Edebiyatın cinsiyeti olmaz!

Yazarlar
Kendine has mânevî iklimiyle bir Ramazan ayının daha sonuna yaklaşırken, Ramazanı, sanat ve edebiyatı, geleneği ve din-edebiyat ilişkisini Sibel Eraslan ile konuşmak istedik. Ortaya keyifli bir Ramaza...
EMOJİLE

Kendine has mânevî iklimiyle bir Ramazan ayının daha sonuna yaklaşırken, Ramazanı, sanat ve edebiyatı, geleneği ve din-edebiyat ilişkisini Sibel Eraslan ile konuşmak istedik. Ortaya keyifli bir Ramazan söyleşisi çıktı.

İslâmiyet sadece dünya ve ahiret saadetini sağlayan emir ve yasaklardan müteşekkil değil, aynı zamanda büyük bir estetik medeniyet ortaya koymuş semâvî bir din. Bu estetik medeniyetin teşekkülünde sanat ve edebiyatın önemli bir rolü olduğunu düşünürsek, insanların İslâm medeniyetinin değerleriyle daha bir barıştığı Ramazan ayı, asırlardır oluşmuş edebî birikimimizle de barışmak adına insanımıza ne gibi fırsatlar sunuyor?

“Ramazan Kuran-ı Kerim ayıdır” der büyükler. İçinde bin geceden daha hayırlı Kadir Gecesi var ki o gün inzal günüdür. Yani Söz’ün Resul’e (sav), insana, yeryüzüne, alemlere, bizlere inzali… Haberdar olma günlerimiz. Rabbimiz bize kendisini bildirmek için Söz’ü tercih etmiş. Söz, tercih edilen olarak Rab’den koparak bizi kuşatan bir varlık, yani gurbete ilk düşen yolcu misali. Dolayısıyla bizlerin sanat ve özellikle edebiyat adına yapageldiğimiz tüm gulguleler, iniş çıkışlar, fırlayışlar, batışlar… Hep bu yüzdendir. Edebiyat, diğer plastik ve görsel, işitsel sanatlar arasında en materyalsiz olanı, en alçakgönüllü olanı. Beyaz bir kağıt ve kurşun renkli harflerden başka hiçbir enstrümanı yoktur onun. Bu yüzden Söz’ün gurbete düşmüşlüğünü en iyi fark edebileceğiniz sanat yoludur. Kuran-ı Kerim de bu başbaşalığı yani Rab ile kulu arasındaki o tenha bağlamı en muktedir ses aracılığıyla var kılar. Ramazan, Söz’ün bizi “var” kıldığı zaman ritmi gibi geliyor bana. Acizane.

Osmanlı edebiyatında Ramazan hayatını anlatan “Ramazanname” adlı şiirler ve bayramları anlatan “Iydiyye” isimli kasideler vardı. Ramazan ve bayramlar münasebetiyle dinin sosyal hayattaki aksi edebî eserlerde geniş yer buluyordu. 19 ve 20.yüzyıl pozitivizmi dini görünür olmaktan uzaklaştırmaya çalıştı; buna edebî eserler de dahil edildi. Ancak postmodernizmin pozitivist gerçeklik algısına indirdiği darbenin de etkisiyle, dinî hassasiyetleri fazla olmayan sanatçılar dahi edebî eserlerinde dinî-tasavvufî unsurlara sıklıkla yer vermeye ve İslâm için daha olumlu bir dil kullanmaya başladılar. Bu açıdan günümüz edebiyatını değerlendirir misiniz?

Geleneksel edebiyatımızda özellikle şiirde İlahi vuslat ana hareket harmonisini kurar. Pozitivizm, her ne kadar yerli dürtülerle peydah olmasa da Aydınlanma Çağının etkisi Avrupa’dan tüm dünyaya yayıldı. Hümanizm, realizm ve sekülarizm üçlüsü “Tanrı’yı gökyüzüne hapsettk” algısını evrensel ve tarışılmaz objektivizmin kriteri haline getirdi. Ne ki sanayileşme, ırkçılık, adil olmayan gelir dağılımı, iki büyük dünya savaşı, sömürgecilik, bozulan klimatif denge ve nükleer tehdit gibi ağır bedellerle bugüne geldikten sonra, şimdi nerede hata yaptığımızı sorguluyoruz. Tüm dünya, akıl mahkemesine hapsolurken yoksullaşmış bu dili tartışmaya başladı. Postmodernizmi gecikmiş bir mistik arayış olarak tanımlayabiliriz. Bu bağlamda eskiye rağbet arttı, doğuya mistik ve bakir coğrafya ve diller olarak, gecikmiş yeni bir hücum başladı. Sufizm revaçta. Ne ki aynı postmodernizm, hız ve haz fikrine odaklı olduğu için eklektik bir tarzda ne bulsa koparıp, aparıp adeta bir yapboz iştahıyla bakıyor bakir olana. Ne olsa gider deyip, adeta mıncıklayarak kopartabildiğini, kendi kolajına eklemliyor. Evet, ekleme eylemidir bahsettiğiniz işler.

