Emperyal uygarlık Ortadoğu’ya dönerse

Yazarlar
Akif Emre Yenişafak gazetesindeki yazısında Ortadoğu ve emperyal güçlerin Ortadoğu’ya dönme durumunu irdeledi.”Bu coğrafya varoluş imkânını reddettikçe parçalanıyor, inkâra zorlandıkça çatı...
EMOJİLE

Akif Emre Yenişafak gazetesindeki yazısında Ortadoğu ve emperyal güçlerin Ortadoğu’ya dönme durumunu irdeledi.”Bu coğrafya varoluş imkânını reddettikçe parçalanıyor, inkâra zorlandıkça çatışmanın, kaosun anaforuna itiliyor” dediği yazısı.

Ortadoğu’ya yeniden dönüyoruz, bu dönüş tarihin bize yüklediği kaçınılmaz bir yüzleşmeyi de getiriyor. Gidişata bakılırsa bu dönüş hiç de istenen bir dönüş değil. Ne iktidarın tasavvuruna uygun ne de sınırların parçaladığı yaralı bilinçlerin ağrılarını onaracak bir dönüş söz konusu.

Ortadoğu; batı sömürgeci/emperyal uygarlığının bir projesi olduğunu fark etmeye, kendi varoluşsal şartlarının bilincine varmaya başladığı bir dönemde yeni bir müdahale ile karşı karşıya. Bu müdahale fiziksel şartların zorlaması olarak karşımıza çıktığı kadar daha derinlerde değerlere, düşünce yapımıza bir müdahale olarak gerçekleşiyor. Günlük pratik olarak karşılaştığımız çatışmalar ve ayrışmaların bu zihinsel tavrın, tercihin bir sonucu olduğunu çoğu kez fark etmiyoruz bile.

Her şeyin sorumluluğunu dış güçlere, emperyalistlere yükleyerek ne sorunları çözmüş oluruz ne de sorumluluktan kurtulmuş oluruz. Ne ki, dar alanda yaşanan kanlı süren çatışma ortamının çözüm şatlarını bu coğrafyanın varoluş birikimleri temel alınarak mı ithal çözümlere göre mi şekilleneceğine bağlı olduğunu hatırda tutmalı.

Yapay sınırlarla bu coğrafyayı parçalayan emperyal uygarlık zihinleri parçalanmış Ortadoğu insanının kendini bulma, kendi medeniyetini inşa sürecinde müdahil olarak devreye girmekte gecikmeyecektir. Modern ulus devlet projesine dayalı hayatı ve insanı sekülerleştirmeyi hedefleyen laikçi despotik rejimler bu coğrafyaya sentetik bir aşıydı tutmadı. Sonuçta despotik rejimler biyolojik ömrünü teker teker tamamlarken yerine kültürel yapısı tahrip edilmiş, kendi oluş idrakinden uzak tutulmuş bir coğrafya kaldı.

Modernleşme deneyimleri ne kadar farklı olursa olsun öne çıkarılan Arap, Fars, Kürt, Türk gibi kimlikler toparlayıcı olmaktan çok kendi içlerinde bile parçalayıcı, çatıştırıcı bir aidiyetler zincirini miras bıraktı. Dışardan gelen her müdahale gibi toplumsal ve kültürel müdahaleler de sağlıksız tepkiler çıkaracaktır. Gerek sekter gerekse etnik aidiyetlerin tarih sahnesine inkarcı, dışlayıcı, çatışmacı bir şekilde geri dönüşleri bu müdahalelerin sonucu.

Yıllardır Arap milliyetçiliği bölgenin en dinamik ideolojik unsuru olarak görüldü. Ne var ki Arap milliyetçilikleri yedeklerine aldıkları sosyalist soslu uygulamalarla Araplar arasında bile derin ayrılıklara yol açtı. İdeolojik, fikri hasarlar askeri, siyasal ve toplumsal sonuçlarıyla birlikte Arapların kendilerine olan güvenlerini yok etti. Sadece kendi aralarında değil resmi söylemlerin kışkırtıcı dili de bölgenin kadim halklarıyla çatışmacı bir ilişki doğurdu.

Sykes Picot projesinin her ulus devleti sekter azınlığa dayalı bir denge üzerine kurması bütünleştirici bir dini anlayışı temel almak yerine mezhep eksenli kabilevi çatışmaları körükledi yıllardır.

Bastırılan etnik ve mezhebi unsurlar, azınlıklar biyolojik ömrü biten yapılardan haklarını istemeye başladıklarında benzer bir hastalıkla siyaset sahnesine dönüş yaptı.

Her geçen gün daha yakından hissetmeye, tanık olmaya başladığımız kaos ve çatışma ortamı bizzat sınır kavramının tarihin ironisinden ibaret olduğuna işaret ediyor. Bir kasabanın ortasından geçen sınırların jeo-kültürel gerçeklikten uzak gerçekliği uzun vadede adeta sosyal travma olarak sonuçlarıyla karşımıza çıkıyor.

Uzun yıllar çoğunluk oldukları halde yok sayılan Şiilerin Irak’ta yönetime geçmeleri bu travmanın en somut şekli. Bir tür geçmişte kalan tüm yoksunluklarını gidermek için ele geçirdikleri iktidarda rövanşist bir psikolojiyle hareket etmeleri bunun tipik örneği. Buna karşılık bölgenin çoğunluğunu oluşturan, devraldığı tarih ve medeniyetin kurucu temsiliyeti adına Sünnicilik yapan başkaldırı da sekter bir karaktere sahip. Seküler projenin edilgenleştirdiği, geleneğinden kopardığı, ona hayat veren dinamizm sağlayan kurumlardan yoksun bırakılan bir medeniyetin çocukları sekter bir retorikle intikam peşinde koşuyor. Tüm bu süreci özetleyen durum ise: Irak’ta Amerikan İşgaliyle dile getirilen Kürtler, Sunniler, Şiiler formülasyonundaki her şeyden önce mantıksal olarak hasarlı kurgudur.

Tüm kurumların, temsiliyetlerin çöktüğü, sorunları çözücü, diriltici bir soluk üfleyemediği ortamlarda reddiyeci, yıkıcı sentetik başkaldırılar öne çıkar.

Yükselen ulusçulukla beraber yok sayılan, varlığı gasp edilen kimliklerin tarih sahnesine çıkışı da öç duygusuna dönüşür. Ulusçuluklar ulusları da kendi içinde parçalar, ayrıştırır. Bölgesel ölçekte yaşamakta olduklarımız, olayların olanca sıcaklığına, gerilimine rağmen sorumlu bir bakışın göreceği hakikat budur.

yazının devamını okumak için..