşun bile sıkmadan 4 Ekim 1923’de işgale son verip çekip gittiler? Çanakkale’de on binlerce askerini kaybetmiş İngiltere için İstanbul bir kurşun bile sıkmadan terk edilecek kadar önemsiz bir yer miydi? İstanbul işgal edilince İngiliz işgal komuta heyeti Pera Palas’a yerleşti. Pera Palas’ta İngiliz subaylarından başka üst düzey bir Osmanlı subayı da kalıyordu. Üstelik Pera Palas’a işgalin ilk günü yerleşti. Üstelik uzun zamandır görmediği anne ve kız kardeşi Beşiktaş’ta ikamet ediyor olmasına rağmen bir süre Pera Palas’ta kaldı. Onun oraya yerleşmesi ve işgal kuvvetleri komutanlarıyla aynı otelde kalması nasıl ve niçin gerçekleşti? Bu sormayı veya düşünmeyi gerektirmeyecek kadar basit bir durum mu? Dünyaca ünlü İngiliz tarihçi ve o zamanların görünüşte gazetecisi Arnold Toynbee, Milli Mücadele yıllarında Ankara’da ikamet etti, Niçin? Acaba sadece gazetecilik mi yaptı? O günün şartlarında mevcut vatan toprağının önemli bir kısmını dışarıda tutan Misak-ı Milli sınırları projesinin gerçek sahibi kim? Bugün bile İngiltere döneme ilişkin Türkiye ile ilgili belgeleri niçin tarihçilerin incelemesine açmıyor? Latife Hanım’ın mektuplarının “yakın dönem tarihi yeniden yazmayı gerektirecek kadar önemli özellikleri” gerekçesiyle 2005 yılında açıklanmamasına karar verildi. Kocasına kızmış ve boşanmış bir kadının öfke veya muhtemelen kişisel serzenişlerinin dışında ne var ki açıklanmamasına karar verildi? Latife Hanım’ın günlük ve mektuplarını okuyan ve açıklanmaması doğrultusunda karar veren Prof. Dr. Reşat Kaynar “O defterde yazılanlar benimle birlikte bir sır olarak mezara gidecek” derken ne demek istedi? Diğer birçok paşaya göre silik bir şahsiyet olan İsmet İnönü, üstelik Birinci Adam ile sürekli tartışmalı ve küs olmalarına rağmen, niçin ve nasıl parlatılıp önce rejimin ikinci daha sonrada Birinci Adam’ı yapıldı. Bu bağlamda olmak üzere sorulması gereken bir başka soru da İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesidir. Mustafa Kemal’in ölümü üzerine İsmet İnönü oybirliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Hâlbuki iki gün önce Cumhurbaşkanı adayları arasında ismi bile geçmiyordu. Mustafa Kemal ile küs ayrılmışlardı. Üstelik Meclis’te birçok muhalifi vardı. Bu nasıl gerçekleşti. Seçim öncesi son güne ilişkin İsmet İnönü Hatıralar’ında “fırtınalı bir yirmi dört saatten” bahseder, bu neyin fırtınasıydı ve fırtına kimlerin etrafında döndü? Bir ihtimal olarak söylüyorum, belki de tüm bu sorular hiç de önemli bir cevaba sahip değildir. Fakat eğer bu sorular cevaplanmıyor veya cevaplanmaması için sistem tarafından özel çaba sarf ediliyorsa bu durum da ister istemez sorarsınız Niçin? Yoksa?