Her yıl Ramazan ayında eskiye duyulan özlem dile getirilirken, direklararası eğlencelerinden, Karagöz gibi geleneksel sanatlardan da dem vurulur. Eskiden sadece İstanbul’da değil, taşrada da Ramazan geceleri kahvehanelerde anlatılan şifâhî hikâyelerle, sohbetlerle geçirilirmiş. Bu konuda bazı ilâhiyatçıların “ramazan eğlence değil, ibadet ayıdır” düsturundan hareketle geleneğe karşı tavır aldığına şahit olmuştum. Daha sonra İbn Arabî, Ebu Suud Efendi gibi âlimlerin “ibret almak maksadıyla” müminlerin bu tarz eğlencelere iştirak edebileceği yönündeki görüşlerini okudum. Ramazan ayıyla özdeşleşmiş gelenek ve onunla şekillenen şifâhî edebiyatın işlevsel olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce geleneğin canlandırılması faydalı ve gerekli midir?

Karagöz’le Hacivat ve hayal perdesi mesela… Bunun büyük içsel anlamını idrak edebilsek, gölge oyununun aslen çok çarpıcı bir dünya eleştirisi olduğunu da fark ederiz. Veya ilahilere bakalım. “dünya dedikleri bir gölgeliktir” mısraına ulaşabilen bir nefesi bugünde bulmak çok zor. Gelenek evet büyük bir nehir hatta deniz… Onu bu asırda nasıl tekrar edeceğiz? Soru bu. Tekrar etmek derken, cevabın bir kısmıdır bu elbette. Gelenek tekrardır evet bir yönüyle. Ama bu tekrarın bir ruhu bir de bedeni vardır. Ruhunu idrak edemediğimiz şeyin bedenini kurmakta zorluk çekiyoruz bugün.

Ramazan ayında İslâmi ve insanî kimlikleriyle zirveleşmiş şahsiyetleri anlatan kitaplara ilgi artıyor. Özellikle günümüzün en çok ilgi gören edebî türü roman vasıtasıyla bu büyük şahsiyetlerin hayatı kurgulanıp okuyucuya sunulunca gençlerin ilgisi daha da fazla oluyor. Çöl/Deniz: Hz. Hatice, Siret-i Meryem – Cennet Kadınlarının Sultanı, Nil’in Melikesi Hazreti Asiye gibi önemli eserler yazmış bir yazar olarak, bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

Her çocuk, anne ve babasını merak eder. Anne ve babasının kim olduğunu bilmek her çocuğun hakkıdır.

Yıllarca oryantalistlerin İslâm’a kadın meselesi üzerinden saldırdığı söylendi. Siz, İslâm tarihi açısından önemli pek çok hanımı anlatan kitaplar yazdınız. Bu vesileyle İslâm ve kadın hakları meselesiyle ilgili sahih bir bilgi birikimine de katkı yaptınız. Peki Müslüman-Türk halkı, özellikle de genç hanımlar, İslâm ve kadın meselesini sizce biliyor mu? Eserlerinizi yazdıktan sonra ne gibi geri dönüşler aldınız?

Sadece İslam ve Türk tarihi açısından değil tarih, tüm toplumlarda erkeklerin özneleştirildiği bir dil üzerinden yazıldı. Tarih yazıcılarının hepsi denecek kadar çoğu erkektir ve kendi deneyimleri üzerinden kaleme alışları doğaldır diyebiliriz. Ama bu işin daha büyük bir kısmında siyaset vardır. Tarih, siyasi bir bilim olarak, elbette güç merkezlerinin, ana akım otoritenin emriyle yazılır. Kadınların, kraliçe prenses, azize, olsalar bile daha flu, tarihin esmer, loş çekmecelerinde kalmasında asıl etki, işte bu eril siyaset teorisi ve onun keskin dilidir. Bilimsel düşünce dediğimiz şey de böyledir. Objektivizm deyip durduk Rönesanstan bu yana. Kadın, beden güzelliğinin timsali ve meta olmaktan, bugünün tüketici olduğu kadar eşitlenebilen vatandaş birey kimliğine geçti. Ne değişti? Ben kadın tarihine dair yaptığım çalışmalarda klaisk perspektifi tersyüz eden bir yürüyüşle yola çıktım diyebilirim. Kadınla erkek arasındaki öndelik- arkadalık, önemlilik-önemsizlik karşıtlıklarını değil, devamlılık, tamamlanma, tevhid, birliktelik ritimleri üzerinden tarihi yeniden okumayı denedim.

