Kent,tabiata karşı terörist saldırı aracıdır”

Röportaj
Omer Yilmaz Arkitera.com’da Lütfi Bergen ile modern kent-kapitalizm ilişkisini ve “kalkınma ideolojisinin” mekânsal yansımalarını konuştu.Oldukça ilginç fikirler içeren bir konuşma… ...
EMOJİLE

Omer Yilmaz Arkitera.com’da Lütfi Bergen ile modern kent-kapitalizm ilişkisini ve “kalkınma ideolojisinin” mekânsal yansımalarını konuştu.Oldukça ilginç fikirler içeren bir konuşma…

Ömer Yılmaz: Yazılarınızdan ve sosyal medyada yaptığınız açıklamalarınızdan bildiğim kadarıyla kalkınmayı savunmuyorsunuz. Alışageldiğimiz; biz mimarlara,plancılara okulda anlatılan planlı kentleşmeyi, kontrollü büyümeyi de savunmuyorsunuz. Çeşitli sayılar var ve kestirmek çok da kolay olmasa gerek ama son 50.000 yılda dünyada yaklaşık 110 milyar insan yaşadığı varsayılıyor. Eşit olarak bölsek İsa’nın doğumundan yani kullandığımız takvimde 0 yılından bu yana yaklaşık 50 milyar insan yaşamış olması gerekir. Oysa sadece şu anda dünyadaki insan sayısı 7 milyar. Bu durumda GDO, petrol savaşları, kalkınma isteği ve bunların sonucu olarak köylerden kentlere doğru kayan yaşam en azından kendi mantığı içinde bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Çok kısaca yukarıdaki sorun tanımı çerçevesinde kalkınmaya ve kentleşmeye neden karşı olduğunuzu açıklayabilir misiniz?

Lütfi Bergen: İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Antalya Şube Başkanı Cem Oğuz bundan bir süre önce “süreç içerisinde Türkiye’de 6,5 milyon binanın yıkılıp yeniden yapılacağını” söyledi. Yani Türkiye’de özellikle 2015 seçimlerinden sonra büyük bir alt-üst oluş yaşanacak. Türkiye’deki nüfusu 4 kişilik aileler halinde düşündüğümüzde 20 milyon aileye/haneye ulaşırız. Türkiye, iki katlı bahçeli 10 milyon ev üretip her evde 8 kişi (2 aile) sistemi ile yaşamaya karar verdiği takdirde bugün kapitalist kalkınma/refah/terakki düşüncesinin bizi getirip bıraktığı noktadan (6,5 milyon yeni konut yapımı mecburiyetinden) daha rantabl konut imal etmek gibi bir iktisadî toplumsallıkla meselelerini çözebilecek durumdadır.

Türkiye, 820.000 km2= 820 milyar m2dir. 10 milyon konut her biri 500 m2 bahçe üzerinde yapılsa 5 milyar m2 edecektir. Demek ki Türkiye’de iki katlı 500 m2 büyüklükte arsa içinde 10 milyon konut yaptığımızda 820-5= 815 milyar m2 toprak elimizde kalmaktadır. 10 milyon konut iki katlı ve içinde 8 kişi yaşayacak şekilde yapıldığında 80 milyon insana hem de bahçesi, bahçesinde ağacı, kümesi, domates, biberi ile barınak olacaktır.

“Kalkınalım Derken İçine Düştüğümüz Tuzağı Fark Edemiyoruz”

