Biz onlar için ne yaptık?

Röportaj
18 Mart’ta vizyona girecek olan “Son Mektup” filminin yönetmeni Özhan Eren ile Milat gazetesinden Özlem Doğan konuştu.İşte o konuşma… On binlerce vatan evladının düşünmeden canlarını feda ettiği ve ta...
EMOJİLE

18 Mart’ta vizyona girecek olan “Son Mektup” filminin yönetmeni Özhan Eren ile Milat gazetesinden Özlem Doğan konuştu.İşte o konuşma…

On binlerce vatan evladının düşünmeden canlarını feda ettiği ve tarihe ‘Çanakkale Geçilmez’ mührünü vurdukları büyük zaferin üzerinden yüz yıl geçti. Bu büyük zafer dolayısıyla Türk Sinemasında birçok filme imza atıldı. Fakat 18 Mart’ta vizyona girecek olan, çekimlerine yedi yıl önce başlanan ve 20 milyon liranın üzerindeki bütçesi ile Türk Sinemasının en pahalı filmi olma özelliğini taşıyan Son Mektup, diğerlerinden çok farklı. Yine bir dönem filmi olan ‘ 120’ ile büyük beğeni toplayan, senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği Son Mektup’ta savaşı ve savaşın perde arkasını duygusal bir dille beyazperdeye aktaran Özhan Eren’le ‘Son Mektup’u konuştuk.

UZUN YILLARIN EMEĞİ

Çanakkale Zaferi’nin 100. yılında, çekimlerine yedi yıl önce başladığınız filminizi izleyicilerle buluşturacaksınız. Son Mektup sizin için nasıl bir önem arz ediyor?

Son Mektup, benim için zaman zaman silah arkadaşım gibi hissettiğim, bizim için can veren insanların hikâyesidir. Uzun soluklu bir çalışmanın ürünü olan bir Çanakkale filmimiz olsun dileğiyle yola çıktım. Çünkü bu alanda bu kadar büyük bütçeyle ve uzun süren hazırlıklarla çekilmiş bir filmimiz yoktu. Çanakkale’yi anlatan bir film yapabilmiş olmanın verdiği bir mutluluğu yaşıyorum. İnşallah izleyenlerde aynı kanaatte olurlar. Çok emek verilmiş, çok ter dökülmüş ve çok gayret edilmiş, uzun yılların emeği olan bir film ortaya çıkardık.

Film için Çanakkale Savaşı’nda kullanılan mayın ve topların birebir aynısının üretilmesi filme nasıl bir katkı sağladı?

Türk sinemasında birçok başlıkta bu tür filmler çekildi. Fakat ilk defa bir sinema filmi için dört uçak, beş top, mayınlarıyla birlikte bir mayın gemisinin neredeyse tamamı yeniden yapıldı. Bu detaylar bizim hikâyemizi aktarabilmek adına çok önemliydi. Sinemamızın bir derdi de; gerçek mekânlarda çalıştığınız zaman çevre şartları rahat çalışmanızı, istediğiniz kaliteyi almanızı engeller. O yüzden biz yaklaşık 2000 metrekarelik bir alana beş altı ayrı plato kurarak bütün dâhili çekimlerimizi kendi kurduğumuz platolarda gerçekleştirdik. O açıdan çok şanslı olduğumu düşünüyorum.

SAMİMİYETİN SEYİRCİYE GEÇMESİ BAŞARIDIR

Çanakkale Savaşı’nı anlatırken vermek istediğiniz ya da seyircinin alması gereken mesaj nedir?

Tarihi film yapmaktan ziyade, bir dönemin duygusunu vermeye çalışıyorum. Galiba hikâyeyle samimi bir irtibat kurduğunuz zaman bu mümkün oluyor.  Sağcılık-solculuk, Türklük veya Kürtlük sınıflandırması yapmadan, sadece insanımıza yoğunlaştığımız zaman ortaya daha hakiki duygular çıkıyor. Zaten samimiyetiniz seyirciye geçerse başarmış oluyorsunuz.

* Harbe neredeyse yukarıdan hiç bakmadık. Tarihimizdeki topçularımızı, bahriyelerimizi, denizcilerimizi, doktor ve hemşirelerimizi, piyadelerimizi biliyoruz ama tayyarecilerimizi pek bilmiyoruz.  Biraz da onlardan bahsetmek istedik.

Filmin hikâyesini yazmaya nasıl başladınız?