“Muhafazakâr” sözcüğü sosyal bilimler açısından bana son derece sakıncalı ve belirsiz bir kavram olarak gelse de anlaşılır olmak adına kullanıyorum; Muhafazakâr kesimin sanatla ve edebiyatla olan ilişkisini nasıl buluyorsunuz? Sanatın belli bir fikir veya ideolojinin emrine girmesinin eleştirildiği, toplumcu gerçekçi/köy enstitüsü çıkışlı yazarlarla İslâmcı yazarların kıyaslandığı, “muhafazakâr sanat olur mu?” tartışmalarının yapıldığı bir dönemde, sizden sanatınızı inanç ve düşüncelerinize hizmet adına kullanmanızı bekleyen bir kitlenin var olduğu hissine kapıldınız mı?

Hizmet benim kuşağımın olmazsa olmazı bir terimdir. Edebi olarak yetiştiğim çevre Dergah Edebiyat çevresidir, hocam Mustafa Kutlu’dur. Hocamızın bize nasihati, “iyi edebiyatçı olmazdan evvel iyi insanlar olunuz”dur. Sosyal gerçekçi bir vakumdan yürüdük bizler. Sanat ve toplum birbirinden ayrılmaz endişelerdir bizler için. Muahafazakarlıksa daha politik hatta ekonomiyi de işaret eden bir siyaseti işaret ediyor çoğu kez ve benim neslimin pek de hoşnut olmadığı bir kelimedir. Ama sanırım yaşlanıyorum ve çocuklarım özellikle “sen de muhafazakarsın anne işte!” diyorlar çoğu kez bana. Muahafaza etmeye çalıştığım değerlerim var çünkü. Gençken dünyayı değiştirebileceğimi zannederdim, iyiden yana, doğrduan yana. Ama şimdi dünya beni değiştirmesin de yeter diyecek kadar güçsüzüm.

Hem bir kadın olarak, hem de Londra Kitap Fuarı’nda Buket Uzuner, Canan Tan ve Yıldız Ramazanoğlu gibi sanatçılarla “Türk Edebiyatında Kadın” meselesini ele almış bir yazar olarak ülkemizde edebiyat-kadın ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İyi cins edebiyatın cinsiyeti olmaz. Edebiyat, ontolojik yaratım harmonisi gereği dişildir. Ha, yazı derseniz. Yazı, elbette politik bir ürün olarak son tahlilde edebiyat kamusunu evet erkeksi kılıyor. Bu bağlamda yazan kadınlar için erkek gibi kadın derler çoğu zaman, bu da mülakatın paradoksu olsun.

Ramazan ayının vazgeçilmezlerinden Beyazıt Meydanı’ndaki kitap fuarı bu yıl ziyaretçi sayısı açısından yayınevlerini memnun etmiyor. Kimileri bu ilgisizliği Beyazıt Camii’nin restorasyonuna bağlarken, kimileri de Sultanahmet’ten taşınmasıyla ilişkilendiriyor. Kur’an’ın “Oku” mesajıyla hedef kitlesine ulaşmayı amaçlayan bir fuar için bu durumu neye bağlıyorsunuz?

Şimdi bu fuar kelimesinde sizce de bir bit yeniği yok mu zaten? Fuar diye başlarsak, bunun ruhunu en baştan örselemiş oluruz. Yani işin seyyar satıcılık kısmından kültürel endüstri kısmına kadar geniş iktisat sosyolojisine gireriz. Oysa sorunuzdaki “oku”, kainatı okumak olarak düşünüldüğünde kitaplara dar gelmeyecek pazar mı kalır elimizde?

Mustafa Kutlu’nun Aksiyon dergisinden Ülkü Özel Akagündüz’e söylediği, “Türkiye’de ve dünyada aydınların ve sanatçıların halka söyleyecek bir sözü kalmamıştır. Ne bir ahlakı savunuyorlar ne de bir fikirleri var. ”şeklindeki düşüncelerine katılıyor musunuz?  Özellikle İslâm âleminde yaşananlar üzerinden dünyadaki gelişmelere baktığınızda sanatçılar üzerlerine düşeni yapabiliyor mu, ya da sizce sanatın / sanatçının böyle bir misyonu olmalı mı?

Sanatçının elbette misyonu vardır. Uzun Hikaye’den sonraki tüm Kutlu eserleri misyon omurgası üzerinden işlenmiştir ki bunun en bariz örneği Huzursuz Bacak’tır. Huzursuz Bacak’ta Kutlu, Türk aydınının yaşadığı kopukluk, yabancılaşma ve çaresizliği dile getirir. Ömer Lekesiz ve Ali Ural’ın edebiyatçı ve gazetecilere yaptıkları tarihi çağrı bu misyon alışın en son ve ciddi örneklerinden mesela. “Bizde adam çoktur” diye bir çıkış, sanatçının itiraz ve isyanıdır.

