Ortadoğu’da şiddet sarmalı

Röportaj
star.com.tr’den Alaaddin Ayhan Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Yard. Doç. Dr. Talha Köse ile Ortadoğu’y...
EMOJİLE

star.com.tr’den Alaaddin Ayhan Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Yard. Doç. Dr. Talha Köse ile Ortadoğu’yu konuşmuş.İşte o konuşma…

Mevcut durumda Ortadoğu’da yıllardan beri Şii-Sünni savaşı yapılıyor diyebilir miyiz? Soruyu biraz daha açacak olursak, Irak’ta Şii Bağdat yönetimine karşı marjinalleşen Sünniler, Suriye’de Şii yönetiminin dışladığı Sünniler, İran’ın ve batılı devletlerin bölgedeki politikaları esasında yıllardır mezhep savaşı yapılıyor diyebilir miyiz?

Ben açıkçası Ortadoğu’daki mevcut durumu bir mezhep savaşı olarak görmüyorum. Yani doğrudan bir mezhep savaşından ziyade Ortadoğu’da oluşan güç boşluğu içerisinde bir iktidar mücadelesi yürütülüyor. Bu iktidarın da sosyolojik veya en önemli enstrümanlarından bir tanesi mezhep. Aslında Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra bölgede ciddi bir güç boşluğu oluştu. Sonra bu güç boşluğu gittikçe yayıldı. Suriye savaşı bu güç boşluğunu daha da derinleştirdi. Bu güç boşluğunu doldurma bağlamında daha önceki o Baas rejimleri Sünni ve Şiilerin bir arada olduğu Arap milliyetçiliğine dayanıyordu. Bu çerçeve ortadan kalkınca insanların elinde kabilesel bağlar ve etnik bağlar kaldı. Buradaki jeopolitik güç boşluğunu doldurmak için bir rekabet sahası oluştu. Burada da mezhep biraz ön plana çıktı. Yani Ortadoğu’da devam eden krizin temelinde bir mezhep görüntüsü görülebilir ama temel neden bir iktidar boşluğundan kaynaklanmaktadır.

Son günlerde İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerginliğin temel dinamiklerini ve bölgeye olası etkilerini nasıl değerlendirmeliyiz?

Bölgedeki iktidar boşluğunu doldurmaya müsait bölgesel aktörleri düşündüğümüzde devlet yapısıyla İran, Türkiye ve Suudi Arabistan var. Bir de tabi İsrail var ama bunu dışarıda tutabiliriz. Çünkü bunların yayılmacılığı biraz sınırlı bir yayılmacılıktır. Bu çerçeveden İran’ın yayılmacılığı Ortadoğu’daki güç boşluğunu doldurmak ve mezhepsel bir etki alanı üzerinden kendi etki alanını yaygınlaştırmaktır. Irak’ta etkisini artırdı. Lübnan’daki etkisi zaten herkes tarafından biliniyor. Suriye’deki iç savaşa hemen dahil olması da yine aynı şekilde okumak lazım. Yemen’de de bu güç boşluğunu doldurmaya çalıştı. İran daha çok kendine yakın hissettiği mezhepsel gruplar üzerinden iş yapmaya çalıştı ve milis güçlerini harekete geçirdi. Buradaki gayri nizami savaş için veya gayri nizami mücadele için elinde en fazla enstrümanı olan aktör İran’dı. Yani kendi ordusunu ve devrim muhafızlarını buna göre yapılandırmıştı. Daha önce bir Hizbullah deneyimi var. Bu deneyimini Irak ve Suriye üzerinde de kullanmak istedi. İran-Irak savaşındaki o tecrübeli birimleri de buraya kaydırdı. Bu tabi ki sadece Suudi Arabistan’ı değil kendi rejimlerini tehdit altında hisseden bölgedeki diğer Sünni rejimleri de rahatsız etti. Körfez bölgesinde Suudi Arabistan’ı sadece Suudi Arabistan olarak düşünmemek gerekiyor. İran’ı basit bir devlet olarak  tek, bir ulus devlet olarak algılayamayız. İran, Şiilik üzerinden kendi bölgesi dışında etki üreten bir ülke. Suudi Arabistan da aynı şekilde bir yapıya sahip. Suudi Arabistan bir krallığın ötesinde  Körfez bölgesinde ve dünyanın diğer kısımlarında petrol gücü ve meşruiyeti nedeniyle etki alanı üreten bir ülke. Bunların alternatifi olarak tabi ki bir de Türkiye vardı. Türkiye’nin yaklaşımı ise daha farklıydı. Bölgede bir güç rekabeti vardı ama Türkiye bu rekabeti daha çok işbirliğine nasıl dönüştürürüz diye bir politika sergilemeye çalıştı. Suriye iç savaşına kadar da bu politikayı sürdürmeye çalıştı Türkiye. Daha çok ekonomik, kültürel entegrasyon kalkınma bağlamında politikalarını sürdürdü.

