Edep yâ Hu!

Ramazan Günlügü
İslam’da her şey edep üzerinedir. “Edep” kavramı bizim medeniyetimize has bir kavram. Savaş Ş. Barçkin bizlere her hali ile edebi şu satırlarla anlatıyor: Batı dillerinde “edep...
EMOJİLE

İslam’da her şey edep üzerinedir. “Edep” kavramı bizim medeniyetimize has bir kavram. Savaş Ş. Barçkin bizlere her hali ile edebi şu satırlarla anlatıyor: Batı dillerinde “edep” kelimesinin karşılığı yok. Ona yakın gelen Fransızcada “étiquette” veya İngilizcede “good manners” tabirleri var. İkisi de aslında görünürdeki davranışları anlatan kavramlar… Yani “adab-ı muaşeret” dediğimiz şeye işaret ediyorlar. Bizdeki “Hak ile beraber olmak, olan her şeyi Hak’tan bilmek” manasındaki engin “edep” anlayışı orada yok. “Ahlak” kavramının karşılığı bile “etik” değildir. Aynen “gönül”, “aşk”, “muhabbet” kelimelerinin karşılığı olmadığı gibi… Nasıl olsun ki? Daha kendi varlığını özüne, yani Mevla’ya bağlayamayan Batılı, davranışını neye bağlayacak ki? Bu kavramların Batılı muadilleri yoktur, çünkü varlığı olmayanın ismi de olmaz.

Bizdeki “edebiyyat” kavramı bile “edep”ten gelir. Edepten doğan veya edep bildiren eserler demektir. Oysa bu kavramın Batı dillerindeki karşılığı olan “literatura”, kök anlamı itibariyle “yazılan şeyler” demektir. Vasıf bildirmez. Aradaki uçurumu görüyorsunuz. İnsanın Mevla için yaptığı her iş onun kulluğunu, onun Mevla ile olan ilişkisini güçlendiren bir şeydir. Böyle yapmak edeptir. Zaten bizim medeniyetimizde kulluk ve hayat ayrı alanlar değildir. Biz seccadenin üzerindeyken de Mevla’nın huzurundayız, seccadeden kalkıp sokağa çıkınca da öyle… O hâlde namazdaki edep, dükkândaki veya devlet dairesindeki edepten farklı olabilir mi? Edep her şeyi kuşatan yekpare bir alandır. Bir müzisyenin edebiyle bir hocanın, bir imamın, bir anne babanın veya bir işçinin edebi birbirinden farklı şeyler değildir. Namaz kılarken, yemek yerken, alışveriş yaparken, savaşırken, düşünürken, tartışırken, şiir yazarken, müzik yaparken edebin dışında olamayız. Bu sebepten bizim musikimize baktığınızda aslında bir edep musikisidir. Sanatına baktığınızda bir edep sanatıdır. Mimarisi bir edep mimarisidir. Bilimine baktığınızda bir edep bilimidir. Ticaretine baktığınızda da bir edep ticaretidir. İnsanı insan yapan edeptir. Kendine karşı edep, evrene karşı edep, bütün varlıklara karşı edep ve elbette hepsini çevreleyen Mevla’ya karşı edep… Bu duyguya sahip olan bir insan kolay kolay kimseye zarar vermez. Kimseyi ayrıştırmaz, kimseyi yabancılaştırmaz, kimseye zulmetmez. Bu insandan çirkinlik değil güzellik, keşmekeş değil huzur sadır olur. Ona bakan Allah’ı hatırlar. İmanı, İslam’ı sevdiren bu insandır. Sevilecek insan bu insandır.

Namazdaki edep, dükkândaki veya devlet dairesindeki edepten farklı olabilir mi? Edep her şeyi kuşatan yekpare bir alandır.

Onun düsturu, hiç bilmiyor olsa bile Peygamber Efendimiz’in şu buyruğudur: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” Edep sadece fikirde, işte, niyette güzellik değildir. Güzellik ve doğruluğun aynı anda yaşanmasıdır. Güzellik ve doğruluk da ölçüyledir. Çünkü elinde ölçüsü olmayan güzeli de doğruyu da tespit edemez. O hâlde edep, ölçüyü muhafaza etmektir. Nitekim Mevlamız buyurur: “Sabah akşam Rablerine O’nun rızasını dileyerek dua eden kimselerle beraber nefsince sabret! Sen dünya hayatının süsünü arzu ederek onlardan gözlerini ayırma. Kalbini Bizi anmaktan gafil kıldığımız, keyfinin ardına düşmüş ve işi aşırılık olmuş kimseye uyma!” (Kehf suresi, 28. ayet)

