Şair Seyhan Erözçelik Hayata Veda Etti

Yazarlar
Erözçelik’in cenazesi yarın (25 Ağustos Perşembe) öğlen namazına müteakip Emirgan Camii’inden kaldırılacak. 2004 Behçet Necatigil şiir ödülünü alan şair, 1962’de Bartın’da doğd...
EMOJİLE

Erözçelik’in cenazesi yarın (25 Ağustos Perşembe) öğlen namazına müteakip Emirgan Camii’inden kaldırılacak.

2004 Behçet Necatigil şiir ödülünü alan şair, 1962’de Bartın’da doğdu. İstanbul Kadıköy Maarif Koleji ve Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunu olan Erözçelik, Türkiye Yazarlar Sendikası, Uluslararsı PEN Derneği ve Reklam Yaratıcıları Derneği üyesiydi. Yeis ile Tabanca, Kır ağı, Şehirde Sansar Bar, Gül ve Telve, Vâridik Yoğidik adlı şiir kitapları bulunan şairin son kitabı Pentimento geçtiğimiz şubat ayında yayınlanmıştı. Şairin son kitabı "geçmişi hatırlamak" kavramından izler taşıyordu.

Seyhan Erözçelik’in, Kitap Zamanı’nın Mart 2011 tarihli 62. sayısında Kemal Yanar’a verdiği söyleşiyi yayımlıyoruz. 
 
Kuşlar, yağmur yağınca nereye gider?

Seyhan Erözçelik’in yeni şiir kitabı Pentimento adını taşıyor. Şairin bu kitabında da "geçmişi hatırlamak" kavramının izleri var. Yine farklı bir yapıtla okur karşısına çıkan Erözçelik’le Kemâl Yanar hem Pentimento’yu, hem şairin diğer sanatlarla ilişkisini hem de dergilerde yayımladığı "siyasi şiirler"i konuştu.

Sondan ilke, dıştan içe doğru başlayalım istiyorum. Bize ilk bakışta Lascaux mağara resimlerini anımsatan ve üst üste karmaşık figürlerden oluşan kapak tasarımı oldukça etkileyici. İnsanlık tarihinin bu en eski görsel kaynakları aynı zamanda tarihin bir tür bilinçdışını temsil etmiyor mu?

Önce bir konuya işaret edeyim, benim ikisi hariç —onlara karışamazdım— kitaplarımın kapakları ait oldukları kitapların içindedir. Çünkü her kitabımı birer bütün olarak görürüm. Pentimento’nun kapağındaki desen de, evet Lascaux mağalarından. Siyah-beyaza dönüştürülmüş hali sadece. Lascaux olmasının özel bir anlamı yok, Altamira da olabilirdi, Bakü yakınlarındaki Kobustan da olabilirdi. Lascaux nere, Kobustan nere… Önemli olan, insanların var olduklarından beri sığındıkları mağaralarda yarattıkları görseller. Bir şeyler anlatmak, aktarmak istemişler. Sığındıkları için, korunma içgüdüsünü güçlendiren görseller de diyebiliriz. Bir tılsım gibi sanki, işaretleme, sınır çizme gibi. Bu mağaraları, ana karnı olarak bile düşünebiliriz. Hep, "geçmiş hatırlamaktır" derim. Açık ya da gizli, bütün kitaplarımda bu kavramın izi vardır. Ama "geçmiş geri dönmez, mümkün değil"dir. Tarih akar. Biz de aval aval bakarız. "Bilinçdışı" kavramı yerine, "bilinçaltı" kavramı olarak tanımlamak, bana daha doğru gibi geliyor. Jung, yakınlık duyduğum bir insan. Freud, bana uzaktır.

İtalyanca bir sözcük olan ‘pentimento’, plastik sanatlara ait bir kavram. Kitabın bir bölümü de yine benzer bir anlam aktaran ‘palimpsest’ başlığını taşıyor.