Ama sonuç itibari ile İran’ın bu politikaları Suud’u da rahatsız etti. Bölgede özellikle Yemen’de Husilerin iktidar mücadelesi bardağı taşıran son damla oldu. Aslında Yemen’e kadar belki Suud bunu idare edebilirdi ama Yemen ile birlikte Suud’da kendini daha doğrudan tehdit altında hissetmeye başladı. Bağdat’ta da karışıklıklar devam ediyordu . Bundan dolayı da güvenlik çerçevesindeki diğer aktörlerle de işbirliğini artırmaya çalıştı. Amerika’nın da buradaki boşlukta doğrudan yer almak istememesiyle birlikte Suudi Arabistan İran ile doğrudan karşı karşıya geldi.

“DAEŞ bölgesel değil küresel bir sorun”

DAEŞ, özellikle 2011 ve 2012’de patlak veren Arap Baharı sonrasında yükselişe geçti. Ortadoğu’daki bazı Müslüman ülkelerin yıllarca diktatörlükle, zulümle yönetilmesine karşı çıkan halk ayaklanmaları muazzam bir umudu temsil ediyordu. Bu bağlamda DAEŞ ve türevlerinin ortaya çıkması İslam dünyasında başarıya ulaşan ve/veya ulaşacak olan tabandan yukarıya doğru gelişen devrimleri çalmadı mı? Arap Baharı ve DAEŞ’in ortaya çıkmasını nasıl okumalıyız?

DAEŞ’in ortaya çıkmasının bir sürü sebebi var. Ama bence bu sebeplerden bir kaç tanesi önemli. Bir tanesi özellikle bu Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra Paul Bremer ile birlikte Irak devlet yapısını oluşturan Baas unsurlarının tamamen tasfiye edilme çabasıydı. Irak’ta askeriye ve istihbarat gibi devlet yapısını yürüten bir elit vardı. Ve bunların içerisinde sadece Sünniler yoktu. Hem Sünniler hem Şiiler vardı. Birincisi bu. Buradaki devlet işleyişini bilen Sünniler tasfiye edildi. İkincisi Maliki ile birlikte Irak’ta çok ciddi bir Şiileştirme politikası ile Baas’tan boşalan yerlere Şiiler yerleştirildi. Bağdat’taki önemli yerler ve kurumlardan Sünnilerin tasfiye edilmesi. Emniyetin istihbaratın ve ordunun tamamen Şiilerden kurgulanmış bir şekilde inşa edilmesi ve bunun başına Maliki’nin kendisinin geçmesi ve etkili bu Baas liderlere (Sünni liderler) karşı suikastlar yapıldı. Bir de İran ile birlikte oluşturulan Şii milisler vardı. Bütün bu milisler Şii eksenli ordu ve istihbarat yapılanması oradaki Sünni kabileleri, aşiretleri ve Sünni grupları ciddi şekilde tehdit etti. Biraz çaresizlikten olsa gerek buralardan DAEŞ’e katılım oldu. DAEŞ’in bu kadar güçlenmesini sağlayan bir unsur da örgüte katılanların nerelerden katıldığına bakmak gerekir. Suudi Arabistan’dan, Ürdün’den, Mısır’dan, Fas’tan, Tunus’tan. Bir anlamda İslam dünyasında bu Arap Baharı ile birlikte demokratik katılımcı bir değişim süreci yaşama ihtimali vardı. Aslında Türkiye de bütün politikasını bu katılım sürecine, demokratikleşme sürecine destek vermekle halkın bizatihi yönetimde daha fazla söz sahibi olmasını istedi. Ve rejimlerin de bu otoritelikten normal bir şekilde dönüştüğü yumuşak bir geçiş istiyordu. Yani Türkiye’nin Suriye ile ilgili hedeflerinden biri buydu. Arap Baharı’nın akamete uğramasıyla birlikte Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Batı’nın da önemli bir rolü var. Ilımlı bir şekilde geçişle, normal siyasi kanallarla dönüşümün önü kesilmiş oldu. Bu durumdan rahatsız olan insanlara, gruplara tek seçenek olarak şiddet ve daha şiddet yollu mücadele veya rejime sadakat seçeneği kalmıştı. Bu seçenekler arasından özellikle memnun olmayan gençler DAEŞ’e katılımı artırdı. Aslında demokratik yollarla, siyasi yollarla sisteme nüfus edilebilme ihtimalinin kanalları açık olmuş olsaydı ne bugün gördüğümüz Suriye’deki iç savaş yaşanırdı ne de Arap dünyasının , Müslüman dünyasının diğer bölgelerindeki insanlar DAEŞ’e katılırdı. DAEŞ’e katılanlara baktığımızda Doğu Türkistan’dan Çeçenistan’a kadar Avrupa’dan Mısır’a kadar birçok yerden katılım var. Mesela Özbekistan’dan çok ciddi katılım var. Bunlar aslında kendi otoriter rejimlerinde kendilerini baskı altında hisseden insanlar. Bunun da önemli bir dışsal faktör olduğunu söyleyebiliriz. Yani Irak ve Suriye içerisinde bir güç boşluğu var ama bir yandan da bu güç boşluğunun çektiği ve kendilerine demokratik veya normal siyasi dönüşüm ihtimali hissetmeyen insanların burada olduğunu görüyoruz

