Muhacirlikten mülteciliğe bir yüzyıl…

Yazarlar
Yıldıray Oğur’un Türkiye gazetesindeki yazısınada Suriyeli göçmenlere vatandaşlık verilmesini eleştirenlerin 100 yıl önce nasıl göçmen olarak bu ülkeye sığındıklarını yazıyor… Tikveş, ...
EMOJİLE

Yıldıray Oğur’un Türkiye gazetesindeki yazısınada Suriyeli göçmenlere vatandaşlık verilmesini eleştirenlerin 100 yıl önce nasıl göçmen olarak bu ülkeye sığındıklarını yazıyor…

Tikveş, Rumeli Eyaleti’nin, Selanik vilayetinin Kavadarcı sancağına bağlı bir bölgenin adıydı. Ortasından Vardar ırmağının geçtiği bereketli bir ovanın üzerinde kurulmuştu, üzümleri, sütleri, yoğurtlarıyla meşhurdu.

Enver Paşa, Haziran 1908’de isyanı başlatmak için Manastır’a doğru yola çıkmış, Resne’de Niyazi Bey’in adamlarıyla dağa çıktığını öğrenince de Tikveş’e gelmiş, 2. Meşrutiyet’in ilanıyla sonuçlanacak isyanını burada başlatmıştı.

Sonra İttihatçılar iktidara geldi, Balkan Savaşı çıktı. Savaşın ateşi Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu, Sırpların, Bulgarların, Yunanlıların birlikte yaşadığı Tikveş’e kadar uzandı.

2 Kasım 1912 günü, dört yıl önce Enver ve Niyazi Beylere destek vermiş Bulgar komitacılar, Sırp kuvvetleriyle birleşip Tikveş’e girdi. Müslümanların önde gelen isimlerini çağırıp teslim olmalarını istediler. Silahlar toplandı, yağma başladı.

Ama esas katliam Kurban Bayramı’nın arefe gününde başlayacaktı. Bir Sırp askerin Müslümanlar tarafından öldürüldüğü haberi üzerine Bulgar Komitacılar ve Sırp kuvvetler şehre girdi. Çatışmalar Bayram Namazı saatine kadar sürdü. Bir gecede öldürülen Müslüman Tikveşli sayısı 400’ü aştı. Tikveş Kaymakamı işkenceyle öldürülmüştü. Evlere girilip kızlara tecavüz edilmişti.

Sırp, Yunan, Bulgar çetelerinden kaçan Müslümanlar Tikveş’ten, Manastır’dan, Selanik’ten Osmanlı’nın son topraklarına doğru ellerinde kalanlarla göç ettiler.

384 bini ancak menzile varabildi. Edirne, İstanbul, Bursa sokakları, cami avluları, sahiller, bahçeler göçmenlerle dolmuştu:

“Binlerce, on binlerce kişilik muhacir kafileleri Sirkeci garından itibaren şehri tamamen doldurmuşlardı, öküzlerin çektiği kağnı arabaları köprüden yukarılara, ta Beyoğlu’na kadar uzanıyorlardı. Rumeli’den ölülerini bile getirenler vardı. Onlar gâvur toprağında kalmasınlar, burada yatsınlar diyorlardı” (İlhan Bardakçı, İmparatorluğa Veda)

Hilal-i Ahmer cemiyeti başta olmak üzere yardım cemiyetleri muhacirlere yardım ediyordu ama yıllar geçtikçe, muhacirler artmaya başladıkça İstanbul’un yerleşik ailelerinin muhacirlere bakışı menfileşmişti:

“Balkan Harbi sırasında İstanbul’a akan muhacir kafileleri onların neslinde öylesine menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-i merhamet dahi fırlatmadan ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmelerine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul’dan başka gidecek yer kalmamış gibi buraya doluştular. Şu muhabere bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımız da onlardan temizlense’ diyorlardı.’’ (Semiha Ayverdi, Hey Gidi Günler Hey, s. 83)

Yine de, “savaşta vatanlarını korumak yerine kaçan vatan hainleri” diyen çıkmadı.

