İnsanları kula kul olmaktan kurtarıp Yalnız Allah’a kul yapmak

Yazarlar
Abdullah Yıldız’ın Yeniakit gazetesindeki “İnsanları kula kul olmaktan kurtarıp Yalnız Allah’a kul yapma görevimiz” başlıklı yazısı… İslâm’ın insanlığın ufkuna bir g...
EMOJİLE

Abdullah Yıldız’ın Yeniakit gazetesindeki “İnsanları kula kul olmaktan kurtarıp Yalnız Allah’a kul yapma görevimiz” başlıklı yazısı…

İslâm’ın insanlığın ufkuna bir güneş gibi doğup yayılmaya başladığı ve karanlıklar içinde yaşayan toplumlara bir umut ışığı olduğu yıllarda yeryüzünü zulmü altında inleten iki devlet vardı: İran/Sasani İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu. Müslümanlar yeryüzünde zulme son vermek için mücadele ederken, her iki şer güçle de karşı karşıya kaldılar.

İran’la yapılan savaşların dönüm noktasını teşkil eden Kadisiye savaşı öncesinde İslâm orduları başkumandanı Sâd b. Ebi Vakkas (r.a), Rebi b. Amir’i (r.a) elçi olarak İran karargâhına gönderdi. İran orduları başkomutanı Rüstem debdebe içinde, altınlar, gümüşler, rahat yastıklar arasında idi ve herkes en şık elbiselerini giymişti. O büyük sahabe ise hiç bunlara iltifat etmeden, kısa boyu ve kalın kalkanı ile ilerleyip karşısına dikildi. Rüstem, Rebi b. Amir’e (r.a) niçin geldiklerini sorunca, o kahraman insan tarihe altın harflerle geçen şu müthiş cevabı verdi: 

“Biz, Allah’ın, insanları kula kul olmaktan kendisine kulluğa, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine ve batıl dinlerin zulmünden İslâm’ın adaletine çıkaralım diye gönderdiği bir toplumuz.”

Bu cevap, İslâm’ın ne olduğunu ve niçin insanlığa gönderildiğini en iyi anlayan ve anlatan sahabe neslinden birinin cevabıdır. Müslümanların tarih boyunca insanlığı davet ettiği ve kıyamete kadar da davet etmeleri gereken İslâm’ın üç ana hayat ilkesi işte bunlardır: Yalnız Allah’a kul olmak, dünyayı ahiret için yaşamak ve yeryüzünde adaleti egemen kılmak.

Ancak hakikat şu ki, İslâm’ın insanlığa sunduğu bu “kurtuluş çağrısı”, Müslümanlar tarafından özellikle de son zamanlarda gereği gibi tebliğ ve temsil edilememektedir. Çeşitli psikolojik baskılar ve saldırılar karşısında İslâm’ın “ne olduğunu” değil de “ne olmadığı” anlatmaya çalışmak şeklindeki savunmacı bir yaklaşım, İslâm aleyhindeki iddia ve iftiralara cevap yetiştirmeye çalışırken İslâmî gerçekliği dosdoğru ve gereği gibi sunabilme görevini ıskalamayı beraberinde getirmektedir.

Dahası, “İslâmiyet size anlatıldığı gibi değil, aksine şöyledir” türü söylemlere İslâm’ı çağdaş insana şirin gösterme kompleksi de eklenince, Allah’ın son Peygamberi(s.) aracılığıyla insanlığa gönderdiği Son Mesaj, beşer ürünü ideolojik kavramlar, düşünce kalıpları ve değer yargıları ile telif edilmeye çalışılarak bulandırılmakta ve adeta tanınmaz hale getirilmektedir…

Sözgelişi, bu bağlamda çok sık başvurulan savunmacı söylemlerden biri “cihad” hakkındadır ve genellikle DAİŞ, Boko Haram vb. gibi örgütlerin yaptıkları vahşeti “cihad” diye takdim etmeleri karşısında bu kavramın içini boşaltmaya veya tepetaklak etmeye varan şu tür izahlardır: ‘Cihad, sanıldığı gibi savaş demek değildir; üstün bir cehd, çaba ve gayret göstermekten ibarettir; mesela bir hadiste belirtildiği üzere “en büyük cihad nefisle cihaddır”.’

Bu izah doğrudur ama eksiktir ve bu haliyle yanıltıcıdır. Zira Kur’ân’da geçen otuz kadar “cihad” kelimesinin yarısı ‘kıtal(savaş)’ anlamında, diğer yarısı da ilim öğrenme, ibadetlerde ısrar ve sebat etme, iyilikleri emredip kötülükleri engelleme, Allah yolunda zorluklara katlanma gibi “cehd” gerektiren eylemler manasında kullanılır.

Öyleyse, “cihad” kavramının bu kuşatıcı anlamlar bütününü, birilerinin psikolojik baskıları karşısında bozmaya, eksiltmeye veya değiştirip dönüştürmeye hakkımız yoktur. Allah Rasûlü’nün (s) “Ben rahmet peygamberiyim; ben harp peygamberiyim” hadis-i şerifinde ifadesini bulan dengeyi kaçırmamalıyız. Bilelim ki, denge; İslâm Dini’ni tanımada ve anlamada en muhteşem anahtar kavramlardan biridir.

İmdi, bu son örnekle ve yukarıdaki izahlarla demek istediğim şudur: son yıllarda, her türlü ifrat ve tefritten, kompleksten uzak, dengeli ve özgüven yüklü bir üslûpla İslâm’ı anlatmak yerine; birilerine cevap yetiştirme, bazı çevrelere kendini izah etme gayreti ile, İslâmiyet’i ilk nesillerin ve mesela başta örnek verdiğimiz Rebi b. Âmir’in (r.a) anlattığı netlikte, doğrulukta ve güzellikte anlatamamaktayız.

Bütün bunlara bir de, İslâm tarihi boyunca Müslümanlar arasında tartışılıp tartışılıp da bir türlü halledilemeyen veya uzlaşılamayan ne kadar konu varsa, ilginç zamanlamalarla ısıtılıp ısıtılıp tekrar Müslümanların gündemine sokulduğunu ve ağzı lâf yapan Müslüman öncülerin de bütün enerjilerini -yazımızın başında verdiğimiz- Rebi b. Âmir’in (r.a) sözünde vurguladığı ilkeler dğrultusunda harcamak yerine bu tür ihtilaflı konular etrafında tüketmekle meşgul olduklarını üzülerek gözlemlediğimizi eklersek, içinde bulunduğumuz durumun vehameti daha iyi anlaşılacaktır, diye düşünüyoruz.

Öyleyse gelin; “insanları kula kul olmaktan kurtarıp, yalnız Allah’a kul yapma, insanların ahiret mutluluğunu kazanmaya yönelik bir dünya hayatı yaşamalarını sağlama ve yeryüzüne İslâm’ın adaletini egemen kılma” görevimizi engelleyecek hiçbir yönlendirmenin etkisinde kalmadan İslâm’ı çağın insanına sunmaya; “doğrudan Kur’ân’dan ilham alıp asrın idrakine haykırmaya” devam edelim.