Sorunuzun ikinci kısmı “kalkınma ideolojisi” hakkındadır. Kalkınalım derken içine düştüğümüz tuzağı fark edemiyoruz. Bunun en birincil nedeni Batı bilgi üretiminin meslekleri belirleyen üniversiteleri kendi emperyalist amaçlarına hizmet ettirmesinden gelen ezberler yani paradigmalardır. Yıllardır süren kalkınma politikaları Türkiye için kent imal etmekten başka bir sonuç doğurmadı. Mahalli yapı malzemelerini kullanamıyoruz. Örneğin meşe ağacı 50 yılda meyve verir; kavak ağacı on senede iyi verim alınacak düzey tutar. Biz bu malzemeyi bırakıp binlerce yılda oluşan kum, mermer, demir, petrol gibi ürünlerden yapı malzemesi yapıyoruz. Petrolü plastik PVC dahil, asfalt dahil her şeye kullanıyoruz. Kullandığımız yapı malzemesi pahalı olduğu gibi yenilenebilir de değildir. Kerpiç-ahşap-taş gibi malzemeleri yenileyebilirsiniz. Ancak betonu yenileyemezsiniz. Kalkınma ideolojisi dünya halklarını mahalli yapı malzemelerini kullanmaktan alıkoyarak petrole bağımlılığı, metale bağımlılığı dayatıyor. Sizin sorunuzdaki “GDO, petrol savaşları” dediğiniz “zaruret” bir ezberden hareket ediyor. Yukarıdaki ev-mahalle sistemi ile hem barınma hem gıda meselesi halledilebilir; GDO’dan da korunma sağlanabilir.

“Kentlerde Mülk Sahipleri ile Kent borçlusu Olan Mülksüzler Arasında Büyük Bir Çatışma Birikmektedir”

Kentleşme ideolojisinin eleştirisi “Türk Pozitivistleri” sayılması gereken düşünce ekollerinin (İslamcılık-Türkçülük-Sosyalizm-Batıcılık) yakalandığı “sanayi toplumu fetişizmi” tarafından “ilkel-primitif” zamanlara ait bir nostalji gibi algılanmaktadır. Diğer taraftan dünyanın kalkınma yürüyüşü hayırlı bir sonuca varmamıştır. Kalkınmış ülkeler kalkınmakta olan ülkeleri kendi lüks tüketimleri için üretim yapmaya zorlamaktadır. Bunun bazı sonuçları olmuştur: Toprakların doğal yapısı erozyon, tuzlanma, kuraklık, kimyasal kirlenme, kentleşme gibi faktörlerle bozulmaktadır; su kaynakları endüstriyel tarım nedeniyle kurumaktadır; kırsal tarım artık kentleri besleyemez hale gelmektedir; ormanlar yapılaşma, turizm, endüstrinin kereste ihtiyacı nedeniyle yok olmaktadır; balık yataklarının %70’i tükenmiş durumdadır. Erozyon sonucu denizlere akan toprağın üst verimli tabakaları, gübre ve kimyasal atıklar denizlerde ölü alanlar oluşturmaktadır; endüstriyel uygulamalar tarımsal mahsulü hayvan yemi olarak kullanmaktadır; kalkınma ideolojisi kentleşme süreçlerini ve sermaye yoğunlaşmasını zorlayarak sınıfsal ayrışmaları büyütmektedir; kentlerde mülk sahipleri ile kent borçlusu olan mülksüzler arasında büyük bir çatışma birikmektedir; kalkınma ideolojisi ulaşım, iletişim, gıda, eğitim ve enerji örgütlenmesini birey ve toplulukların hürriyetlerini kısıtlayarak yürütmektedir. Bu sorunlar kalkınma ideoloji ile geldi.

Kalkınma ve kentleşme ortak ulaşım saatlerine bağımlılık, zamanın kent yöneticileri tarafından kontrolü, kent içi hareketliliğin dayatılması, mobese ile gözetlenme, sıkışıklık üreterek terbiye edilme, kişisel özgürlük için araba almaya zorlanmak gibi süreçleri çalıştırmaktadır. Kapitalizm ve sermaye birikimi artık emek sömürüsünden değil kent/mekân düzeni içinde yürüyen daha rafine sömürü ilişkilerinden doğmaktadır. Buna kent içinden cevap üretilebileceğini düşünmüyorum.

