Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçmak!

Ramazan Günlügü
Soma faciası bir kez daha gösterdi ki felakete maruz kalanların büyük bir kısmı hadiseyi kader olarak telakki ederken diğer bir taraf da bu işe kader denilemeyeceğini iddia ederek meseleyi sosyo-polit...
EMOJİLE

Soma faciası bir kez daha gösterdi ki felakete maruz kalanların büyük bir kısmı hadiseyi kader olarak telakki ederken diğer bir taraf da bu işe kader denilemeyeceğini iddia ederek meseleyi sosyo-politik bir kavganın malzemesi haline getirdi. Bazıları da çirkinleşip İslâm’ın iman esaslarından olan kadere, bilerek veya bilmeyerek, dil uzattı. Aydınlanma’nın ilkelerini vahiy belleyip üç-beş istatistikten hareketle aydınlanmanın dinle kurduğu ilişkiyi mutlak hakikat olarak görenler felaketi, musibeti her devirde bütün insanlığın ortak problemi yani dünyada olmanın bedeli olarak görmeyenlerdir. Bu bedeli dünyanın bir kısmının ödemiyor olmasını fazilet kabul eden zihniyetin istatistikî veriler üzerinden inşa ettiği bir algıyı kadere küfretme aracı olarak kullanması ne kadar acıdır. Bu tartışmalar, İslam tarih tecrübesinin yabancısı olmadığı bir durumdur.

Kader’e dil uzatmak

Modernleşme tarihi boyunca aydınlanmanın değerlerini referans alanlar ve özellikle de vulgar- materyalizmin İslam dünyasındaki temsilcileri, Avrupa’nın dinle hesaplaşmasından mütevellit bir saplantı ile İslâm kaza ve kader anlayışının Müslümanları geri bıraktığı tezini ileri sürmüşlerdir. Bu anlayıştan kurtulmaksızın İslâm dünyasının terakkisinin mümkün olmadığı iddiası, bütün modernleşme tarihi boyunca gerek oryantalistlerin gerek bu minval üzere düşünen ve konuşan batıcıların ortak kabullerinden biri olmuştur.

İslam dünyasında, olup bitenlerin kader olmadığını iddiasını dile getiren ve insanı kendi fiillerinin yaratıcısı kabul eden düşüncenin ilk temsilcisi Kaderiyye’dir ve insanın iradesini yok sayan Cebriye’ye muhalefet etmiştir. Olup bitenlerden insan sorumluluğunu tamamen kaldıran tek düşünce hicrî dördüncü asırdan sonra yok olan Cebriye’dir. Cebr telakkisi tasavvuf terbiyesinin kendi iç dinamiğinde ontolojik bir tavır olarak varlığını devam ettirmiştir. Fakat bu tavır ne itikadî ne hukukî ne de siyasî bir karışıklığa sebep olmayan, tamamen şahsî tecrübe ve algıyla sınırlıdır.

Buna karşılık Ehl-i Sünnet içerisinde itikadî mezhep olan Eş’ariyye ve Maturidiyye kader meselesini Allah’ın takdiri ve dilemesi üzerinden kulun sorumluluğunu merkeze alarak yapmışlardır. Bu sorumluluk inşası Maturidilik’te daha belirgindir. Eş’arilerin kesb teorisine karşılık Maturidiler irade-i cüz’iyyeyi benimsemişlerdir. Özellikle Osmanlı tecrübesinde de giderek Maturidî anlayış hâkim olmuş ve modernleşme döneminde Maturidî irade anlayışı genel kabul görmüştür. Bu sebeple bu topraklarda tasavvufun teslimiyet anlayışı ile Maturidîliğin irade-i cüz’iye telakkisinin şekillendirdiği bir mesuliyet fikri ve hissi hâkim olmuştur.

Ehl-i Sünnet’e göre kulların fiilleri; hayrı ile, şerri ile, iyisiyle kötüsüyle tümü Allah tarafından yaratılmıştır. Çünkü Saffat Suresi 96. Ayette: “Halbuki sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı” buyrulmuştur. Bu manada olup biten her şeyin yaratıcısı Allah’tır. Kul bu yaratılanlardan birini seçerek itaate veya isyana yönelir. Allah da ezelî ilmiyle olup bitecek her şeyi bilir ve kulun seçimiyle neye yöneleceğine göre onu kul için takdir eder. Allah, fiili insan için irade eder, takdir eder ve yaratır. Allah’ın günahlar konusunda meşiyyeti/iradesi olmadığını İslam tarihinde Mu’tezile iddia etmiştir. İyilik ve kötülük Allah’ın kötülüğe rızasının, muhabbetinin ve emrinin olmamasıyla ayrılır. Bu sebeple olup bitenlerin, afetlerin, felaketlerin, kötülüklerin Allah’ın dilemesinin dışında olduğu iddia edilemez. Bu yüzden bütün olup bitenler kaderdir. Allah’ın ilmi icbar ifade etmez. Maturîdiler kaderi; Allah’ın, iradesine mutabık takdir etmesi, kazayı da bu takdirin vakit ve zamanında meydana gelmesi olarak görürler.

Bu kabul, insanı hayat karşısında güçlü kılar. Yaşanan felaketlerin bir trajediye dönüşmesinin önüne geçer. Bu inanca sahip insan, fiilleri gerçek failine yönelttiği zaman diğer güç odaklarından ve bunların doğurduğu vehimlerden kurtulmuş olur. Bu da insanı özgürleştirir. Hâdiselerin diğer sebepleriyle mücadele azmi güçlenir. İnsan kendi gücünün çok üstünde işlere kalkışabilir çünkü her şey Allah’ın elindedir ve Allah dilerse bunu değiştirebilir. Mu’tezile’nin ve modern düşüncenin iddia ettiği gibi insan evrende tehlikelerle tek başına kalmış bir varlık değildir. Mu’tezilî anlayışın neticesi olan ‘ben üzerime düşeni yaparım gerisini bilmem’ çaresizliğinin ve umursamazlığının üstünde bir güç ve azim verir. Bu inanç sahipleri tarih boyunca üstün çaba gerektiren birçok şeyi başarmışlardır. Özellikle gazâ ve cihad kültürü bu inancın verdiği bir imanla meydana gelmiştir.