Çıkarılan 45 maddeli İskan-ı Muhacirin Nizamnamesi’ne göre; “muhacirlerin yiyecek ihtiyaçları devlet tarafından karşılandı, her haneye nüfus ve toprağın verimliliği dikkate alınarak arazi tahsis edildi, bir ev ve iki baş hayvan verildi, tarım aletleri, tohumluk verildi, hicret tarihlerinden itibaren altı sene askerlikten ve iskân edildikleri günden itibaren iki sene malî vergilerden muaf tutuldular.” Çaresiz muhacirlere devletin yardımlarını kıskanan, eleştiren olup olmadığı bilinmiyor.

Balkan Savaşları’ndan sonra kesilmeyen muhacir dalgalarının en büyüklerinden biri 1923’te Lozan’da Türkiye ve Yunanistan arasında varılan mübadele sonrası yaşandı.

Mübadele anlaşmasının ilk maddesi şöyleydi:

“Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine girişilecektir.”

‘’Mübadele, İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanlarını kapsamayacaktır.”

Anlaşmada “Rumlar”ın karşılığının “Türkler” değil de “Müslümanlar”  yazıyordu.

1924 ile 1927 arasında Türkiye’de yerleştirilen mübadil sayısı 463 bini buldu. Adana’dan Samsun’a, Antep’ten Trabzon’a 61 şehre mübadiller yerleştirildi. Mübadillerin en çok yerleştirildiği şehirler Edirne, Balıkesir, Kırklareli, İzmir, İstanbul, Samsun ve Bursa oldu.

Bursa’ya ilk göçmen kafilesi 19 Aralık 1923 günü geldi. Mudanya iskelesine yanaşan Seyr-i Sefain İdaresi’ne ait Sakarya adlı gemi Selanik ve çevresinden mübadilleri getirmişti. Muhacirler gelmeden önce Bursa’da yayınlanan Ertuğrul, Hüdavendigar gibi gazeteler halkı gelecek “müslüman kardeşlerimize” yardıma çağıran yayınlar yaptılar. Muhacirler gelmeden bir hafta önce Ahmed Tevfik, Hacı Sabri, Hakkı Baha, Ahmed Ziya, Mehmed Kamil ve Mümtaz Şükrü Beyler vilayete başvurarak “Muhacirin Yardım Cemiyeti” adlı bir cemiyet kurmuştu. Cemiyetin kuruluş amacı  “Gelecek din kardeşlerimizin temin-i istirahat, iaşe ve iskanları hususunda hükümete muavenet için azami gayret ve himmet-i sarf etmek”ti.

Mudanya’ya yerleşen mübadiller arasında Girit’ten, Tikveş’ten gelenler de vardı. 1909’da Tikveş’te yaşayan 18 bin Müslüman nüfustan 1931 yılında sadece 4 bin kişi geride kalmıştı.

Mübadillerden bir imzalı beyanname isteniyordu.

Tikveş’ten gelen mübadillerden birinin beyannamesi şöyle başlıyordu:

“Tikveş kazasının Kavadar Usta mahallesi ahâlîsinden olduğum halde Türkiye Hükümetine olan merbutiyet-i kalbiyem sevkiyle memleket-i asliyemden hicret kasdıyla kat’-ı alaka ederek efrâd-ı ailemden – nüfus ile birlikte 340 sene-i maliyesi zarfında Türkiye’ye hicret eylediğimizi ve tarih-i mezkûreden mukaddem Türkiye memâlikine gelerek sicillât-ı nüfusiyeye kayıt ve tescil olunmadığımızı Türkiye toprağına ayak bastığımız dakikadan itibaren zîr-i câh-ı saltanat-ı milliyeye iltica ederek katiyen ve fiilen tabiiyet-i Türkiye’yi kabul eyleyerek hiçbir veçhile tabiiyet-i ecnebiye iddiasında bulunmayacağımızı ve sefaret ve konsolatolarına müracaat etmeyeceğimizi ve bademâ dahi her gûna Türkiye Cumhuriyetinin kavânîn ve nizamâtına harfiyen itaatten ve saltanat-ı milliyeye sadakât-ı tammeden asla inhirâf etmeyeceğimizi ve her ne suretle olursa olsun tabiiyet-i ecnebiye iddiasında bulunmayacağımızı…”

Sırp ve Bulgar çetelerinin saldırdığı Tikveş’ten kaçıp Mudanya’ya yerleşenlerden biri de Akbay ailesiydi. Mübadelede mi Balkan Savaşları sonrası mı Mudanya’ya geldikleri bilinmiyor. Aileden İsmail Akbay NASA’da çalışan ilk Türk mühendis olarak tarihe geçti.