Son dönemde kapitalizmle ilgili tartışmalarda, batı medeniyetinin kendisi dışındaki medeniyetleri sömürerek kendisi için konforlu bir yaşam alanı oluşturduğu iddiası sıkça karşıma çıkıyor. Amerikan ideolojisi ve Amerikan kentlerini düşününce ikna olurdum belki ama Avrupa’da hatta daraltalım, Avrupa’nın kuzeyinde vatandaşlarına nitelikli mekânsal ortamlarda yaşama olanağı yaratabilmiş ülkeler var. Bu ülkeler başka ülkeleri sömürü üzerine kurulu görünmüyorlar. İlk sorumla da bağlantılı olarak, acaba temel sorun nüfus artışı olabilir mi? Sizin söylemlerinizde “kalkınma” başta olmak üzere AK Parti politikalarına karşı çeşitli eleştiriler var ama nüfus artışının teşvikini mesela o kadar yoğun eleştirmiyorsunuz? Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Nüfus artışı ekonomik refah arttıkça azalan bir eğilim gösteriyor. Ayrıca Kuzey Avrupa iklim şartları bakımından tercih edilen bir bölge değil. Şöyle sormak gerek serbest dolaşım hakkı varken niçin Londra-Paris gibi nüfusu 13-15 milyona varan kentler kuzey Avrupa’ya göç etmiyor? Kuzey Avrupa ülkelerinde gelir düzeyi çok yüksek olmasına rağmen diğer Avrupa ülkelerinden nüfus hareketi bulunmuyor. Avrupa’nın kuzeyi derken Danimarka (5,6 milyon), Norveç (5,06 milyon), İsveç (9,5 milyon), Finlandiya (5,4 milyon) gibi ülkelerden bahsettiğinizi sanıyorum. Finlandiya nüfusu Türkiye nüfusuna göre 16 kez küçük olmasına karşın ülke büyüklüğü Türkiye’nin toplam yüzölçümünün yarısıdır. Ülke topraklarının % 75’i ormanlarla ve % 10’u göllerle kaplı bulunuyor. Finlandiya orman ürünleri ihracatında Kanada’nın ardından geliyor. Bu konuda dünyada ikinci sıradadır. En önemli gelir kalemleri orman ürünleri, hayvancılık, metalurji ürünleri, teknoloji mamulleri. Finlandiya’nın mal ihraç ettiği ülkeler (Almanya, İsveç, Rusya, ABD, İngiltere) ile mal ithal ettiği ülkeleri (Rusya, Almanya, İsveç, Çin, İngiltere) karşılaştırırsak sömürgeci ülkelerin sahalarından özellikle uzak tutulduğu anlaşılır. Finlandiya ancak 1945 sonrasında Rusya’nın etkisinden kurtulabildi. Batı’nın emperyalist paylaşımı gerçekleştiren aktörleri Hollanda, İngiltere, İspanya, Portekiz, Almanya, Fransa, Rusya’dır. Avrupa’nın küresel emperyalist aktörleri arasına girmeyen İsveç, Norveç, Danimarka, İsviçre, Polonya gibi ülkeleri sömürgeci ülkelerin insan ve hizmet ihtiyaçlarına kaynaklık ediyorlar. Tarihte Hansa Birlikleri olarak geçen bu ülkelerin sömürgeci ülkelere hizmet ettiğini düşünüyorum. Avrupa’yı parçalayarak ele alamayız. Kuzey Avrupa ülkeleri Batı’nın emperyalist aktörlerinin dünya sömürüsüne katılmamaları şartıyla desteklenmektedir. En son Arap Baharı’nda Fransa Libya ve Cezayir’in petrollerine el koydu. Kaddafi döneminde, Libya petrolleri İtalyan Eni, Fransız Total, İngiliz BP, İspanyol Repsol ve Avusturyalı OMV şirketleri arasında paylaşılmıştı. Yeni dönemde Libya petrollerini İtalyan Eni ve Fransız Total petrol şirketleri ele geçirdi. Kuzey Avrupa ülkeleri Avrupa ideasının modelleri olarak sunuluyor.

