“700 yıllık geçmişi inkarın sancılarını çekiyoruz”

Röportaj
Aljazeera’den Didem Özel Tümer’in Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Ve Finans Danışmanı Cemil Ertme ile konuşması… Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ekonomi ve Finans Başdanışmanı Dr. Cem...
EMOJİLE

Aljazeera’den Didem Özel Tümer’in Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Ve Finans Danışmanı Cemil Ertme ile konuşması…

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ekonomi ve Finans Başdanışmanı Dr. Cemil Ertem, Türkiye ve Rusya arasındaki krizin her iki ülke açısından da fırsatlar doğurduğu görüşünde. Türkiye’nin fırsatı için başka ülkelerle daha cazip işbirlikleri, Rusya açısından ise kapalı ekonomisini dünyaya açma fırsatı. Başkanlık sisteminin sadece bir siyasal sistem değil aynı zamanda bir refah tartışması olduğunu söyleyen Ertem, Merkez Bankası eleştirilerinin dayanağını anlattı. Ertem, Al Jazeera‘nin sorularını yanıtladı.

Son dönem yazdığınız yazılarda kriz olarak değerlendirilen gelişmelerin aslında bir fırsat olabileceğine işaret ediyorsunuz. Rusya ile yaşananlara da Türkiye’nin önünü açan bir kriz olarak bakılabileceğini söylediniz. Nasıl bir fırsat bu?

Türkiye’den bağımsız olarak, yaşadığımız 21.yüzyıl, 20.yüzyılda mazlum olmuş, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler için tarihi bir fırsat sunuyor. 20.yüzyılda, ulus devletlerin yapılanması ve enerjisi biçimlenmiştir. Soğuk savaşın devam ettiği 21.yüzyılda hiyerarşi bozuluyor. Sınırlar ve ekonomik paradigma değişiyor. Mazlumlar, az gelişmişler, gelişmekte olanlar – nasıl tanımlarsanız tanımlayın- yukarı çıkma konusunda bir fırsat yakalamış oluyor.

2008 krizi esasen 1929 krizinden çok daha derin ve çok daha yapısal ekonomik, siyasal sonuçları olabilecek bir kriz. Bu anlamda 2008 krizi sistemin en uzun, belki en kapsamlı dönüşümünü yapacak ve belki de kendi içerisinden sistemin alternatifini üretebilecek bir kriz. Bu anlamda uzun sürecek.

2008 krizinin, 1929 krizi gibi top yekûn bir savaşla bitip tekrar sistemin yola devam edeceğini kimse zannetmesin. Bunu güçlü bir varsayım olarak söyleyebilirim. Dolayısıyla böyle bir tezi ortaya koyduğumuz zaman, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin ne denli büyük bir tarihi fırsatın eşiğinde olduğunu görebiliriz. Yaşadığımız günler ve ekonomik – siyasi gelişmeler bize bunu gösteriyor.

 ‘Tamam artık, bu çok önemli bir sorun, çok önemli bir siyasi kriz, buradan nasıl çıkacağız, karşımızda bir savaş var’ dediğimiz olaylar bile, son Rusya krizi gibi, bakıyoruz ki, bir fırsat olmuş.

Somutlaştırır mısınız?

Örneğin sayın cumhurbaşkanımız Fransa ve Katar gezisi yaptı. Katar’ın LNG konusunda aslında Rusya ile örtülü bir rekabeti var. Katar’ın bütün doğalgaz üretim tesisleri Amerika’ya ihracat üzerine konumlanmış. Ama Amerika’nın kaya gazı üretimi, Katar’ın buraya ihracatını kısıtlamış. Katar’daki bu tesisler atıl kalmış. Türkiye – Katar ilişkileri de iyi. Biz oraya gittiğimiz zaman Katar’ın önerisi ‘biz ürettiğimizi büyük ölçüde verebiliriz’ oldu. Eğer Türkiye nakliye ve depolama konularını halledebilirse büyük ölçüde doğalgaz sorununu Katar’dan ithal ettiği LNG ile çözebilir.

Bu nasıl bir fırsat? Türkiye yıllardır yapmadığı doğalgaz depolama tesislerini çok hızlı bir şekilde yapabilir. İkincisi, yeni ticari geçiş alanları ve ticari yolları bu vesileyle ortaya çıkartabilir. Yine büyük bir avantaj elde edebilir.

