Sarayda Tunuslu Bir Udi

Konserler
Sarayın ihtişamlı kapısından girip servili yolun üzerinden Has Bahçe’ye doğru usul usul ilerlerken tanıdığım arzulardan bir süreliğine kurtulmuş gibiydim. Halbuki daha biraz evvel büyük park mey...
EMOJİLE

Sarayın ihtişamlı kapısından girip servili yolun üzerinden Has Bahçe’ye doğru usul usul ilerlerken tanıdığım arzulardan bir süreliğine kurtulmuş gibiydim. Halbuki daha biraz evvel büyük park meydanında, dua ettikten sonra iftar açan coşkulu kalabalığın arasından geçerken ruhum ‘birlik’ olmanın neşesiyle kıpırdıyordu. Sonra ılık havanın sükunetiyle ansızın içim boşaldı. Kulağımda Enver İbrahim’in yıllar evvel klarnetçi Barbaros Erköse ile yaptığı albümün (Astrakan Cafe) Ramazan gecesini yumuşatan melodileriyle ilerlerken, müziğin büyüsüyle tabiat da başka türlü göründü sanki. Bir bankta oturup alacalı ışıklarının gölgesinde adı ‘Mavi Mücevherler’ olan parçayı dinledim. Yanık klarnet sesinin, udun olgun tınısına çok yakıştığını düşünüyordum.
 
Zümrüt gibi parlayan çimlerin üzerinde oturmuş, yıldızlı gök kubbeyi, sarayın altın topuzlu kubbesini, ulu çınarları sessizce izleyerek Enver İbrahim’i bekleyenlere baktım bir süre. Mekânın huzurlu iklimi onlara da sirayet etmiş gibiydi. Sonra o geldi. Sessizce sandalyesine oturup udunu tımbırdatmaya başladı. Yalnız bir udun çağrısıyla Tunus çöllerinde, mavi İran camilerinde, Arabistan’ın baharatlı sokaklarında, minyatürlerle bezeli Hint tapınaklarında, Akdeniz sahillerinin portakal kokulu sokaklarında dolaştım bir süre. Sonra ‘işittiğini gören, gördüğünü dinleyen’ eşlikçileriyle birlikte üstümüze eğilen kadim ağaçların rüyalarına karıştık. Baudelaire, bir şiirinde "Musiki çok defa beni bir deniz gibi alır ve solgun yıldızıma doğru götürür." diyordu. "Musiki karşısında benim vaziyetim de aşağı yukarı budur. Beni taşıdığı en tehlikeli uçurumlarda ömrümün en güzel macerasını yaşarım. Hülasa onunla beslenirim." diye mukabele ediyor Tanpınar. Bazen müzik öyle hissettiriyor işte, ‘ümitsizliğin, hüznün büyük aynası’. Bazen de ümidin.

Tunus doğumlu sanatçı, gravürcü ve hattat olan babasının teşvikiyle, ud çalışmalarına 10 yaşında başlamış. Müzikler, kültürler arasındaki görünmez bağları sanatına yansıtmayı seven udi, caz müziğine ilgi duymaya başlayınca şarkıcılara eşlik eden eğlence dünyasından uzaklaşmış. Dinleyenler bilir, o pek neşeli müziklerin bestecisi, icracısı değil. Birlikte albüm yaptığı sanatçıları seçerken kendi müzik ruhunun iklimine uygun ‘dostları’ tercih ediyor. Tüm albümlerde farklı müzisyenlerle çalışan İbrahim, Jan Garbarek, John Surman, Dave Holland, Barbaros Erköse, Gianluigi Trovesi, Lassad Hosni, Shaukat Hussain Khan, Richard Galliano gibi önemli uluslararası sanatçılarla çaldı.
 
Konser gecesi sanatçıya piyanoda eşlik eden François Coutirier ve akordeonda Jean Louis Matinier ile melankolik bir hikâyenin kahramanları gibi mırıldanıyorlardı. Kuru yaprakların döne döne toprağa düşüşünü, çocukların iç çekişlerini, bir annenin yakarışını anımsatan naif seslerin buluşmasıyla, müziğin ulaşabileceği en uç yeri gösterebilmeleri çarpıcıydı hakikaten. İbrahim, kökleri Arap-İslam kültürüne dayan motiflerle beslense de müzikte sınırların olmadığına inanıyor. Bunu bestelerinin farklı coğrafyalarda dolaşan tınılarında işitebiliyorsunuz. Ona nereden ilham aldığı sorulduğunda, "Bir yandan göğe yükselip daha fazla yer kaplarken, diğer yandan gelişmeye ve köklerini toprağın derinliklerine gömmeye çalışan bir ağaçtan." diye cevap veriyor. Bu ifade bana ‘hayat ağacı’ efsanesini hatırlattı. Hani şu sağlam köklerini göklere çevirip dallarını toprağa gömen, ‘sonsuzluğun’ simgesi olan ağaç…
 
Udi o gece bazı parçalara munis fısıltısıyla eşlik ediyordu. Velhasıl ‘Ramazanda Caz’ muhteşem başladı.

Zaman