Kalkınmanın nüfus artış hızını durdurduğu şeklinde bir tez var. Nüfus artış hızının durmasının iktisadi sonuçları vardır. 65 yaşında emekli olan kişinin yerine çalışamayacağı dönemdeki maaş ve sağlık giderlerini karşılamak için en az üç yeni emekçi koymak gerekiyor. Türkiye’de insanlar emekli maaşı almak istedikçe nüfusun artmasını da istemek zorundadırlar. Bunun dışında nüfus benim için sorun değil. Batı sömürgeci-köleci kent modeli antik Yunan’dan beri nüfus kontrolü teorisi üzerine oturuyor. Batı’da kilise’nin bir sınıf olarak evlenmekten men edilmiş ruhbanlardan oluşması dahi nüfus kontrolünü ve emek sömürüsünü dayatır. Ruhbanlar “Serveti olanlar Allah’ın melekûtuna ne kadar da güçlükle girerler” beyanını yayarak halkın servetini Kilise’ye transfer etmekteydiler. Negri’nin yaklaşımında ise sömürü bir “imparator”luğun denetimindedir. Artık ulus-aşırı korporasyanların küreselleşmiş faaliyetleriyle yürütülen sermaye akışı, teknoloji akışı, nüfus akışı, kültür akışı gibi ağ sistemi vardır. “Ulus-devletler, küresel dolaşım kanallarının filtreleri ve küresel komuta bağlanmasının regülatörleri” işlevini görerek küresel güçler arasındaki sermaye akışını denetler. Küresel talanla gelen geliri bölüştürür ve bölüşümü kendi sınırları içerisindeki nüfusu disipline etmekte kullanır. Kuzey Avrupa ülkelerinde mekân düzenlemelerinin “insanca” tanzimi sömürgecilik sonrası sömürünün bittiği anlamına gelmez. Tam aksine sömürünün derinleştiği anlamına gelir. Sömürü mekanizması küreselleşmiş ve kentleşme alanlarını istila etmiştir. Sömürünün tanımlanması zorlaşmıştır.

“Batı’da Üretilen Bilgi, Batı Dışı Halklar İçin Hem Pahalı Hem de Kültür Dayatmacı Bir Irkçılıktan Besleniyor”

Genel düşünceyi sömürmüş olmaları ve sömürülmüş olmak üzerinden geliştiriyorsunuz. Ve nüfus artışını da sorumlu görmüyorsunuz. Bu duruma Rönesans’tan başlayan batı aydınlanmasını da bu sömürü sisteminin tarihi izleri olarak göreceğinizi tahmin ediyorum. Bu biraz kolaya kaçmak olmuyor mu? Sömürü biraz da yenilikleri erkenden yapanın bu yenilikleri üzerinden pay alması olarak okunamaz mı? Şöyle açayım: Medeniyetimizle övünüyoruz ama şöyle bir üç dört yüz yıl geriye gidecek olsak batı dışı toplumlardan (Kore – Japonya ikilisi tartışmasını bir süre kenarda tutalım.) çıkan bir buluş yok gibi.