  • Bize güzelliği, ölçüyü, insana hürmeti, hakka riayeti, cömertliği, diğerkâmlığı, tevazuyu emreden, öğreten Rabbimiz’dir, Resulullah’tır. O yüzden edebin kaynağı da Kur’an’dır, sünnettir. Mehmed Akif rahmetli, Sebilürreşad’daki yazılarının birisinde şunu söyler: “İşte bizi öldüren, za’fa, tefrîkaya düşüren iki derd-i içtimâî: azimsizlik, terbiyesizlik…” Bugün de maalesef azimden, terbiyeden, güzellikten, doğruluktan uzağız. Ne tenkit etmeyi ne teşekkür etmeyi ne de takdir etmeyi biliyoruz.

Nobranız, hoyratız, kabayız. Göreve atarken, görevden alırken, bir işi birine verirken, ticaret yaparken, siyaset yaparken, severken, överken, kızarken, okurken, yazarken çirkiniz. Bir de bu kabalığı samimiyet sanıyoruz. “Ben buyum, beni böyle kabul edin” diyoruz. Belli ki ayetleri ve hadisleri kalp aklıyla okumamışız. Belli ki henüz doğruluk ile güzelliğin aynı şey olduğunu anlayamamışız. Belli ki ne Allah’ı ne Resulullah Efendimiz’i tanıyamamışız. Belli ki Kur’an’ı okuyoruz ama onu yemiyoruz. “Kur’an da yenir mi?” demeyelim. Anlatayım… Mevlana hazretleri bir gün Kur’an’ın anlamından haberi olmayan bir hafızdan bahsetti. Onun vaziyetinin kötü olduğunu misallerle anlattı. Sonra şöyle dedi:

“Rivayet etmişlerdir, Peygamber Efendimiz’in zamanında sahabenin çoğu belki bir sure, belki yarım sure ancak ezberlemişti. Ezberleyeni de pek büyük görürler, bir sure ezberinde diye onu parmakla gösterirlerdi. Bunun sebebi şuydu: Onlar, Kur’an’ı içiyorlardı, yiyorlardı, sindiriyorlardı.” Yani Allah’ın muradını ahlak ve edep hâline getirmişlerdi.

Edep sadece fikirde, işte, niyette güzellik değildir. Güzellik ve doğruluğun aynı anda yaşanmasıdır

Edebi olmayan hiçbir iş, -Kur’an kıraati olsun, ilim olsun, şarkı söylemek olsun, savaş olsun, ticaret olsun, siyaset olsun, sanat olsun- hayırlı bir sonuç vermez. Hatta aslına ihanet eder. Çünkü ölçü dışına çıkmıştır, eğridir, çarpıktır.

Hepimiz “Allah güzeldir, güzeli sever” hadis-i şerifini biliriz. Ama her bildiğimizde olduğu gibi ne hayatımızda ne fikrimizde ne işimizde bu fermanın eseri maalesef yok. Oysa güzellik üzerine onlarca sayfa makale yazacağımıza, iki saat konuşacağımıza tek bir güzelliği yaşatsak her şey yerli yerine oturacak. Mesela güler yüzlü olmak… Mesela selam vermek… Mesela insanların hatasını yüzlerine vurmamak… Mesela gıybet etmemek…

Edep sadece insana değil, canlıya cansıza, zamana, mekâna gösterilir. Çünkü yaratılmış her şey bizim içindir. Hepsi Mevlamız’ın bize lütfettiği nimetlerdir. 1920’de vefat eden büyük Halvetî mürşidi Ahmed Amiş Efendi bir gün dervişleriyle yolda gidiyordu. Bir dervişi ayağıyla yol üzerindeki bir taşı kenara itti. Bunu gören o yüce gönüllü kişi onu şöyle uyardı: “Ayağınla itme o taşı. Çünkü o, Allah’ı zikrediyor. Bu yüzden hürmet göster, elinle al, kenara koy.” Peki bu zat, bu ilginç edebi nereden öğrenmiş? Kulaktan dolma değil, kitaptan değil, ama belli ki şu ayetin hakikatine erdiği için: “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tesbih etmektedir.” (Haşr suresi, 1. ayet)

