Beşiktaş taraftarı ilham verici

Sanatçılar
Cuma günü İstanbul Kongre Merkezi’ndeki konseri zihin açıcıydı. Ama klasik müziğe minimalizm kavramını getiren, film müziği piri Michael Nyman’ın dünyası müzik ve sinemayla sınırlı değil, ...
EMOJİLE

Cuma günü İstanbul Kongre Merkezi’ndeki konseri zihin açıcıydı. Ama klasik müziğe minimalizm kavramını getiren, film müziği piri Michael Nyman’ın dünyası müzik ve sinemayla sınırlı değil, işin içinde futbol da var.

Cuma günü İstanbul Kongre Merkezi’ndeki konseri zihin açıcıydı. Ama klasik müziğe minimalizm kavramını getiren, film müziği piri Michael Nyman’ı “’Operanın da bilim kadar duygusuz olması gerek’ diyorsunuz, film müzikleri için de mi aynı yaklaşım söz konusu?”, “Dziga Vertov’un ‘Kameralı Adam’ına yeniden müzik yazmak nasıl bir deneyimdi?” gibi sorularla ve tabii Campion’dan, Greenaway’den konuşacağımız varsayımıyla röportajın yolunu tutmuşum. Tamam, sorular sıkıcı ama “Michael Nyman, zaten sohbeti alır götürür” düşüncesinin rahatlığı da var. Zira Nyman’ın önceki röportajlarından izlenimim, röportaj sırasında çağrışımdan çağrışıma koştuğu, röportajı yapana pek iş bırakmadığı yönünde. İşin ucunun futbola varacağını nereden bilebilirdim ki! “Zaten Jane Campion’dı, müzikti, her zaman aynı şeyleri konuşmaktan çok sıkılmıştım” diyen Nyman’a futbol cehaletimi belli etmediğime de şükür… Keşke en azından girişinde “Ben pası attım o da golü” gibi futbol metaforlarına başvurabilecek kadar duruma vâkıf olsaydım. Ama olan oldu, kariyerin ilk ‘full’ spor söyleşisini İngiltere’nin en çok tanınan çağdaş klasik müzik bestecisi Michael Nyman’la yapmış bulundum. Zaten kendisi de futbol ve olimpiyat konusunda içinde çok biriktirdiği için inanın karşısında ‘paslaşacak’ birisinin varlığına da gerek yoktu. 
 
İstanbul ’a sık sık geliyorsunuz… 
 
İstediğim kadar çok değil. Her geldiğimde de İstanbul’un farklı parçalarını, yönlerini görüyorum. Taksim’de her şey karman çorman… Bir anlamda korkutucu. Ortam çok daha sofistike sanki. Daha fazla sanat galerisi var etrafta. İstanbul’u sadece bir turist olarak değil de ünlü bir sanatçı olarak ziyaret etmenin başka ilginçlikleri de var tabii. Mesela bu sene başında bir konuşma için geldim, etkinliğin organizatörleri büyük bir futbol hayranı olduğumu biliyorlardı. Beni bir pazar akşamı Beşiktaş maçına götürmüşlerdi. 
 
Beşiktaş’ı biliyor muydunuz zaten? 
 
Tanıyordum. Bir İngiliz futbol yıldızı kariyerinin sonunda İstanbul’a Beşiktaş’ta ya da ne bileyim Fenerbahçe’de oynamaya gelir. Ben de koyu bir Queens Park Rangers taraftarıyım. QPR oyuncularından Les Ferdinand da Beşiktaş’ta oynamıştı. Ya böyle bir bağlantı var ya da İngiliz taraftarlarla ve Türk taraftarlar arasında gerginlikten doğan talihsiz bir bağlantı var. Futbol gitgide daha da uluslararası bir hal almaya başladı. Ama uluslararası boyut sahada. Değişmeyen ve ilgi çekici olan, taraftarların tutumu. Türkiyeli bir futbol hayranı olmanın belli bir stili var. Belki bu sadece Beşiktaş’a özgüdür, belki tüm ülkeye yayılmıştır. Ama çok şaşırmıştım, hayran kalmıştım. İnönü’de sanki hiç bitmeyen bir konser gördüm. Hiç bitmeyen bir şarkı vardı. İngiltere’deki ilkel ve saldırgan tezahüratlara hiç benzemiyordu. Bir koro gibiydi. Hatta sahaya arkasını dönen bir taraftar, bu koroyu idare ediyordu. 
 
Evet, amigolar… Pek inanılır bir iş yapmıyorlar gerçekten… 
 
Evet, ilk olarak futbol sahasında böyle bir şey gördüğüme, ikincisi bu kadar organize olmalarına, üçüncü olarak ise bu kadar barışçıl bir ortam olmasına inanamadım. Sonra beni maça götürenlere şarkıların anlamını sordum. Onlar da “Bu tezahüratların bir kısmı bayağı kaba” dedi. (Gülüyor) Ama futbol tutkunu bir müzisyen olarak, bu tezahüratların içeriğini bilmeden önce duruma hayran kalmıştım. Ve futbol kitlelerini konu alan filmler çekmek istiyorum. Marracana’da da, Brezilya’da da, 1970 sonlarında Franco faşizmi hüküm sürdüğü sırada İspanya’nın küçük kentlerinde de maça gittim. Orada kitle tabii ki büyük bir kontrol altındaydı. 
 
