Pastmodern popüler kültür, en büyük “küfür”dür

Yazarlar
Yusuf Kaplan’ın Yenişafak gazetesindeki yazısı… Küreselleşmeyle birlikte zaman-mekân mesafesi, dolayısıyla sınırlar ortadan kalktı; ölçek büyüdü; insanın hareket alanı genişledi ama ufku d...
EMOJİLE

Yusuf Kaplan’ın Yenişafak gazetesindeki yazısı…

Küreselleşmeyle birlikte zaman-mekân mesafesi, dolayısıyla sınırlar ortadan kalktı; ölçek büyüdü; insanın hareket alanı genişledi ama ufku da, ruhu da daraldı, daralıyor.

POSTMODERN POPÜLER KÜLTÜR, HAKİKATİ ÖLDÜRÜR!

İnsan, hız’a, haz’a, ego’sunun ayartılarına hapsoldu: Postmodern popüler kültür, insanı, sığlaştırıyor, sığlığa mahkûm ediyor; her şeyi plastikleştiriyor, içini boşaltıyor.

Sonuçta omurgasızlaştırıyor, ruhsuzlaştırıyor, kendine benzetiyor ve bitiriyor insanı popüler kültür: Hayatı çölleştiriyor, hakikati ironiye dönüştürerek buharlaştırıyor, hayatı çölleştiriyor ve insanı çöle mahkûm ediyor:

Artık her şey mübah: (Anything goes=Her şey gider!): Postmodern popüler kültürün ve yeni-paganizm çağı’nın motto’su / ilkesi bu!

Nicelik, hız ve haz (ARAÇ’lar) hükümranlığını ilan ediyor; Niteliği, Hakikati (AMAÇ’ları) yok ediyor.

Nietzsche, “insan amacını yitirdi!” diye boşuna haykırmamış ve boşuna çıldırmamıştı, değil mi?

Ontolojik yokoluş serüveni bu: İnsanın acıtmadan ayartılarak öldürülmesi.

Şunu söyleyebiliriz öyleyse: Hakikati buharlaştıran, hayatı çölleştiren, insanı ayartının ve ironi’nin “pornografi”sine mahkûm eden, neo-pagan postmodern kültür, en büyük küfürdür. Hakikati örter; cilalayarak, plastize ederek, ironi’ye dönüştürerek yok eder. İnsanın düşünme melekelerini de, düşünmeyi de öldürür.

Bu ontolojik / felaketi nasıl aşacağız, peki?

Ç/AĞ BÜYÜYOR AMA İNSAN KÜÇÜLÜYOR…

Evet, bütün sınırlar ortadan kalkıyor ama insan, kendi üstüne, ertelenemez arzularına ve fetişlerine kapanıyor: Ayartılmak için can atıyor. Çünkü biliyor ki, bu ufuk daralmasıyla yaşanmaz. O yüzden kaçıyor insan: Kendinden, hayattan, hakikatten kaçıyor… Ayartıya, hıza ve hazzın uyuşturucu, algı kapılarını kapatan sahte ve sanal “pornografik” dünyasına kapa/kla/nıyor.

İnsan, kaçtıkça özgürleştiğini zannediyor ama özgürlüğünü yitirdiğini göremiyor bile: Algılama, görme ve varolma yetilerini ve yeteneklerini yitirdiği ve bitirdiği için.

Zaman-mekân mesafesi ortadan kalktıkça, çağ büyüyor. Çağ büyüdükçe, insan küçülüyor: Çağ, büyüdükçe, kafese dönüşüyor, devâsâ bir ağ’a: Uyutucu, uyuzlaştırıcı ve her şeyi yutucu, ayartıcı bir “canavar”a, sonunda…

Bu çağ paradoksu, nereden kaynaklanıyor, peki?

HİKMET’SİZ FELSEFE RUHSUZ, FELSEFE’SİZ HİKMET TOPALDIR

Felsefesiz olmaz, felsefeyle hiç olmaz, demiştim. Felsefe, tek başına hiçbir anlam ifade etmez. Felsefenin, bir işe yarayabilmesi için aşılması, hikmet’le buluşabilmesi şarttır.