“Türkiye Rusya’nın tekelini kırabilecek ülke haline geliyor”

Öte taraftan enerji konusunda iki önemli adım atıyoruz. Biri, hem Hazar Denizi’ndeki ve Irak’taki enerji hatlarını Güney Gaz Koridoruna bağlıyoruz ve bunları Avrupa’ya ulaştırıyoruz. Bu yalnızca bir enerji geçişi olmuyor. Enerjiyi fiyatlayabilecek bir ülke de oluyor. EPİAŞ’ı (Enerji Borsası) kuruyoruz. Bunun doğalgaz ayağı da olacak. Türkiye, Rusya’nın hem Kafkaslarda, hem de giderek Avrupa’daki doğalgaz ve enerji tekelini, fiyat ve arz açısından kırabilecek bir ülke haline geliyor. 

Bu son olayda gördük ki, bir krizin arkasındaki ekonomik ve siyasi gerçekleri deşifre ettiğimiz zaman çok önemli bir fırsatta.

Türkiye özellikle 90’lı yıllarda çok yanlış enerji anlaşmaları yaptı Rusya ile. Bunların ne kadar tarihi yanlışlar olduğunu da şimdi görüyoruz. Böyle devam etmeyeceğimizi de artık biliyoruz. Bu anlamda elimizde ciddi bir bilgi birikimi kendiliğinden çıkmış oluyor.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Osmanlıyı Düyun – u Umumiye yani, iflasa götüren süreç Osmanlı – Rusya Kırım Savaşı ile başlamıştır. Batı burada aradan çekilerek Rusya ile Osmanlı İmparatorluğunu kafa kafaya vurdurmuş ve kazançlı çıkmıştır. Böyle bir tarihi deneyim de var önümüzde. 700 yıllık geçmişi inkarın sancılarını çekiyoruz

[Fotoğraf: Zahidin Köşüş / Al Jazeera

Türkiye – Rusya ilişkilerinin tamir edilmesinin önemi bu anlamda büyüktür. Ama Türkiye eski Türkiye değildir. Türkiye hiçbir zaman haksızlık karşısında boyun eğmeyecektir. Dolayısıyla Rusya’nın hem Akdeniz’deki, hem de Ortadoğu’daki baskın ve belki de ilhakçı emellerini Türkiye bu kriz dolayısıyla deşifre etmiştir. Batı da bunu görmüştür. Rusya bu yanlış politikalardan dönerse bu esasında baktığımızda yalnızca Türkiye’nin yararına bir durum değildir. Rusya’nın da orta ve uzun vadede yararına bir durumdur.

Nasıl bir yarar?

Çünkü Rusya sonsuza kadar doğalgaz ve petrol ihraç ederek, buradaki alanları kontrol ederek, oligopoller, tekeller kurarak yoluna devam edemez. Kendi içinde de otarşik, kapalı bir ekonomi olarak Putin Rusya’sı devam edemez. Rusya’da biz iktisatçıların Hollanda hastalığı dediğimiz tek bir mala ya da tek bir enerji alanına dayalı ekonomik büyüme ile sonsuza kadar devam edemez. Karbon temelli enerjinin adeta geometrik bir hızla tükeneceği ve ekonomik değerinin azalacağı yıllara giriyoruz. Böyle olunca Rusya’nın bu ekonomik gerçeklik üzerinden yeni bir siyasa oluşturması ve Avrasya Birliği denilen birliği de bunun üzerinden oluşturmaya çalışması çok yanlış ve tarihin duvarlarına çarpacak bir bakış açısı, siyasal stratejidir.

Türkiye ile Rusya arasındaki şu andaki gerginlik Türkiye’nin sabrı ve gösterdiği anlayış çerçevesinde diplomatik yollarla çözülürse Rusya için de bir fırsat çıkacaktır. 

“Bu kriz göreceksiniz düzelecektir”

Rusya da Sovyetlerden kalma çok büyük, önemli sanayi alt yapısını dünyaya açma fırsatı bulabilir. Bunun da yolu Türkiye’den geçer. Bu kriz, göreceksiniz düzelecektir. Orta vadede Türkiye kadar Rusya da buradan çok önemli dersler çıkaracaktır. Rusya’nın da işine yarayacaktır. Çünkü Rusya, Kırım da ya da Ukrayna’da yaptığını, Doğu Akdeniz konusunda Türkiye’ye rağmen yapamayacağını gördü. Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının ticari geçişleri konusunda, Türkiye’nin onayı ve dahli olmadan, hiçbir ülkenin burada bir siyasi ve ekonomik olarak bir hegemonya oluşturması mümkün değildir.