Öncelikle temel hikâyeyi kurmakla başladım. Bir taraftan hikâyeyi kurarken diğer taraftan karakterleri geliştirdim. Bir hikâyenin yapılabilirliği ile ilgili film olarak çekilip çekilemeyeceği ya da o yönde bazı kısıtlamalar söz konusu olur. Bunları dengelediğimiz zaman neticeye ulaşabilirsiniz. Allah bana yardım ediyor, ben buna inanıyorum.

ANLATILANLARIN TÜMÜ GERÇEK

Son Mektup’taki karakterler kurgu mu yoksa tarihte yer alan gerçek kişiler mi?

Bir kısmı gerçek tarihi karakterler,  bir kısmı da kurgu karakterler gibi görünüyor. Ama şunu söyleyebilirim ki; anlatılanların çoğu gerçek. Yani isimler farklı olabilir ama yaşananlar aynı. Hikâyelerimizi karakterlere yükledik ama sonuçta anlattıklarımız savaşta yaşananlardı.

Çekimler esnasında özellikle savaşın olduğu noktalarda çalışırken nasıl hissettiniz?

Çanakkale’nin öyle manevi bir havası var ve o maneviyat o kadar yoğun ki, Çanakkale Savaşı’na dair hiçbir şey bilmeyen bir insan bile fazlasıyla etkilenir. Kendimle ilgili şunu söyleyebilirim; neredeyse bütün vaktim Fatiha okumakla geçti. Çünkü attığım her adımda, her karış toprağın altında bir şehit olduğunu biliyordum. Bu yüzden bol bol dua ettim.

BİZ ONLAR İÇİN NE YAPTIK?

Yazdığınız ve insanlara anlatmaya çalıştığınız hikâyenin yüz yıl önce yaşanmış olduğunu bilmek daha etkileyici oluyor sanırım…

Bir taraftan film çekiyoruz ama bir taraftan biliyoruz ki; filme uyarladığımız bu hikâyeyi insanlar yüz yıl önce yaşadılar. Biz çekimler için saatlerce çalışsak da, akşam otele gidip rahat yataklarımızda yatıyorduk. İçinde azıcık duygu taşıyan bir insanın bile düşünüp utanması gereken bir durum var ortada. Onlar bizim için canlarını vermişler, peki şimdi bizler ne yapıyoruz?

Türk halkı tarihini, özellikle Çanakkale’de yaşananları hakkıyla biliyor mu sizce?

Bence bilmek değil, yapabilmek önemlidir. Tarih bilmek benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Bildiğimiz üzere yaşayabiliyor muyuz? Temel sıkıntımızın ben bu olduğunu düşünüyorum. Kültürümüzü, dinimizi, tarihimizi bildiğimizi söylüyoruz ama onlara göre yaşıyor muyuz, bu konuda çok ciddi şüphelerim var.  Bu ülkenin çok daha yukarılarda olması lazım. Filmi çekerden hissettiğim de buydu. Biz onlara layık mıyız diye kendime sorduğumda, keşke içim rahat olarak; “Evet, biz o şehitlere layık bir kuşağız” diyebilseydim ama öyle göremiyorum.

18 Mart’ta vizyona girecek olan ‘Son Mektup’ filminin hikâyesi:

Tayyareci Salih Ekrem Yüzbaşı Osmanlı’nın ilk pilotlarından bir genç subaydır. Eşini küçük kızı Gülmelek’in doğumunda kaybetmiştir. Şubat 1915’te İngilizler donanma ile saldırıya başlayınca Salih Ekrem de Gülmelek’i babaanesine emanet ederek İstanbul’dan ayrılır ve “ilk uçaklardan biri olan” tayyaresi ile Çanakkale’ye gider. Hava keşfi yaptığı günlerden birinde, Nihal isminde genç bir hemşirenin de olduğu Türk sıhhiyeci grubuna iki İngiliz uçağı saldırınca Salih yardıma koşar. Çatışmada kendisi de ağır yaralanır ama Nihal hemşire ile birlikte Fuat isminde bir küçük çocuğun kurtulmasını sağlar. Kimsesiz bir çocuk olan Fuat, Nihal hemşirenin, Tabip yüzbaşı Ragıp’ın, Erika hemşirenin ve Nusrat’ın kaptanı Hakkı yüzbaşının kanatları altına sığınır.. Herkes “Küçük Gazi” Fuat’ı uzaklardaki kendi çocuklarının yerine koyarak korumaktadır. Fuat, harbin bütün şiddetiyle sürdüğü günlerde Salih Yüzbaşı ile Nihal’in daha da yakınlaşmalarına vesile olacak, Nihal’in vazife gereğince İstanbul’a dönmesi ile bu beraberlik, “mektuplarda dile getirilen” büyük bir sevdaya dönüşecektir…