Sömürünün tanımlanması zorlaşmıştır, demiştim. Nüfus sorununu kentleşme eleştirisini bertaraf etmek için gündeme almak nereye kadar çözüm üretecek? Batı’da üretilen bilgi, “buluş”lar, Batı dışı halklar için hem pahalı hem de kültür dayatmacı bir ırkçılıktan besleniyor. İnsanlık 7 milyar nüfusa erişti ve sürekli artma terendi içinde bulunuyor. Batı buluşları bu nüfusun ihtiyaçlarını tekno-endüstriyel paradigması ile karşılamaya muktedir değil. Hızlı ulaşım için icat edilen otomobiller halen kentin bazı bölgelerinde karayollarından daha fazla mekân kaplıyor. 250 km. hız yapabilecek araçların saatte 10 km hızla seyrettiği trafik kentleri tehdit ediyor. Mimarların kullandığı beton tabiatın su kaynaklarını tüketme pahasına üretiliyor. Kent tabiata karşı yürütülen bir terörist saldırının aracıdır. Yaşadığımız kentte (İstanbul-Ankara diyelim) güvercin, serçe, saksağan, fare, sinek, kedi, köpek, martı dışında canlı bırakmadık. Dünya su krizinde iken mevcut suyu otomobilleri yıkamak için kullanıyoruz. Asfalt-beton malzeme ile toprağı katranlıyor, toprak canlılığını öldürüyoruz. Mimarlar mesken değil “hücre” üretiyor. Le Corbusier diyor ki, “Hücreler (konutlar) yirmi, kırk, altmış kat üzerinde dengelenecek.” (*)Le Corbusier, “Büyük kent, her şeyi komuta eder; barışı, savaşı, çalışmayı. Büyük kentler, dünyanın yapıtının üretildiği tinsel atölyelerdir”;Büyük kent kapan, otomobiller tavşanlardır. Sonunda tavşanların hepsi sıkışacak” da demiştir. İnsanlık kentler üzerinden kapitalizme ayartılmaktadır.

“İnek İnsanlık İçin Yeterli Bir Buluş”

Mimarların “Kat Mülkiyeti” kavramına direnememesi kent halklarını toprak mülkiyetinden koparmak için işlevselleşiyor. İslam fıkhında toprak mülkiyeti toprağın hem altı hem üstünün sahiplik konusu edilmesini getirirken kent ideolojisi (ve buluşu) bireylerin mülkiyet hakkını beton-demire tahavvül ediyor. Yani kentleşme ve Batı buluşu mülkiyet hakkını iptal etmektedir. 500 m2 arsada sahip olduğunuz tek katlı evin toprak mülkiyeti “Kat Mülkiyeti Sistemi” ile örneğin 5 katlı 20 daireli bir binada parçalanarak “gökte bir beton-demir hücre”ye izafe ediliyor. 60 sene sonra bu eski binanın “riskli yapı” adı altında yıkılması gerektiğinde 10 katlı 40 daireli bir binaya tahavvül edildiğinde aslında toprak kalmıyor. Dolayısıyla Batı’nın buluş sistemini “hırsızlık”, “terörizm”, “mülksüzleştirme-topraksızlaştırma” olarak görüyorum. Bahsi geçen “yenilik” ve “buluş”ları “insanca” sayamayız. İnsanların doğurarak çoğalması tabiatlarında olan bir durum. Ekolojik bir durum. Nüfusu denetlemeye yönelik söylem-sorunuzu “insan ekolojisi” bakımından kabul edemeyiz. Eğer Çin de Batı buluşu olan bu “uygarlık araçlarına” uygun bir kentleşme sürecine katılırsa yaşanacak gıda-su-kirlilik krizini nasıl çözecek? İnek insanlık için yeterli bir “buluş”tur. İnek besleyip sütünü, derisini, toprağı gübrelediğim ve ısındığım tezeğini, toprağı sürmek için gücünü ve etini kullanmak varken “modern Batı uygarlığının Kutsal İneği: Otomobil”i insana has değerler üreten buluş sayamayız. İnsanlığın medeniyet tasavvurunda en büyük aşama tarımdır. Batı uygarlığı bu aşamadan sapmıştır.

“Türkiye’de Konut Politikasının Küresel Kapitalizmin Ülkeye Yatırım Yapmak İçin İşlevselleştirilmesini Kabul Edemiyorum”

Yaygın yerleşme önerisi Başbakan’dan da gelmişti. Almanya’yı bir vaka olarak ele alsak. Ülke yönetim stratejisi olarak yaygın ve 1 milyon nüfusun üzerinde 4 kent var, büyük kentlerin oluşmasının önüne geçiliyor. Öte yandan kalkınma ve sanayi söz konusu ise daha ileri bir ülkeden de söz edemeyiz sanırım. Bu hedeflerine nitelikli insan gücü ve planlı ve disiplinli çalışmayla geldiklerini varsaysak, bizim sorunlarımız için bazı ipuçları görüyor musunuz?