Bugün “edep”, belki birtakım sıkıcı kurallar, görünürdeki tutumlar, çevreye uymak için yapılan şeyler olarak anlaşılabilir. Saçtan baştan, kıyafetten, yemek yeme şeklinden, büyüklere saygıdan ibaret görülür. Hâlbuki edep, adab-ı muaşeret kurallarından daha geniş bir şeydir. Edep sadece “şöyle yap, böyle yapma” demek değildir. Yani zahirî olandan, görünenden ibaret değil, bunun çok ötesindedir. Niye? Çünkü edep Mevla ile beraber olmak demektir. Asıl edep budur. Yani siz hangi hâlde olursanız olun, ne tür kıyafeti giyerseniz giyin, nerede oturursanız oturun, ne iş yaparsanız yapın Mevla ile olan bağlantınızı kurduğunuz anda edebe sahip olursunuz. Bu, dıştaki edebin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Çünkü dıştaki edep olmadan içteki edep, içteki edep olmadan da dıştaki edep olmaz.

Biz “edeb”in hakikatinden o kadar uzaklaşmışız ki, bugün “edepli insan” denince neredeyse silik, sünepe, korkak insan anlıyoruz. Buna karşılık saldırgan, çıkarcı, kaba adamları makbul görüyoruz. Çünkü onlar “cevval, iş bitirici” adamlar bize göre…

Oysa tevazu kadar vakarda, barış kadar savaşta, sükût kadar sözde, fedakârlık kadar yiğitlikte edeb vardır. Zalime karşı susmak değil, ona haddini bildirmek edeptir. Kibirliye karşı tevazu değil, kibir göstermek edeptir.

Bugün tanıdığımız, televizyonlarda gördüğümüz, yazılarını okuduğumuz, peşinden gittiğimiz insanlara bir bakalım. Ayak oyunları yapıyorlar, karalıyorlar, yalan söylüyorlar, abartıyorlar, aşağılıyorlar, ayet ve hadisleri bile bu rezilliklerine alet ediyorlar. Oturma şekilleri, bakışları, sözleri hep falso. Muhataplarını hemen cehaletle, fitneyle suçluyorlar. Peki, İslam nerede? İslam ahlakı, Müslüman güzelliği, Peygamber ahlakı nerede?

Bazıları, “Tartışmanın edeple ne alâkası var?” diye sorabilir. Hâlbuki tartışmanın da her şey gibi bir edebi vardır. Zira edep ahlak, ahlak da iman demektir. Laikliğe, hayatı dinî ve dinî olmayan diye bölmeye karşı ömürlerini geçirenlerin bir tartışmada bile imanlarını yansıtamamaları, imansız olanların tartışmasından bile beter davranmalarında bir sorun yok mu sizce? İman davranışa, muameleye, işe yansıyamıyorsa temelde bir şey eksik demek değil mi?

Meşhur bir İslamcı şairimizi çok seven bir dostum var. Bu şair, Ankara’ya geldiğinde dostum onun sohbetine gitmiş. Şair bir şeyleri yanlış anlatınca çok bilgili olan dostum ona edeple yanlışını hatırlatmış. İslamcı şair bunun üzerine dostuma hakaretler yağdırmış. Şimdi bu meşhur kişi, şair olmasına şair olabilir ama acaba “adam” mı? Bunlar adamlıkta bu kadar zavallı iseler nasıl gerçek kul, gerçek mümin, gerçek Müslüman olabilirler? Çünkü Müslümanlık adamlık demektir.

Kimilerince “İslam’ı hayata hâkim kılmak” diye tarif edilen İslamcılık, son otuz yılda Müslümanları daha paralı, daha makamlı, daha tahsilli, daha güçlü yaptı. Ama daha doğru ve daha güzel yapmadı. Mesela en edeplilerimiz en İslamcılarımız, en İslamcılarımız da en edeplilerimiz değil. Sizce burada bir sorun yok mu?

Nasıl medeniyetimizi inşaya onun mimarideki, musikideki, edebiyattaki, dildeki, kısacası her alandaki bakiyesinin anlamına ererek başlamalı isek, edebimizi takınmaya da geleneğimizdeki güzelliği öğrenerek, ona talip olarak başlamalıyız.

Evet, Müslümanların nasuh bir tövbe edip, imandan kaynaklanan doğruluğa ve güzelliğe dönmesinin vakti geldi, geçiyor.

Edeb yâ Hû!

Yenişafak