Orada da tezahürat var mıydı? 
 
Hayır hayır, izinleri yoktu. O da ilginçti. İspanya’da Valladolid diye küçük bir şehir vardı. Seyircide ufak bir hareketlenme olduğunda yüzleri onlara dönük polisler ayağa kalkıp hemen sakinleştiriyorlardı. Eğer bir belgesel yönetmeni olsaydım, ki değilim, başka türden filmler çekiyorum, futbol kitleleri üzerine bir film çekmeyi isterdim. Toplumun hem bu kitleye hem de insanlar bu kitlenin dışındayken davranışları üzerine nasıl yansıdığına bakardım. Çünkü beni Beşiktaş maçına götürmeden önce semtte biraz dolaştırmışlardı. İnsanlar şarkı söylüyor, tezahürat ediyorlardı. Türkiye’de, İstanbul’da, Beşiktaş’ta takımına sadakatini göstermenin çok farklı yolları var. Bir yanıyla da çok ilginç. İngiltere futbol ortamında bir çeşit kabalık, çirkinlik var. Bunun büyük bir kısmı ırkçılıkla alakalı. Sadece karşı takıma değil, kendi takımına karşı da… 
 
Aynısı Türkiye’de de oluyor yalnız… 
 
Tabii ki, Sırbistan’da da oluyor. Bunu yapan insanlar istisnai deyip geçebilirsiniz de ama bu olaylar, saman alevini hatırlatır bir anilikte toplumla ilgili bir şeyler de söylüyor. Çünkü bu olayların bir bölümü – özellikle İngiltere’de– alkole, bir bölümü de bir grubun üyesi olma haletiruhiyesine, o grup içinde fark edilmez olunabileceği savına dayanıyor. Bir yanıyla Twitter gibi… Orada da kabalığın hangi boyutlara gelebildiğini biliyorsunuz. Yüz yüze gelince söylenemeyecek şeyler yazılıyor. Korkaklığın bir çeşidi bu da… 
 
Hazır spordan açılmışken Londra Olimpiyatları Açılış ve Kapanış törenlerinden bahsedebilir miyiz? Beğendiniz mi törenleri? 
 
Çok korkunç olduğunu düşündüm. Aynı zamanda popüler olabilen klasik müzik besteleri yapan bir müzisyen olarak, Britanya kültürünün ancak pop müzikle temsil edilebileceği fikriyle bir problemim var. Mike Oldfield’ın hâlâ yaşıyor olduğunu görmek çok şaşırtıcıydı. Birçok açıdan ben, olimpiyatlar için beste yapmaya en uygun isimdim. Spor, futbol temalı müzikler besteledim. Hem orkestralar hem de korolar için beste yapıyorum ve bunlar kendiliğinden popüler olabiliyor. Strattford’da yani olimpiyatların gerçekleştiği bölgede doğdum. Ama oradaki kültürel politikalar dolayısıyla bir şekilde uzak tutuldum. Törende çalınan İngiliz klasik müzik eserleri ise en az yüz yıllıktı. 1916 tarihli Parry bestesi ‘Jerusalem’ ve Elgar’ın 1890’lardan ‘Enigma’ varyasyonları… Yani sürekli çalınıp durulan, performansları sırasında hiçbir yaratıcılığa, hayal gücüne gerek olmayan, İngilizliği ve ciddiyeti temsil etmesi beklenen marşvari besteler… Halbuki ben veya Mark-Anthony Turnage, John Taverner gibi bir marş sipariş edilebilecek İngiliz çağdaş klasik müzik bestecileri vardı. Bir de dünyanın en ünlü şeflerinden Simon Rattle tarafından yönetilen bir orkestra vardı. Ve bu orkestranın çaldığı neydi? Yunan müzisyen Vangelis’in ‘Chariots of Fire’ için yaptığı beste. Hiç sorun değil, Yunan müzisyenlerle hiçbir sorunum yok. Film müziğiyle de bir problemim yok. Tüm hayatımı film müziği besteleyerek geçirdim. Ancak sahnede olan şu. Rowan Atkinson, piyanoda aptal aptal şeyler yapıyor ve hem Londra Senfoni Orkestrası’nın hem de Simon Rattle’ın yetenekleri boşa harcanıyor. Ben de çok gamsızım, çok post-modernim, ironi tutkunuyum. Tüm bu unsurları müziğimde de kullanıyorum. Ama Rowan Atkinson’ın performansının iğrenç olduğunu düşündüm. Çok az şey beni sinirlendirir. Bu beni ‘bayağı’ (aslında F’li kelimeyi kullanıyor) öfkelendirdi.n dünyası müzik ve sinemayla sınırlı değil, işin içinde futbol da var.

Radikal