Bahsettiğiniz fırsatları değerlendirmek için Türkiye’nin üzerine ne düşüyor?

Hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hem de hükümet burada Osmanlı döneminden bu yana ilk kez bu kadar yüksek farkındalığa sahip diye düşünüyorum.

“Bütün kurumların yeniden yapılanması lâzım”

Türkiye’nin 20.yüzyıldan kalma bütün kurumlarını yeniden yapılandırması lâzım. Buna her şey dâhildir. Ekonomi de, bağımsız düzenleme denetleme kurumları da, hukuk sistemi, siyasi yapılar ve siyasi partiler…Türkiye’nin en önemli sorunlarından bir tanesi, bu sorunları omuzlayacak, alternatif üretecek, doğru bir kamuoyu oluşturacak bir muhalefeti de yok. Sivil toplum, devlet kurumlarıyla bu farkındalığı maddi bir tarihi fırsata dönüştürecek hale getirmek istiyorsa 20.yüzyıldan kalma tüm kurumlarını zihniyet ve fiziki yapılanma olarak yenilemelidir.

“Başkanlık Sistemi bir refah tartışmasıdır”

Cumhurbaşkanımız esasında Başkanlık Sistemi’ne işaret ederken buna da işaret etmekte ve Başkanlık Sistemi’ni ne geçişi hızlandırmak istemektedir. Başkanlık Sistemi hem Türkiye’nin bu tarihi fırsatı yakalamasında ve öne geçmesinde, hem de niteliksel olan 2023 hedeflerinin hayata geçmesi, AB ülkelerinin kalkınma ve refah seviyesine erişmede çok önemli bir rol oynayacaktır. Başbakanlık Sistemi bu anlamda bu anlamda bir refah tartışmasıdır.

Bir iktisatçı olarak baktığımda Başkanlık Sistemi yalnızca bir siyasal rejim tartışması değildir. Aynı zamanda bir ekonomik tartışmadır. Halkımızın refahı tartışmasıdır da.

[Fotoğraf: Zahidin Köşüş / Al Jazeera Türk]

Türkiye’nin ekonomide yeni bir hikâyeye ihtiyacı olduğunu, “yeni bir büyüme ve kalkınma yolunu bulunmalı. Eskinin devamında ısrar yalnız bunu yapanlara değil, Türkiye’ye, hatta bölgeye kaybettirir” sözleriyle ifade etmiştiniz. Eskiyi korumakta kim ısrar ediyor?

İdeolojiler çok yapışkandır. İdeolojilerden kolay kurtulamazsınız. 20.yüzyıl bir ideolojiler yüzyılıdır. İnsanlık hâlâ idelojilerden ve onların kalıntılarından kurtulmaya çalışıyor ama kurtulabilmiş değil.

Bir kere eskiden kurtulmamakta biz ısrar ediyoruz. Örtülü ya da açık olarak ideolojilere sahibiz. Mesela ekonomide belli ezberler var. Dini bir amentü gibi bellenmiş ve bilime aykırı bir şekilde değişmez olduğu savunuluyor.

Ne gibi amentüler?

Bir tartışma oluşturmak istemiyorum ama örneğin enflasyon hedeflemesi. Adeta ideolojik sapma olarak karşımıza gelebilecek konulardan bir tanesidir. Örneğin finansal istikrar. Ekonomide finansal istikrarı sağladığımız zaman her şeyi bitiriyoruz demek değildir.

“19. 20.yüzyılın mazlumlarından biri de Türkiye’dir”

İçinde bulunduğumuz kriz aynı zamanda bir gelir eşitsizliği krizidir de. Bu kriz hem gelir eşitsizliğini aşmadan, hem de 19. 20.yüzyılda oluşmuş ülkeler hiyerarşisini değiştirmeden çözülmeyecektir. Bazı ülkeler yukarı çıkacaktır, bazı ülkeler geri gelecektir. Eski mazlumlar hızla yukarıya çıkacaktır. Bu kriz öyle çözülecektir. 19. 20.yüzyılın mazlumlarından bir tanesi de Türkiye’dir. Türkiye’nin yukarı çıkması mümkündür ve bu krizin çözüm anahtarlarından bir tanesidir.

