Ohri’de üç tuhaf derviş olmak

Yazarlar
İsmail Kılıçarslan’ın Yenişafak gazetesindeki yazısı…. ‘Sabah beşte kalkacağız o zaman’ diyor Numan. Saat gecenin ikisi; fakat ne bende ne de sevgili dostum Tunay Ece’de ...
EMOJİLE

İsmail Kılıçarslan’ın Yenişafak gazetesindeki yazısı….

‘Sabah beşte kalkacağız o zaman’ diyor Numan. Saat gecenin ikisi; fakat ne bende ne de sevgili dostum Tunay Ece’de uyanamayacağımıza dair en küçük bir endişe yok. Değil mi ki Ohri’nin biricik tekkesinde zikre katılma, şeyh efendi ve müritlerle tanışma şansımız var; kalkarız.

Öyle de oluyor. Saat tam beşte otelin lobisinde buluşup Numan’ın arabasıyla Struga’dan Ohri’ye doğru yola çıkıyoruz. Makedonya Bilimler Akademisi’nde felsefe profesörü olan Numan Aruç, yol boyunca anlatıyor: ‘Aslında Ohri’de de Struga’da da onlarca tekke varmış. Bazısı kendiliğinden, bazısı Tito zamanında çeşitli gerekçelerle kapanmış. Şimdi her iki şehirde de sadece birer tekke açık.’

Gecenin karanlığında, Ohri şehrinin meydanındaki tekkenin yakınına park ediyor arabayı Numan. Küçük, güzelim bir tekkeye giriyoruz.

Namazın ve zikir halkasının ardından bizi tekkenin üst katına, sedirli, hoş bir odaya davet ediyorlar. Cemaatin tamamı ile oturuyoruz. Şeyh efendi dahil yirmi kişi yokuz.
Kulpsuz fincanlarda kahveler dağıtılıyor. Ardından şeyh efendiyle biraz sohbet ediyoruz. Daha doğrusu ben soruyorum, 60’ına yaklaşmış olduğunu tahmin ettiğim bu tatlı adam cevap veriyor. ‘Hani nerde gençler’ diyor, ‘iş olmadığından hepsi gider Türkiye’ye, Avrupa’ya, Amerika’ya. Tekkemiz kalır yalnız. İşte şu gördüğün yaşlı cemaatle zikrederiz her gün.’

Lafın burasında duraksıyor şeyh efendi. Belki de gençliğinin Ohri’sini getiriyor gözünün önüne. Anlatıyor sonra: ‘Bilirsin nedir? Azınlık olmak zordur. Buralarda eskiden hep tekkeler, camiler doluymuş. 1950’lerde çarşıdaki camide her vakit varmış iki saf sarıklı imam. Şimdi? Camimize imamı sağ olsun Türkiye yolluyor. Yoktur imamlık edecek insanımız. Çünkü neden? Gider herkes.’

Lafın burasında da duraksıyor biraz. Belli ki bu can acıtıcı gerçeği her anlattığında biraz daha büyüyor endişeleri. Nefesleniyor, kahvesinden bir yudum alıyor. Anlatmaya devam ediyor: ‘Eskiden varmış Mevleviler, Bektaşiler, diğer tarikatlar. Şimdi yalnız biz Halvetiler kaldık burada. 1720’den beri savaş olsun, barış olsun her sabah namazında zikrullah vardır. Allah bu zikirlerin devamını nasip etsin.’

Şeyh efendinin bu duasına yürekten ‘amin’ diyoruz. Artık destur alma vakti geldi. Lakin şeyh efendinin bir cümlesi daha varmış. Şöyle diyor: ‘Allah zeval vermesin Türkiye’ye. Gözümüz kulağımız hep ordadır.’ Bu duaya da ‘amin’ deyip çıkıyoruz tekkeden.

Tekkenin girişinde tarikat büyüklerinin kabirleri var. Fatihalarımızı okuduktan sonra Numan, duvara asılı bir tarikat sancağı gösteriyor. ‘Aslı şu köşededir, bunu Tuğrul İnançer yaptı. Aslının aynısıdır’ diyor. Gayriihtiyari gülümsüyor ve şunu diyorum: ‘Acaba Tuğrul İnançer’in Balkanlar’da çivi çakmadığı, sancağını yapmadığı, erkanını düzeltmediği, şeyhiyle kucaklaşmadığı bir tekke kaldı mı? Biz hep Sarı Saltuk’u anlatıyoruz herkese. Balkanlar’a nasıl hizmetler ettiğini naklediyoruz. Fakat işte bugün, Balkanlar’da hangi tekkeye gitsek karşımıza Sarı Saltuk gibi çıkan isimler var.’

Bomboş Ohri sokaklarında yürüyoruz üç arkadaş. Hava aydınlanmış elbet. Gözü olana gün ışımış.

Birazdan insanlar sokakları doldurmaya başladıklarında anlayacağız buranın Makedonya’ya ait bir şehir olduğunu. Kimseye görünmeden çıkmak lazım şehirden. Çünkü şimdilik, bir gölün hemen kenarına kurulmuş Safranbolu’nun ikizi bir Osmanlı kentinde, bir tekkeden çıkmış üç tuhaf derviş olarak geçiyoruz kayıtlara. Böylesi daha iyi.

Cuma namazını Nazire Camii’nde kılmak 

Nerden estiyse, arkadaşım Tunay Ece ‘yarın Arnavutluk’a gidelim mi?’ diye sordu. Hiç duraksamadan ‘peki’ dedim. Cuma sabahı, Strugalı bir Arnavut olan Nasi’nin ile pazarlığımızı yapıp atladık arabasına.