Olup bitenleri Allah’a nispet etmek insanın psikolojisi için de son derece önemlidir. Buna göre yapıp ettiklerini kendinden bilen bir insanın yeryüzünde bulunuş gayesini unutacağı ve kendini küçük bir tanrı gibi algılayacağı ortadadır. Bu da insanın hem diğer insanlara hem tabiata karşı zalimleşmesine sebep olacaktır.

Kader inancı insanın kapitalist ve seküler bir mizaca bürünmesinin önündeki en büyük engeldir. Çünkü kader inancının yakın ilişkide olduğu sabır, kanaat, tevekkül gibi kavramlar aynı zamanda ahlâkî olgunluğu getiren besleyen/sağlayan bir terbiyeyi ifade eder. Bu ahlâkla donanmış bir fert başkası için yaşamayı öğrenir.

Allah’ın yaratıcılığını ve kudretini teyit etmek için olup biten her şey “kader”dir dedik. Peki kader demek sorumluluktan kaçmak mı demektir? Evvela kader demek kontrolün Allah’ta olduğu bir düzen demektir. Kaza demek de meydana gelen şeylerden sonra insanın olup biteni anlama ve anlamlandırmasıyla alakalıdır. Hiçbir şekilde kader olup bitenlerin sorumluluğundan kaçma imkânını insanlara vermez.

Her şey kader midir?

Modernleşme tarihi boyunca da sık kullanılan bir örnek, tedbir-sorumluluk-kader-tevekkül ilişkisini bir arada görme imkanı verir. Halife Hz. Ömer, orduları teftiş için Şam’a giderken şehirde veba/taun hastalığı olduğunu öğrenir. O bölgeye girip girmeme konusunda istişare eden Hz. Ömer çıkan ihtilafa rağmen Medine’ye dönmeye karar verir. Kararını açıklayınca Ordu komutanı Ebu Ubeyde el-Cerrah: “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” deyince: “Keşke bunu senden başkası söyleseydi yâ Ebâ Ubeyde! Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz” diyerek Ebu Ubeyde’yi kınar. Cevabın devamında da, “Şayet senin develerin olsa, iki yamacı olan bir vadiye götürsen, o yamaçlardan biri otlak, diğeri kıraç olsa devlerini otlak yerde de gütsen kıraç yerde de gütsen yine Allah’ın kaderi ile gütmüş olmaz mısın?” der.

Buna göre kader, teslimiyet, rıza ve tevekkül kavramlarını Ebu Ubeyde ve Hz. Ömer gibi iki faklı zaviyeden anlamak mümkündür. “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun” sorusuna Hz. Ömer’in “Keşke bunu senden başkası söyleseydi” diyerek cevaplandırması Ebu Ubeyde’nin kişiliği ve ilmiyle alakalı değil Ebu Ubeyde’nin siyasî ve idarî pozisyonuyla ilgilidir. Ordu komutanı olarak yapmayı düşündüğü tasarrufun yanlışlığına ve yönetici konumunda bulunan birisinin meselelere yaklaşım biçimine verilmiş bir tepki ile karşı karşıyayız. Hz. Ömer, insanlar ve hayatları üzerinde tasarruf sahibi biri olarak Ebu Ubeyde’nin tercihini ayıplamış ve kader meselesini telakki biçimini eleştirirken hadis-i şerifteki “hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden mesulsünüz” buyruğuna telmihen mesuliyeti hatırlatmıştır.

Müslüman’ın kendi hayatında ve şahsî tasarruflarında teslimiyet içinde olmasında bir mahzur yoktur. Bunun kader olarak telakki edilebilecek tarafları vardır. Diğer taraftan dinî, içtimâî, idarî ve siyasî sorumluluk sahibi olanların ve tasarruflarından başkalarının doğrudan etkilendiği kimselerin kaderi bir ‘teslimiyet’ değil aksine ‘tedbir’ olarak anlamaları elzemdir. Edebî-tasavvufî eserlerde ve tasavvufî hayatın/seyr-i sülûkun belirli aşamalarında görülen tedbir karşıtlığı Allah’la kul arasındaki ‘güven/iman’ ilişkisine yönelik duygusal bir halet-i rûhiyedir ve asla siyasî ve içtimaî bir karaktere sahip değildir.

Nitekim sorumluluk mevkiindeki kimseler, çoban remzinde ifadesini bulan mesuliyet duygusuyla siyasî ve idarî tedbirlere başvurmaktan geri durmamışlardır. İslam toplumlarında hiçbir zaman bu fikir etrafında oluşmuş bir başıbozukluk – hukuksuzluk cereyan etmemiş ve toplum organizasyonu tedbir fikrinin harekete geçirdiği bir zeminde şekillenmiştir. Şahsî tasarruflarda teslimiyete imkân tanıyan bu kavrama biçimi, umumu ilgilendiren ve başkalarının bahis mevzuu olduğu durumlarda mesuliyeti merkeze almaktadır.

Nihaî olarak tedbir yerine ferdi merkeze alan bir anlayışa geçip geçmeme konusunda yaşadığı tereddüt Türk-Osmanlı zihniyetinin son yüzyılına damgasını vurmuş ve vurmaya devam edecek gibi görünmektedir.