“Türkiye Eurozone’a geçmek zorunda değil”

Örneğin Türkiye’nin AB’nin istediği değil, Türkiye’nin istediği koşullarda AB’ye girebileceğini bugünlerde görüyoruz. Türkiye Avrupa Birliği’nin oluşturduğu parasal ve mali politikaları uygulayıp Eurozone’a geçmek durumunda mıdır? Hayır. Türkiye burada AB’yi krize götüren politikalar karşısında, kendi özgün politikalarını geliştirip, tartışabilir. Bütün müzakere başlıkları esasında tartışma başlıklarıdır. Türkiye kendi avantajlarını kullanabilir ve 20.yüzyılın ekonomi politikaları karşısında kendi alternatifini üretebilir.

Türkiye önce AB’ye üye olabilir ama biz Eurozone’a girmeyebiliriz. Türkiye’nin avantajına olabilir. Bunları eskiden tartışmıyorduk. Şimdi tartışma alanı var önümüzde. Kimse bize dayatmadan, hem devlet tarafında, hem de sivil toplum tarafında özgürce tartışmalıdır.

“Yeni bir maliye politikası oluşturulmalı”

Para ve maliye politikaları….Küreselleşmenin bu kadar yoğun olduğu, ekonomik küreselleşme dışında, siyasi bir küreselleşmenin olduğu ortamda artık merkez bankalarının ya da ekonomi kurumlarının tam anlamıyla bağımsız olduğu söylenemez.

Her şeyin iç içe geçtiği, bağlı olduğu bir dünya bu. Dolayısıyla para politikalarının giderek etkisizleştiği bir durum var. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler maliye politikalarını etkin bir iktisat aracı olarak kullanmalıdırlar. Hâlbuki öyle bir şey var ki, enflasyon hedeflemesi gibi, maliye politikasında da yalnızca faiz dışı vermek tek hedef olarak belirlenmiş ve maliye politikası da etkin iktisat aracı olmaktan çıkartılmış durumda. Türkiye yeni bir maliye politikası çerçevesi oluşturmalı.

Tam da bu sözleriniz, Merkez Bankası’nın mevcut yönetimini beğenmediğiniz bu nedenle değiştirilmesi gerektiğini düşündüğünüz şeklinde okunuyor….Hatta Sayın Cumhurbaşkanının da….

Beğenmemek demeyelim. Merkez Bankası’nın bir görev tanımı var. Merkez Bankası o görev tanımına uygun davranıyor. Bu anlamda yanlış bulmuyorum. Benim eleştirdiğim Merkez Bankası değil, yalnızca Türkiye için bunu konuşmuyorum, Türkiye gibi ülkelere dayatılan ekonomi politikaları. Hiç değişmeyeceği anlatılan, değiştirmeye kalktığınızda da ‘bakın kriz olur’ diye tehdit edilen bir durum var. Ben bunu eleştiriyorum.

Türkiye, Arjantin, Brezilya, Şili… Her hangi bir gelişmekte olan ülke tüm bunları değiştirebilir ve özgün, kendi çıkarları doğrultusunda bir politika uygulayabilir. Bunu Merkez Bankası gibi ekonomi kurumları içselleştirebilir.

“TPAO, SOCAR gibi olmalı”

Örneğin Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) diye bir kurumumuz var. Bana göre ulusal bir şirket olmamalıdır artık. TPAO bölgesel bir şirket olmalıdır. SOCAR gibi, GAZPROM gibi.

Enerjiyi artık fiyatlandırabiliyorsanız bir enerji ülkesi sayılabilirsiniz. 20.yüzyıl ile 21.yüzyıl arasındaki temel farklardan biri de budur. Enerji kurumlarının bölgesel hatta küresel kurumlar olması gerekiyor. TPAO’nun bu şekilde yenilenmesi ne kadar önemliyse, TC Merkez Bankası’nın da yeni koşullara göre kendisini yapılandırması önemlidir. Söylediğimiz bundan farklı bir şey değil. Bu kişilere ya da kurumların yönetimlerine indirgenecek basit bir tartışma değil, bir paradigma tartışmasıdır.