Hikmetsiz felsefe, ruhsuz ve ufuksuzdur; felsefesiz hikmet ise, “kör” ve topal.
Felsefeyi aşamayan insanlar, insanı kendi eliyle / aklıyla, yokolmanın eşiğine sürüklemekten kurtulamazlar.

Yaşadığımız çağ paradoksunun, çağ’ın tam bir ağ’a dönüşmesinin, hayatı çölleştirmesinin ve hakikati bitirmesinin nedeni, felsefenin haddini bilememesinde, hikmetle irtibat kuramamasında ve sonunda “bilimin” (araçlar’ın) “fahişe”sine dönüşmesinde gizli.

Ama felsefeyle işe başlamayan insanlar, hikmetle “buluşamazlar”. Hikmet, hayatın kaynağı, hakikatin hayatiyet membaıdır. Hikmet’in iki kanadı vardır: Tezekkür / Hatırlama ve Tefekkür / Hatırlatma. Tezekkür’ün ve tefekkür’ün kanatlarında yükselir hikmet; insanı düşmekten kurtarır ve kanatlandırır.

FELSEFE “HAYRET”, TEZEKKÜR HAŞYET, TEFEKKÜRSE “HAZRET” MAKAMIDIR

Felsefe, hayret / hatırlama makamı; Tezekkür, haşyet / ürperti makamı; tefekkürse “hazret / zevk” makamıdır.

Felsefe’nin kapısı akl-ı selîme; tezekkür’ün kapısı kalb-i selîme, tefekkürün kapısı ise zevk-i selîme açılır.

Düşünce, aklın işi; tezekkür, kalbin yeri; tefekkür ise kalbin hayata ve hakikate ruh üfleyen meyvesi.

Analitik ve kategorik kafa, buradaki inceliği anlayamaz: Düşüncenin sadece aklın işi olduğunu -söylediğimi- zanneder: Oysa Müslüman zihni, bütüncül’dür; analizi veya kategorileri yoksaymaz; bütün’ün yansımaları ve yansıtıcı “araçları” olarak görür.
O yüzden burada, düşüncenin, sadece aklın işi olduğunu söylemiş olmuyorum: Aklın, düşünmenin ilk basamağını oluşturduğunu söylemiş oluyorum. O basamak aşılamadığı sürece düşünce, tefekküre dönüşemez.

Felsefe, düşünmenin temeli değil, başlangıcıdır çünkü. Felsefe, her şeyden önce, soru sordurur insana. Ama felsefenin soluğu, sordurduğu soruların cevaplarının izini sürmeye yetmez.

TEZEKKÜR’SÜZ TEFEKKÜR OLMAZ

Tezekkürsüz tefekkür olmaz. Çünkü tezekkürsüz “tefekkür”, tekebbürle sonuçlanır sadece: İnsan aklıyla düşündükçe, kendinden geçer; aklını, dolayısıyla kendini her şey zanneder; ama aklını da, kendini de yitirir ve tekebbür kuyusuna düşer nihayetinde.

Tekebbür kuyusuna düşen insan, düşünemez. Düşünemez; çünkü tekebbür / büyük’lenme, insanın tefekkür / büyü’lenme yetilerini yerle bir eder; her şeyi yerinden eder, insanı peşinden sürükler ve kibrine mahkûm eder.

Tezekkür’le insanın kalp gözü açılır: Önünde inanılmaz bir dünya uzanır: Hayatın paradokslarını görür. Ama hayatın paradokslarını aşabilmesi için zikrini (şükrünü, hamdini, fethini, keşfini…) tamamlaması, bunun için de kemâl merdivenlerini tırmanabilmesi ve zikrin ufuklarında doyumsuz bir umut yolculuğuna kanat çırpabilmesi gerekir.

yazının devamını okumak için…