Kitabın adını bulmakta, bir hayli zorlandım. Çünkü ben "kitap" yazan bir insanım. Tek tek şiirleri toplayıp, hah, kitap olabilir artık diyemem. Çünkü her kitapla mesele(leri)m vardır. Onu dillendirmeye, diri tutmaya çalışırım. Pentimento, Yeis ile Tabanca’nın bir bölümünün adı zaten. Aradığım, geçmişimde duruyormuş. Eski dönemlerin ressamlarıyla ilgili bir kavram. Tuval bulmak zor, kendin hazırlıyorsun. Yaptığın resmi beğenmediğinde, bir şekilde üstünü kapatıp yeni resmine başlıyorsun. Boyaları da zaten kendileri hazırlıyorlar. Ne var ki yıllar, yüzyıllar sonra, boyalar saydamlaşıyor, beğenmediğin resimle beğendiğin resim, tek bir resim hâline geliyor. (Bu heykelde yoktur sözgelimi.) Palimpsest ise kâğıtla ilgili. Kâğıt pahalıdır. Neyle üretilirse üretilsin. Üstü zımparalanır ve tekrar kullanılır. Yalnız palimpsest’ta, artık eski yazı yoktur. Kayıplara karışmıştır. Bütün bunlar, benim kuşağım denebilecek kuşağın yaşadıklarını düşündüğümüzde, daha anlamlı olabiliyor.

Kitap, James Joyce’tan bir alıntıyla açılıyor: "Old father, old artificer, stand me now and ever in good stead." Size, bu kitap bağlamında Stephen Dedalus’u anımsatan nedir?

Eh, ben kolay bir okulda okumadım. (Liseden söz ediyorum.) Hocalarımız Amerika’da okumuş, kimisi yüksek lisans yapmış hocalardı. Joyce’un o kitabında da benzer bir okulun atmosferi vardır. Kitabı okuduğumda, aaa, bu benim yahu, demiştim.

İlk kitabınız Yeis ile Tabanca, "Hatıralar Dükkânı" isimli bir bölümle açılır. Bu isim, tüm Seyhan Erözçelik şiirine başlık olabilecek bir kapsayıcılığa da sahip. Nedir sizi geçmişe, hatıralara bu denli bağlayan?

Aslında, ben hatıralara bağlı değilim. Nostalji duygusuyla yaşayan bir insan olduğum da söylenemez. Ama memleketimizde bütün yaşananları gördükten sonra, elli yıllık hayatımda, nelerse onlar, birçok şeyin unutulduğunu üzülerek görüyorum. Unutmaya ayarlıyız sanki. Halbuki dünya hatırlayarak, unutmayarak, ders alarak ilerler. Ben de hatırlatıyorum. Çünkü hatırlıyorum: Il mio amarcord. İtalyancanın yerel dillerinden birinden, "hatırlıyordum." Fellini’nin filmi bunu çok iyi anlatır. Savaş kapıdadır.

Bana sorarsanız kitabın merkezinde "Maarif" başlıklı şiir yer alıyor. Her ne kadar şiirin ilk dizesinde, "Serdarcım, artık bilemem, şiir nasıl yazılır" deseniz de, bu şiir bir tür ders gibi. Kaotik bir süreç içerisinde tüm bellek çok çarpıcı bir şekilde yeniden canlanıveriyor.

Yine ad konusuna geldik. Kitabın kod adı, Maarif’ti. (Maarif’ten kastım, eğitim değil elbette, Maarif Koleji. Birbirlerini on bir yaşında tanıyan iki çocuğun, farklı şekilde, nasıl serpildiklerini, nelerle karşılaştıklarını anlatmaya çalıştım. Diğer yandan da, dış dünyada başka hareketlilikler göze çarpar. Bizler, tam âşık olunacak yaşlarda 12 Eylül’ü, öncesini ve sonrasını yaşadık. (Âşık da olduk, o ayrı.) Bu yüzden bizim kuşak, hem "korkusuzdur", hem de ürkektir.

Birden çok Seyhan Erözçelik konuşuyor sanki kitap boyunca; birbirini değilleyen dizeler art arda geliyor zaman zaman: "’Beni çok seviyo’sun/di mi?’/[Seni çok sevdim.]/…/Sana bi’ taş verdim./Senden bi’ taş aldım./Seni sevmedim." (Seni Çok Sevmiştim) ya da "Bilmiyorum./Biliyorum da, bilmiyorum." (Bir Mayıs Bin Dokuz Yüz Yetmiş Yediden Sonra). Hatırlama sürecindeki bu gelgitler hakkında neler söylemek istersiniz?