Türkiye cesur olmalıdır. Türkiye cesaret gösterdikçe bu cesaret halka refah olarak yansıyacaktır. Ben Sayın Cumhurbaşkanımızın bu cesareti gösteren Türkiye’nin yetiştirdiği yegâne siyasetçi olarak görüyorum. AK Parti 2002’den beri olan sürece baktığımızda, her partide olduğu gibi, AK Parti içinde de çeşitli görüşler olmuştur. Bu siyasetin ve başarılı olmuş bir siyasi yapının diyalektiği gereğidir. Farklı görüşler olmasaydı, AK Parti de, bence AK Parti olmazdı. Başarının sırlarından bir tanesi de budur. Ama burada hâkim olan şey, Sayın Cumhurbaşkanı’nın hem başbakanken hem de şimdi, öngörüsünün siyasi gerçeklerle, 21. Yüzyıl öngörüsü ile örtüşmesi ve tüm bu süreçlerde haklı çıkmasıdır.

Erdoğan daha mı önde gitti?

Daha önde gidiyor çünkü Sayın Erdoğan hem kurucu liderdir. Hem de söyledikleri konusunda, Gezi süreci, 17 Aralık, 2008’de IMF ile 20. Stand by’ın yapılmaması gibi konularda haklı çıkmasıdır.

2008’i bir milat gibi değerlendiriyorsunuz. ‘Erdoğan’ın ipleri eline aldığı yıl’ ifadesi size ait. 2008’e kadar olan AK Parti iktidarında ekonomik olarak yapılanlar yanlış mıydı?

2008’den sonra dönüşüm başladı. Erdoğan’ın çok önemli bir irade gösterdiği yıldır 2008. İlerde tarihçiler 2008’i ‘Ah şu 2008’ diye anlatırlar herhalde.

IMF ile stand by’ın yapılmamasının sadece çok önemli ekonomik sonuçları değil, siyasi sonuçları olduğunu da düşünüyorum. Eğer Erdoğan stand by’ı yapsaydı, bence 2011 yılında AK Parti bu kadar yüksek bir oy oranı ile kazanamazdı. Şimdi çok daha farklı siyasi tablo ile karşı karşıya kalırdık.

Erdoğan, AK Parti içindeki farklı görüşlere rağmen mi stand by’ı imzalamadı?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın siyasi geçmişinde ya da bakış açısında hiçbir zaman ‘rağmen’ olduğunu düşünmüyorum. Rağmen değil, istişare vardır.

İçinde sizin adınızın olduğu bazı isimler için ‘milli ekonomici’ deniliyor. Milli ekonomici misiniz?

Milli kavramı akademik düzlemde baktığınızda 19. 20. Yüzyılda kalması gereken bir kavram. 21. Yüzyılda küreselleşmenin bu kadar derin ve yoğun olduğu bir zaman diliminde milli kavramıyla bu zaman dilimiyle bağ kurabilir misiniz bu çok tartışılır. Açıkçası bundan şüpheliyim.

Şunu söyleyebiliriz. Yaşadığımız çağ toplumların, yerelin ve küreselin birlikte yaşaması halinde ileri gidebileceği, refaha ulaşabileceği bir yüzyıldır. Geçmişindeki başarılar hikâyelerini bulup, bunları yukarı çıkartan toplumlar 21.yüzyılda başarılı olmaya aday toplumlar olarak ortaya çıkıyor. Çin’e bakıyoruz, hızla yukarıya çıkıyor. Geçmişini reddetmeden bunu yapıyor. Geçmişindeki çok önemli dersleri şimdilerde yukarıya çıkartıyor. Çok uzun vadeli stratejik planlar yapıyor.

Türkiye’ye baktığımızda, ne yazık ki Osmanlı İmparatorluğu’nun 700 yıllık geçmişi bıçakla kesilir gibi kesilmiştir. Bunun sancılarını hâlâ çekiyoruz.

Bence Erdoğan dönemi Türkiye’nin geçmişiyle, bu topraklarla bağlantısının kurulması, barışması dönemidir de. Peki buna milli diyebilir miyiz? Bu daha derin bir kavramı bugün gerektiriyor… Çok daha farklı bir şey söylememiz lâzım. O kavramı bulduk mu bilmiyorum. Ama çok daha derin bir şeydir.

Sayın Cumhurbaşkanı yerli ve milli derken……

Yerli ve milli derken belki bu derinliği anlatmak istedi. Belki bu anlamda beraber kullandı. O da milli kavramını tek başına yeterli görmedi.

Dolayısıyla milli kavramının tek başına Türkiye’nin bundan sonraki yolunu anlatmak için çok yeterli olmadığını düşünüyorum. Türkiye artık sınırlarını aşan bir güçtür. Bu anlamda yeterli değildir.