“Vekalet savaşları devam edecek”

Bir taraftan dünyanın her yerinden cihatçının katıldığı DAEŞ diğer taraftan ise ABD ve Avrupa devletlerinin muazzam bir silah ve hava desteğine sahip yerel gruplar  üzerinden Ortadoğu’da bir vekalet savaşı verilmiyor mu?

Elbette bir vekalet savaşı var. Ortadoğu’da bir güç kırılması var. Bu boşluğu nasıl dolduracağına, burada nasıl bir düzen kurulacağına dair bir mutabakat yok. Amerika “Ben burayı boş bırakacağım, bu bölgeden çekileceğim” dedi. Bunu yaparken de bir yandan İran ile nükleer anlaşma yaparak onu sahaya soktu. Bir yandan Suud bölgede özellikle yeni kralın gelmesi ile politikasını değiştirdi. Bölgedeki Sünni gruplar üzerinden bir etki çabası var. Bir yandan da Suriye rejiminin kendilerini hayatta kalma garantisinin, güvencesinin alternatif olarak DAEŞ’in kalmasını istiyor. Bir yandan DAEŞ ile savaşıyormuş gibi gözüküyor ama aynı zamanda diğer muhalif grupları hedef alıyorlar. Yani Rusya ve İran aslında dünya kamuoyunu DAEŞ ve rejim arasında seçim yapmaya zorlamak istiyor. Müzakerelere oturulduğunda toplum içerisindeki ılımlı grupları tasfiye ederek dünya kamuoyuna iki seçeneğimiz var: Ya DAEŞ’e bırakacağız Suriye’yi ya da rejime. Böyle bir seçenek koymaya çalışıyor. Bunu yapmak için de Rusya’nın da sahaya indiğini görüyoruz.

Böyle bir ortamda herkesin çıkarı ülkenin geleceğine dair fikri farklı. Böyle olduğu bir ortamda taraflar 24 Ocakta tekrar diplomatik müzakereler yapmak üzere Cenevre’de bir araya gelecek. Ama hala Suriye’nin, Irak’ın hatta Ortadoğu’nun genelinin düzenin nasıl olacağına dair temel aktörler ve onların sahada desteklediği gruplar arasında bir fikir birliği yok. Hatta kimin aktör olduğu, kimin terörist olduğuna dair de bir fikir birliği de yok. Bundan dolayı da bu vekalet savaşlarının daha uzun devam etmesini bekleyebiliriz. Ama Rusya’nın sahaya inmesinin oyun değiştirici bir hamle olduğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen Rusya orada kalıcı olmak için geliyor. Rusya’nın kalıcı olması demek aynı zamanda Esed rejiminin de kalıcı olduğu anlamına geliyor. Belki rejim değişebilir kendi içerisinde. En azından Suriye’nin bir bölgesinde Esed’e veya rejime ait yerler olacak. Bundan dolayı masada oturan ve sahada olanların çıkarları birbirinden farklı. Böyle bir farklılıkta eğer uzlaşmazlarsa, ki ben uzlaşma ihtimallerinin çok düşük olduğunu düşünüyorum, buradaki vekalet savaşı veya kendi aralarındaki patlamanın daha uzun bir süre devam edeceği anlamına geliyor.

Hem coğrafik olarak hem de petrol rezervi açısından sahip olduğu muazzam güç ile DAEŞ İslam adı altında akıllara durgunluk veren infazlarla şeriat devleti kurmayı vaad ediyor. Bu romantizme kapılan yüz binlerce genç Irak ve Suriye’ye “cihad”a gidiyor. Bunun önlenebilmesi için küresel ve bölgesel ölçekte ne yapılmalıdır?