Eh, bizler, bir kuklacının elinde kuklalar gibiydik. Ama canlı kukla. Gepetto Ustanın Pinokyo’ya söz geçiremediğini düşünelim. Pinokyo yaramazdır, tecessüs içindedir. Bu yüzden çok yanlış da yapar. Yanlış yaparak dünyanın kaç bucak olduğunu görür. Biraz Pinokyo’ysam, biraz Tom Sawyer, Huck, Catcher in the Rye’ın kahramanı Holden ve benzerleri gibiyim de. Çaresiz, kendini tanımak isteyen, kendi gibi olanları tanımak isteyen bir çocuk. Bu tür çocuklar, hiçbir şeyi unutmazlar. Kin gütme, öç duygusu değil sözünü ettiğim.

"Aynada duramazsın/Kimse duramaz./San ki,/durmuşum./Aynaya bakmışım./Ben, ben miyim?" (Akis); "Hocam, biz ner’deyiz?/Bur’da mı?" (Ekonomi Sınavı). Şair, hatırladıkça (il mio amarcord), hatıralarındaki ‘ben’, ben’in durduğu yer konusunda şüpheye mi düşüyor?

Herhalde hepimiz küçükken aynanın yanından geçerken kendimizi görünce, yani yansımamızı, tersimizi, bu kim ya, demişizdir… İlk insanlar suya, cam gibi buza bakıp ne düşündüler acaba? Korkmuşlar mıdır?

Bir önceki kitap Vâridik, Yoğidik özel bir dil çalışmasıydı. Bu kez ise gündelik konuşma dilinden yine çok kendinize has yeni bir şiir dili kuruyorsunuz.

Vâridik, Yoğidik, bir dil çalışması belki ama bu kitap da öyle. Bütün kitaplarımın birer çığlık, inleme, nar’a olduğunu düşünürüm. Türkçenin yapısı, ana/ata dilimizin yapısı, buna çok uygun. Belki de, "dilin belini getirmeye" çalışıyorum. Şiir budur, sanki… Galiba… Böylece hayat bulur dil. Şiirle.

Wizard of Oz’a da gönderme yaparak 1974 yapımı Zardoz’u (Sean Connery-Charlotte Rampling) anıyorsunuz bir şiirde; bir diğerinde yönetmen Werner Herzog ve kült oyuncusu Klaus Kinski var. Son bölümde ise Müslüm Gürses için yazılmış bir Leonard Cohen şarkısının ‘uyarlaması’ yer alıyor. Seyhan Erözçelik’in diğer sanatlarla ilişkisi nedir?

Şiir, sanatların anasıdır, derler. Şairin de, sadece hayattan değil, diğer sanatlardan da beslenmesi gerektiğini düşünürüm. Hatta iyi örülmüş bir dantel bile, şairi etkilemelidir. Çünkü insanlığımızı, uygarlığımızı böyle gösterebiliriz. Yemek yapmak sanatsa eğer, çok iyi yemek yaptığımı da söyleyebilirim. Zardoz’da çürümüş bir dünyadan, yeni bir dünya çıkar, Rampling ve Connery’nin birlikteliğiyle. (Âdem ve Havva gibi sanki.) Kinski, Herzog’la sık sık kavga eder. Bazı sahnelerde canlı hayvanların iyi çekim uğruna ölmesine izin verdiği için. Bunlar, bizim insan yanımızı gösteren kanıtlar. Yoksa, yokuz.

Bir süredir dergilerde "Seyhan Erözçelik’ten Siyasi Şiirler" başlığıyla şiirler yayımlıyorsunuz. Nedir sizi siyasi şiirler yazmaya sevk eden şey ve bir kitap bütünlüğüne evrilecek mi yakın zamanda bu şiirler?

"Seyhan Erözçelik’ten Siyasi Şiirler", aslında tespit notları. Ben öyle çok fazla şey eklemiyorum. Genelde bir haberden, bir haber fotoğrafından yola çıkıyorum. Sonra da bir-iki dize/söz ekliyorum. O kadar çok şey var ki gözden kaçan. Polisler, Ogün Samast’a bayrak tutturuyorlar. Hiçbir polis, "bayrak" yahut "bayrağımız" diyemiyor, aklına gelmiyor bile. "Şey" diyorlar. "Bayrak", "şey" olabilir mi yahu? Bu şiirler gittiği yere kadar gidecek. Adı, diğer kitaplarımın aksine, şimdiden belli: "Seyhan Erözçelik’ten Siyasi Şiirler."

Son bir soru, sizin bir dizenizle: "Kuşlar, yağmur yağınca, nereye giderler?"

Ha ha ha… Vallahi bilmiyorum, Google’dan bakmak lazım. Ben bilmiyorum.

Zaman