Ülkemiz uzun süredir “Kürt Sorunu” ve “Alevi Yurttaşlarımızın Talepleri” gibi meselelerde mesafe kat etmeye çalışıyor. Bir çözüm sürecinin içerisinden geçiyoruz. Bu konuda, toplumun geniş kesimlerine, farklı katmanlarına ulaşmış bir yazar olarak, Ramazanın birleştirici ikliminde neler söylemek istersiniz?

Çözüm sürecinde Doğu Anadolu Akil Heyet üyesiydim. 16 il, 6 ilçe ve pek çok köyü yakınen gezdik, görüştük. Halkın barışa, selamete, sekinete olan ihtiyacı toprağın suya olan hayati ihtiyacı gibi… İnanç birliği, gönül birliği elbette temel yapıtaşı bu coğrafyaların… İslam kimliği uzun yıllar neredeyse 100 yıllık bir imha ve red politikasıyla sistematik anlamda yok sayıldı. Dayatılan İslamsız, geleneksiz zoraki uluslaştırma projesinin iflasını, terör, ırkçılık, yoksulluk, adaletsizlik, inanç bunalımı, kimlik sıkışması gibi pek çok feci bedelle ödüyoruz. Evet, din kardeşliğinin var ettiği hukuk, hala en önemli çözüm argümanımızdır.

Hızlı kentleşmeyle birlikte ülkemizdeki Müslümanlar kendilerini modernizmin dayattığı hayat şartları içerisinde sıkışmış hâlde buldular. Modernite, dinin yaşanması noktasında geniş dindar kitleleri de etkilemeye başladı. Böyle olunca da aileleriyle birlikte birkaç kuşaktır büyük şehirlerde yaşayan insanların “Nerede o eski Ramazanlar?” şeklindeki serzenişlerinin anlamını kaybettiği eleştirileri ortaya çıktı. Modernite-gelenek çatışması açısından baktığınızda “eski Ramazan” özlemini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunun arı, duru çocukluğumuza dair bir insiyak olduğunu hatırlatıyor bana kendi yakınmalarım. Geçip gitmişleri özlüyoruz, her gün her dakika bizi ölüme daha bir yakınlaştırıyor.

İsmet Özel’in şiiri bıraktığını açıklaması, sanatçıların suskunluk ve veda süreçlerini yeniden tartışmaya açtı. Siz de “İsmet Özel’in Son Şiiri” başlıklı bir yazı kaleme aldınız. Kendi üretkenliğiniz adına böyle bir suskunluk sürecinden korkuyor musunuz?

Yaşlandıkça susuşlarınız artıyor. Bu sadece yaş gereği kazanılan bir tür kalendirlik değil. Hicran kısmı belki daha çok. Arkadaşlarınızı tek tek kaybetmek, kalelerin tek tek çöküşü, sizi taşıyan rahvan kısrağın yorgunluğu, giderken bizler… Her şeyin de bizimle gittiğini daha iyi görüyoruz aslında, bunun gibi..

Tasavvuf İslâm’ın özü ve hassasiyet isteyen bir yaşam biçimi. Tasavvuf ve mutasavvıfları konu alan romanlar, popüler kültüre hizmet etmekle suçlanıyor, “tasavvuf kitapla değil, tekkede, tarikatta öğrenilir” eleştirileri getiriliyor. Bu kitapları yazanların tasavvuf konusunda yeterince bilgi sahibi olmadığı yönünde tenkitler yapılıyor. Bu romanlar hakkında görüşleriniz nelerdir?

Büyük kısmı yağmacılıktır. Son tahlilde hayat, yazının hep bir adım önündedir. Yani hep iyilikten güzellikten bahsediyorsun kardeşim de sen ne kadar iyisin güzelsin diye sorarlar kalem erbabına. Kuran’da güzel söz, kökü derinlerde meyvesi göklere doğrulmuş münbit bir ağaca benzetilir. Kökle meyve arasındaki güzellik bağlamını kuracak bir gövdemiz var mı buna bakalım… Bizdeki hoyrat gelenek karşıtlığı, kökle meyve arasındaki bağı koparmıştır maalesef. Sadece seküler cenahta değil İslamcı camia dediğimiz geniş caddenin bugünkü kendinden utanç ve üzüntü duyan dili de maalesef bu bağlamı kopartarak acı ve güdük işlerinin hesabını kolay kolay vereceğe benzemiyor… Ama yeis bize yakışmaz, elbette ışığın da aşkın da menzili Doğu’dandır…

Röportaj: Ömer Faruk Ateş