Şu soruyu sormak lazım, Niye Belçika’da doğmuş birisi, Paris’te doğmuş birisi, Urumçi’de veya Dağıstan’da doğmuş birisi kalkıp oraya gidiyor, bu mücadelenin parçası haline gelmek istiyor? Bunun ideolojik motivasyonları olabilir elbette. Örgütün etkin bir ideolojisi var, propaganda kanalları olarak sosyal medyayı çok iyi kullanması gençleri hangi kanallardan kendilerine çekeceğini çok iyi biliyorlar. DAEŞ’i basit bir örgüt olarak düşünmemek gerekir. Güçlü bir ideolojisi var ve dünyada mevcut durumdan memnun olmayan insanlara bir alternatif sunuyor. Bunu sadece ekonomik gerekçelerle açıklamamak gerekir. Bu insanların profillerine bakıldığında kendi bulundukları topluma aidiyetleri ve bağlılıklarında ve o toplumların onları kucaklamasında sıkıntılar olduğunu görüyoruz. Bu toplumlar bu insanları gerçekten içlerine almış olsalardı, gerçekten sahiplenmiş olsalardı örgüte katılıma bu kadar sıcak bakmazlardı. Veya bunun alternatifi olan daha ılımlı, dini algılamaların buna alternatif olabilecek yaklaşımların olduğu bir ortamda DAEŞ gibi bir örgüte çok sıcak bakmayabilirlerdi. Yani DAEŞ’i güvenlikleştirip sadece bir güvenlik sorunu olarak görmemek gerekiyor. O insanları oraya ne çekiyor onu sorgulamak lazım. O örgütü yok etmekten ziyade onun yerine ne koyabiliriz, oradaki insanları nasıl ikna edebiliriz sorusunu sormak gerekiyor. Güvenlikçi yaklaşımla bu örgütü tasfiye etmeye çalışıyorlar. Bu bir çözüm değil. Ilımlı, dini bir söylem oluşturulabilir. Özellikle Avrupa’nın, göçmenleri ve göçmenlerin çocuklarını daha fazla içine alan bir sistem oluşturulması gerekir. Bunun sebepleri küresel boyutta. Buna sadece lokal düzeyde çözüm bulmak imkansız. Örgüte yönelik operasyonlarla belki petrol gelirleri kesilebilir ama bölgesel anlamda varlığını sürekli devam ettirir. Irak’ta veya Suriye’de etkisini azaltabilirsiniz ama Pakistan’da çıkar, Afganistan’da çıkar. Küresel sebepleri olan, medyayı iyi kullanan ve günümüz şartlarına dair organize olmuş bir örgüt. Bunu sınırlamak için içeriden bir yaklaşım gerekiyor. Ben öyle bir yaklaşım görmüyorum şuan. Sadece terörist deyip üzerine gidiyorlar. Yaptıkları hamleler belki parasal veya insan gücünü azaltabilir. O ideolojisindeki muhalefeti ve kendi içerisindeki meşruiyetini azaltmaz.

Rusya’nın Suriye’ye girmesi bölgesel dengeleri ne yönde değiştirdi?

Rusya’nın doğrudan sahaya girmesi rejim lehine etkiledi. Önceden sahada İran olduğunu biliyoruz, Hizbullah olduğunu biliyoruz ama bu rejim azınlığı yansıtan bir rejimdi. Bu sadece yeterli değildi. İster beğenelim ister beğenmeyelim Rusya güvenlik konseyinin daimi bir üyesi. Dolayısıyla dünyada güç kullanımına dair bir karar alınacaksa bunun parçası. Meşruiyet bağlamında muhalefete bağlı değil de Suriye rejimine katkısı olmuştu. İkincisi bölgede kendine üsler oluşturup oradaki silah sevkiyatını artırmış durumda. Bu da Rusya’nın orada kalıcı olacağını ve kendine kalıcı partnerler aradığı anlamına geliyor. Bir de rejimle birlikte çalışan ve onu güçlendiren İran ve Hizbullah var. Böyle bir ortamda DAEŞ ile mücadelede bir koalisyon oluşturulmuştu. Bu koalisyona alternatifi bir koalisyon daha oluşturuldu. Bu ikisi arasında bir rekabet olacak. Yani Rusya’nın derdi DAEŞ değil aslında. Rusya orada kendi etkinliğini artırmaya çalışıyor. Hatta DAEŞ’in varlığı Rusya’nın orada meşruiyetini sağlıyor. Hedefleri birbirinden farklı olan iki tane koalisyon var. Bu sıkıntılı bir durum. İleriki dönemlerde bu koalisyonlar arsında bir sürtüşme çıkabilir. ABD tarafının sürtüşmeye sıcak bakmadığını biliyoruz. Bu da Rusya’nın sahadaki konumunu daha da güçlendiren bir durum. 