Struga-Tiran 120 kilometre. Hani Türkiye’de olsak yaklaşık bir saatlik bir mesafe. Fakat Balkanlar’da yollar genel olarak çok kötü olduğundan Nasi uyardı ‘rahat olun abi, iki buçuk saat yolumuz var.’

Biraz sohbet, biraz çevreyi izleme falan derken uyuyakalmışız ikimiz de.
Tatlı mı tatlı bir Kur’an sesiyle uyandım. ‘Nerdeyiz Nasi’ diye sordum. ‘Elbasan’dayız abi, burada kılalım mı Cuma’yı’ dedi. ‘Kılalım tabii’ dedim.

Arnavutluk’un Elbasan kentinde, bir yol kenarında, tamamen rastlantısal olarak bir camide durduk. Balkanlar’da benzerini pek çok kez gördüğümüz, Osmanlı’dan kalma küçücük bir cami. Caminin avlusuna girerken bizi Türk bayrağının bulunduğu bir tabela karşıladı. Yanılmamışım. Camiyi uzaktan ilk gördüğümde ‘bu camiyi kesin bizimkiler restore etmiştir’ demiştim kendi kendime.

‘Bizimkiler’ dediğim, TİKA elbette. Özellikle Balkanlar’da, Osmanlı’dan kalma her bir eseri restore edip hayata döndürme konusunda muazzam bir uzmanlığı var bu güzide kurumumuzun. Elbasan’daki restore ettikleri bu küçücük Osmanlı camisinin adı da Nazire Camii.

Mescid ziyareti namazına niyet ederken bir yandan da şöyle dua ettim: ‘Allah’ım, bu eserleri ayağa kaldıranların; mazlum ve yoksul Balkan halklarının her daim yanında duranların evvelleri ve akıbetleri hayrola.’

Struga’da şiir okumak 

Parkta, kızımızın oyun oynamasını seyrediyoruz. Uzunca bir oturma grubunun ortalarında yer bulduk kendimize. Solumuzda, ilk bakışta orta-üst tabakadan olduğuna hükmedebileceğiniz gençten bir kadın oturuyordu. Sağımızda ise, aralarında Kürtçe konuşan, ilk bakışta alt-orta tabakadan olduğuna hükmedebileceğiniz bir aile vardı.

Birazdan, solumuzdaki kadının 5 yaşlarındaki kızı gelip salıncak sırası yüzünden yaşadığı kavgayı hıçkıra hıçkıra anlatmaya başladı. Kadın, bir kayıtsızlık içerisinde kızını dinleyip sertçe kolunu tuttu ve bağırarak şöyle dedi: ‘Seni geri zekâlı seni. Vermeseydin sıranı. Bir de gelmiş ağlıyorsun. Patlatsaydın bir tane. Geri zekâlı seni… Ağlama karşımda. Defol git şurdan.’

Kız, çaresizlik içerisinde döndü oyun alanına. Hıçkırıkları devam ediyordu.
Sonra, sağımızdaki ailenin 10 yaşlarındaki erkek çocuğu gelip büyük bir öfkeyle babasının yanına oturdu. Babasıyla Kürtçe bir şeyler konuştular. Baba birdenbire, hani bana atsa beni ağlatacak bir tokat patlattı çocuğa. Sonra sertçe bir şeyler söyledi. Ağlamaya başlayan çocuk, Türkçe ‘niye sert olacakmışım’ diye sordu. Baba, ‘çünkü’ diye başlayıp yine Kürtçe bir şeyler söylemeye devam etti.

Hanımın kulağına eğilip ‘ne oluyoruz yahu; çocuk nasıl yetiştirilmez konulu bir etkinliğe mi davetliyiz?’ diye sordum.

Biz anne babalar açısından soru şudur bence artık: Şefkat, merhamet, koruma, kollama duygularının tamamının rafa kaldırıldığı bir ülkede mi çocuk yetiştirmeye çabalıyoruz? Çocuklarımızın etrafı, anne-babaları tarafından ‘sert olacaksın’ diyen, ‘patlatsaydın bir tane’ diyen başka çocuklar tarafından mı çevrili? Zaten acımasız olduğundan hiç şüphe duymadığım çocuk dünyası Türkiye’de iyiden iyiye ‘Sineklerin Tanrısı’nın seti oldu da haberimiz mi yok? Biz de mi artık çocuklarımızı ‘sert olacaksın’ diye yetiştirmeliyiz? Onlara hiç kimseye güvenmemeyi öğretip haklarını ‘şiddet kullanarak’ mı savunmalarını öğreteceğiz?

Doğrusu o gün o parkta gördüğüm ve benzerlerine daha önce de pek çok kez şahit olduğum bu manzaralar gün geçtikçe umudumu azaltıyor. Çocuklarımızı, onlara sürekli ‘benzersiz’, ‘özel’, ‘biricik’ olduklarını pompalamamızı isteyen ‘başarıya dayalı düzen’ kuşatmış durumda zaten. İstedikleri her şeyi istedikleri her şekilde yapabileceklerini öğretmemizi salık veriyor bize adına uzman denilen birileri. Çocuğumuzun ‘sonsuz potansiyelini keşfetmek’ten falan dem vuruyorlar. Hal böyleyken, bir yandan ‘çok özelsin, muhteşemsin, harikasın’ diye pışpışladığımız ego canavarı çocuklarımız oluyor kucağımızda; bir taraftan da onları duygusuz, apatik, güvensiz karakterler olarak yetiştirip duruyoruz.

yazının devamını okumak için…