Yaygın yerleşmeyi bugünden farklı olanaklarla köylerde yaşamak önerisi olarak kabul edersek bu iletişim olanakları ile toplumu dönüştürmek sizce olanaklı mı?

Almanya hakkında Kemal Özden’in bir makalesini okumuştum. 1960’ların son döneminde İngiltere-Fransa gibi ülkelerden farklı bir konut politikası geliştiriyorlar. İlk olarak “ev sahibi olmayı kolaylaştırıcı teşvikler” sunuluyor. Bununla amaç banliyöleşmenin artması ve kent merkezinde yoğunluğun azalması hedefleniyor. İkinci olarak halka evi ile işyeri arasındaki mesafeye oranla “uzaklık teşviki” veriliyor. Böylece kent merkezinde oturma zarureti gideriliyor. Üçüncü olarak “Endüstri vergisi” alınıyor. Hem imalat ve hem de 2004’ten itibaren hizmet sektöründen alınan bu verginin oranı eyalet otoriteleri tarafından belirleniyor. Kemal Özden’in işaretine göre Weimar Anayasası’nın 155. Maddesi “Bütün Almanların sağlıklı bir konutta yaşamasını” hak olarak düzenliyor. Bu ilkeler Alman kentlerinin klasik tarihi yapısını koruma fırsatı oluşturuyor. Almanya’da ulaşım ağının demiryolu-metro ağı ile tanzimi de halkın otomobil kullanımını % 47’ye kadar geriletiyor. Kemal Özden Almanya’nın kapitalist sistem içinde görülse bile “beledî sosyalizm” akımı kavramı altında değerlendirilmesini önerir. Almanya’nın yaptıklarını önemsiyorum. Türkiye’de konut politikasının küresel kapitalizmin ülkeye yatırım yapmak için işlevselleştirilmesini kabul edemiyorum. Dolayısıyla yeni bir anayasada “konut dokunulmazlığı” yerine “barınma ve ev sahibi olma” hak sayılmalıdır. Hane (aile) kurmanın mesken sahipliği bakımından hak oluşturması toplumsal bilinç haline gelmelidir. Böylece insanların 10-20 yıllarını gökte yükselmiş beton-demir hücreler için borçlanması, emek sömürüsüne uğraması son bulur. Mülkiyet bu şekilde yeniden ele alınırsa kent maliklerinin (mülk sahiplerinin) kent mülksüzlerini kira yoluyla soymasına da fırsat verilmez. Böylece servetin kaynağı emek olur. Spekülasyon, kira getirici mülk, faiz angaryanın meşrulaştırım aracı olmaktan çıkar.

Son dönemde AKP üzerinden yaşanan tartışmalara bağlamadan, “benim memurum işini bilir” mantığına ve daha da gerilere giderek soruyorum: Toplumun ahlaki yapısı bu binalar ve kentler olarak karşımıza çıkıyor olabilir mi?