“Türkiye kendi çıkarlarını gözetiyor”

Türkiye’nin Suriye ile ilgili temel politikası, akan kanın durması ve krize çözüm bulunmasıdır. Bu bağlamda Türkiye, Suriye’de savaşın son bulması ve mülteci krizine çözüm bulunması noktasında ortaya koyduğu kararlılık çerçevesinde Suriye’de meydana gelecek olan yeni bir oluşumda nasıl rol oynayabilir?

Türkiye uzun vadede Suriye konusunda her zaman rol oynayacak. Bugün Türkiye’nin etkisiz bir hale geldiğini söyleyenler yanılıyorlar. Türkiye’de bugün 2,5 milyona yakın Suriyeli var. Sınırın iki tarafındaki unsurlar Türkiye’yi de etkiliyor. Ama Türkiye’nin tek başına Suriye’deki durumu değiştirmeye gücü yok ve enstrümanları da yok. Yani İran gibi sahaya milis güçler sunmuyor. Diplomatik açıdan da büyük güçlerle hareket etmiyor. Bir de Türkiye’nin kendi çıkarlarıyla ilgili bazı sıkıntılar var. Oradaki PYD/ YPG ve PKK oluşumları Türkiye’nin güvenliğini tehdit ediyor. Bizim hissettiğimiz güvenlik tehditleriyle ABD’nin, Rusya’nın ve Batı’nın hissettiği güvenlik  tehditleri birbiriyle aynı değil. Bizim için en temel sorun orada bir PYD koridoru oluşması, PKK’nın orada kendine alan kazanması. Bu Türkiye açısından önemli bir sıkıntı. Ama aynı sıkıntıyı bizim ortak çalışabileceğimiz aktörler hissetmiyor. Türkiye açısından bu problemli bir durum. Türkiye ile işbirliği özellikle Avrupa açısından çok önemli bir durumdur. Avrupa Türkiye ile işbirliği yapmadan kendi içerisinde güvenliği garanti altına alamaz. Avrupa gerçekten Suriye’de sorunu çözmek istiyorsa Türkiye ile işbirliği içerisinde olmak zorunda. Avrupalılar yavaş yavaş bunu anlıyorlar. Türkiye ancak diğer aktörlerle daha iyi bir diplomatik ilişki ve en azından olaya ortak bakış açısı kazandırabilirse daha etkili olabilir. Şimdiye kadar öyle bir ortak bakış açısı olmadığını görüyoruz. ABD orada PYD ile çalışmayı daha uygun buluyor. Avrupalılar Türkiye ile anlaşmadan güvenliklerini garanti altına alamayacaklarını düşünüyorlar. Dolayısıyla Türkiye’nin çıkarı Avrupa ile daha çok örtüşüyor. Ama Avrupa’nın da sahayı etkileyebilecek askeri potansiyeli yok.

Bir şiddet sarmalına dönen Ortadoğu’da çözüm ve barışın tesis edilmesi için nasıl adımlar ve/veya politikalar izlenmelidir?

Maalesef bunun kolay bir çözümü yok. Kolay çözümü olmamasının sebebi hem büyük güçlerin hem de bölge güçlerinin hepsinin bölgenin geleceğinin nasıl şekilleneceğine dair farklı ve birbiri ile çelişen fikirleri olmasıdır. Ya büyük güçler kendi aralarında anlaşıp, bölge göçlerini de yanlarına alıp, bir düzen oluşturmaya çalışacaklar. Ya da bölge güçleri (İran, Suudi Arabistan, Mısır) gerçekten bu işi ele alıp bölgede kalıcı bir düzen oluşturmaya çalışacaklar. Bu aşamada ikisinin de olmadığını görüyoruz. Bölgedeki güç boşluğunu kendileri için bir fırsat olarak değil de bölgenin düzeni açısından bir sıkıntı olarak görüp bir araya gelmeleri gerekiyor. Şu ana kadar o güç boşluğunu bir fırsat olarak görmeye çalıştılar. Bu durum tarafları uçurumun eşiğine getirdi. Suud-İran gerilimi, Ortadoğu’daki büyük sorunun bölge merkezli bir şekilde çözülebilme olanaklarını da tüketmekte. Yakın vadede Ortadoğu’da bir çözüm ışığı görülmüyor.