Tikveş eşrafından Saime ve Mustafa Akbay’ın ise dört çocuğu oldu.  Oğullarından Yahya Akbay doktor, Mehmet Akbay ise eczacı olarak Mudanyalılara hizmet ettiler. Mudanya’nın ilk eczanesi olan Merkez Eczanesi’ni açan Mehmet Akbay’ın 1939 yılında bir oğlu dünyaya geldi; Ertuğrul Akbay…

İstanbul İktisat Fakültesi Yüksek gazetecilik bölümünü bitiren Ertuğrul Akbay, çeşitli gazetelerde muhabirlik yaptı, Gölge Adam olarak tanındı. 1971 yılında doğan oğlu Burak Akbay da onun gibi gazetecilik yapmaya karar verdi. 2007 yılında Sözcü gazetesini çıkarmaya başladı.

Savaştan kaçıp Mudanya’ya yerleşmiş muhacir bir ailenin sahibi olduğu bu gazete 8 Temmuz 2016 günü Suriye’de rejim, DAEŞ, Hizbullah, PKK, Nusra, İran, Rusya, ABD, muhalifler arasında kimin kiminle savaştığının, kimin havadan bomba yağdırdığının meçhul olduğu bir savaştan canlarını kurtarıp Türkiye’ye kaçan Suriyeli mültecilere hakaretler yağdıran bir manşetle çıktı.

Bu manşetin hemen üstünde yazısı anonslanan Emin Çölaşan’ın dedeleri de Girit göçmeniydi. Bir röportajında “Babaannesi ve halalarının aralarında Rumca konuştuklarını” anlatmıştı.

Türkçe bilmeyen, Giritçe dilini konuşan Giritliler bu yüzden uzun yıllar “yarım gavur” diye anılmış, onlarla evlilik yapılmamış, milliyetçi çevreler Türkçe konuşamayan Giritlilerin  Türkiye’ye muhacir olarak yerleştirilmesini eleştirmişti.

Nihal Atsız, 1933’de öğrencileriyle birlikte gittiği Çanakkale’de Türkçe konuşamayan Girit göçmenleri ile karşılaşınca “Türk, Türk olarak kalmalıdır. Çingenenin çingene kalacağı gibi. Afrika’nın ortasından kapkara bir zenciyi al; üç yaşında Türkiye’ye getir, Türkçeyi mükemmelen öğrensin… Başka dil bilmesin ve ben Türk’üm desin… Bu Türk müdür?” demişti.

Şimdi Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilmesine karşı bu ırkçılık bayrağını devralan gazetenin en popüler yazarlarından Yılmaz Özdil’in anneannesi de mübadelede Girit’ten gelip, Antep’e yerleştirilmişti.

Gazetenin bir diğer yazarı Uğur Dündar, Silivri’nin Akören köyündendi. Köy Balkan Savaşları ve sonrasında Bulgaristan’dan göç eden Gacal ve Pomakların yaşadığı bir köydü. Pomaklar da uzun yıllar kendi dillerini konuştular.

100 yıl önce Selanik, Girit, Tikveş’le Halep arasında bir fark yoktu. Müslüman Pomaklar, Makedonlar, Giritliler neyse Halepli Araplar da oydu.

100 yıl sonra Suriye göçmeni bir aile bir gazete çıkaracak. O gazetede dedeleri savaş yıllarında Halep’ten, İdlip’ten, Kamışlı’dan İstanbul’a göç etmiş yazarlar da yazacak.

İnşallah onlar o gün çaresizlik içinde ülkemize gelecek yeni göçmenler için bu kadar acımasız olmayacaklar…