Toplumun yapısı dediğimizde Menderes dönemine gitmek zorundayız. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısı CHP’yi böldü. Bu yasa toprağı olmayan ya da toprağı tarımsal üretime yetersiz çiftçilerin aileleriyle birlikte geçimlerini sağlayacak toprağa kavuşmasını sağlamak amacıyla çıkarılmış (11 Haziran 1945) idi. Yasa tasarı halinde iken Adnan Menderes, Cavit Oral, Emin Sazak gibi milletvekili olan büyük toprak sahipleri tarafından işlevinden kopartılarak Meclis’ten çıktı. Bu yasanın Meclis görüşmeleri sırasında Adnan Menderes ve üç arkadaşı CHP’den istifa ederek Demokrat Parti’yi kurmuştur. Böylece tarımsal alanda makineleşme ve ardından ekonomik bir iç göç yaşanarak kentlerin çeperlerinde “gecekondu sorunu” doğdu. Kent çeperleri barınacak yer bulamayan köylüler tarafından işgal edildi. Toprak işgali Anadolu’da asırlardan beri ilk kez kamu malına (beytu’l mal) yönelik olarak ama siyasetin yanlış kararları neticesi doğan zaruretten kaynaklandı. Daha önce toprakta iskân devletin ekonomik ihtiyaçları için yapılırdı. Bu kez işgal olarak geldi. 1960’lara gelindiğinde kentlerde yeterince işçi stoku oluşmuştu. Bunlar gecekondularda öbeklenmektedirler. 1968 ve sonrası sağ-sol kavgalarını kent mülkünün paylaşım savaşı olarak da okuyabiliriz. Kısacası kentlerin sorunuzdaki gibi sapmaya uğraması ahlâkî zaaftan kaynaklanmıyor. 1945’te dünya sistem sanayi üretimindeki eksiğini gidermek için işçiye ihtiyaç duydu. Türkiye’den de Almanya’ya işçi göçü İkinci Dünya Savaşı sonrası geldi. Kentleşme ve binalar gerek Batı’nın ve gerek ise Türkiye’nin acil sanayileşme talebinin sonucudur. Ancak Almanya bu işi yaparken aldığı işçinin dişlerine bile bakmaktaydı. Oysa Türk sanayileşmesi süreci kırdan kente radikal bir kopuş oluşturdu. Kentlerimiz henüz ortada olmayan sanayiye çekildi. Dikkat ederseniz daha sanayi doğmadan Türkiye İşçi Partisi kuruldu (1961), bir sanayi partisi ideolojisi olan Milli Görüş’ün doğması için 1970’i beklemek gerekti.

“Biz Endüstriyel Bir Topluma Dahi Geçemeden Kentsel Topluma Geçmeye Çalışıyoruz.”

Peki, bu yozlaşmış siyasi iklim, mülkiyet ve kentsel organizasyondan çıkış için bir ümidiniz daha doğrusu bir çözümünüz var mı? Henüz toplumun önemli bir kesimi ile yaşadığımız kentlerin niteliksizliği ve çevre tahribatı üzerinde hem fikir olamadığımız gerçeğini hatırda tutarak soruyorum.

Kentsel organizasyon ve mülkiyet sisteminden tımar sistemi ve Pazar yapılarının kamulaştırılması ile çıkılacağına ilişkin pek çok yazı yazdım. Yani benim çözümüm tarihsel iktisadi-sosyal üretim biçimlerinin güncellenmesi ile ilgilidir. Bir bakıma kent dışında ama köyde değil; “şehir” sisteminde. Şehir kavramının içini her hanenin ev hakkı, her hanenin pazara mal sürebilme hakkı, yürüyüş mesafesinde hizmetlere ulaşma hakkı, manzara hakkı, binek hakkı, meslek edinme hakkı gibi haklarla dolduruyorum. “Okumama hakkı” vardır ama mesleksizlik yoktur. Kapitalizm bugün ilkel toplum-köleci toplum-feodal toplum-endüstriyel toplum-post sanayi toplumu gibi bir zinciri izlemiyor. Bugün ilerlemeci düşünce kapitalizmi “tarımsal toplum-endüstriyel toplum-kentsel toplum” praksisinden açıklıyor. Biz endüstriyel bir topluma dahi geçemeden kentsel topluma geçmeye çalışıyoruz. Kentleşme sürdürülebilir değil. Türkiye son iki yılda 3 milyon göç aldı. Almanya’nın 55-60 yılda aldığı göçmen sayısı 3-4 milyon. Bu derece iç ve dış göç yaşayan bir ülkenin kentleşmeyi durduracak başka paradigmalar üretmesi gerekir.

Lütfi Bergen kimdir?