Bayram ve dolaşımdaki kimlikler

Yazarlar
Prof.Dr. Süleymen Seyfi Öğün’ün Yenişafak gazetesindeki yazısı… Ramazan bitti. Şimdi bayramı kutluyoruz. Hayırlara vesile olur inşaallah. Türkiye’de insanlar Bayramı bildikleri gibi ...
EMOJİLE

Prof.Dr. Süleymen Seyfi Öğün’ün Yenişafak gazetesindeki yazısı…

Ramazan bitti. Şimdi bayramı kutluyoruz. Hayırlara vesile olur inşaallah. Türkiye’de insanlar Bayramı bildikleri gibi kutluyor. Sayıları azımsanmayacak kadar çok insan, Bayram esnâsında, oturdukları yerleri terk ediyor. Bunun bir kısmı, baba ocakları olan, hâlâ akrabalarının da yaşadıkları “memleketlerine” gidiyor. Diğer bir kısmı ise “bayramı fırsat bilip” tâtil yerlerine koşuyor. Şimdi  Bayramda seyahat etmenin onun  ruhuna aykırı olduğunu söyleyip eleştirmek basitçilik olur.

Eylem-seyahat etmek- aynı; ama ifâde ettikleri çok farklı. Bayramı fırsat bilip, çekirdek âilesiyle, bir kaç kafa dengi arkadaşıyla veyâ tek başına “kaçanlar” -bu kelimeyi genellikle de kendileri kullanıyor- Türkiye’deki kültür atlasında “köksüzleşmeye” isâbet ediyor. Ama diğerleri, yâni “memleketlerine” gidenler tam tersine “köklere” mâtuf hummalı bir bağlılığı vurguluyor.

Yaygın bir taşra ağı içinde yerleşik düzenlerin hüküm sürdüğü zamanlar, seyahat etmenin gereksiz veyâ zor olduğu zamanlardı. Elbette o  zamanlardaki bayramlar başka türlü, yerleşik ve geleneksel bir temelde kutlanırdı. Son yarım asırda bu neredeyse tamâmen değişti. Bu zaman zarfında nüfusun büyük bir çoğunluğu yerinden oldu ve daha iyi bir gelecek adına yurtlarını terk edip büyük şehirlere doluştu.

Baba Ocaklarına giden, oralardaki akrabalarını ve ölmüşlerinin kabirlerini ziyâret edenlerin oluşturduğu manzara, insanların  taşradan çıkıp büyük şehirlere yerleşseler bile “kökleriyle” hâlâ temaslarını devâm ettirdiklerini, bağlarını koparmadıklarını gösteriyor. Doğrusu; Türkiye’de yaşanan şehirleşme, meselâ Avrupa’da yaşanmış olan şehirleşmeden çok farklı bir şekilde tezâhür edebiliyor. Avrupa’da insanlar, büyük ölçüde bir “köksüzleşmeye” mâruz kalırken; Türkiye’deki şehirleşme süreci,  hatırı sayılır bir tarafıyla “köklere” olan sadâkat bağlarının keskinleşmesiyle birlikte  yaşanıyor. Meselâ Erzincanlılar, veyâ Malatyalılar; bu şehirlere âit olduklarını, yabancı bir vilâyete göçtükten sonra daha derin hissediyor  ve daha bir Erzincanlı, daha bir Malatyalı oluyorlar. Sâdece belli başlı vilâyetler değil, çok daha mikroskobik ölçekteki bağlılıklar ortaya çıkıyor. Erzincanlılık da kesmiyor bu insanları. Meselâ Kemâliyeli olmak; hattâ Kemâliye’nin bilmem hangi köyünden olmak belirleyici oluyor. Nitekim İstanbul, sayısız köy derneklerinden oluşuyor.

Elbette , bunlar “yeni” birer kimlik. Her kimlik gibi “sahicilikten” kopuk. Gâliba, kimlik olgusu, kimlediğini değil;  her neyse, ondan farklı olmayı; belki de “o” olmakta veyâ “o” olarak kalmaktaki zorlukları anlatıyor. Meselâ Erzincanlı olmak,  Erzincan’da , sâdece Erzincanlıların yaşadığı bir muhitte bir kimlik meselesi değildir. Erzincanlı kimliği, bir muhit farklılaşmanın; hattâ yabancılaşmasının ürünü gibi gözüküyor. Kimlikle kimlediğimiz arasında bir bağ kuruyoruz kurmasına. Ama bu bağ çok trajik aslında. Mikroskobik bağların çiçeklenmesi bizi murad ettiğimize yaklaştırmıyor. Her kimlik bir uzaklığı veyâ uzaklaşmayı anlatıyor. Mesele zannedildiği gibi sâdece “ötekiler”in işin içine girmesiyle açıklanamaz. Evet, bir kimliği var eden en büyük uyarıcı “ötekilerce” kuşatılmış olmak; hattâ “ötekilerden” şu veyâ bu şekilde müdahale görmektir. Ama ötekilerle birlikte içine yuvarlandığımız bir başka mukadderat daha vardır. Bu, ötekini de bizlerle birlikte “kendisi” bırakmayacaktır.

3 günlük Bayram tâtilinde, büyük bir hasretle “memleketlerine” giden insanlar, ellerinde o yöreye özgü peynirler, turşular, börek ve çöreklerle dönerken ne düşünürler acaba? Çok merak etmişimdir. Çok mu mutludurlar? Memleketlerinde bıraktıkları memleketlileriyle geçirdikleri o 3 gün çok mu tatlı geçmiş; değilse döndüklerinde bol bol dedikodusunu yapacakları; ama orada yutup, gömdükleri rahatsızlıkları mı bırakmıştır belleklerinde?  3 gün, tatsızlık olmaması adına rahatsızlıkların bastırılması için çok uygun bir zaman aralığıdır. Ama süre uzasa; meselâ 10 güne çıksa ne olurdu acaba? Misafir edenler, güleryüzle uğurladıkları, arkalarından su döktükleri misâfirleri gittikten sonra aralarında ne konuşurlar acaba? Ya çocuklar? O memlekette hiçbir hatırası olmayan, ama babalarının, annelerinin hatırına gittikleri o diyarlara karşı bir bağlılık duygusu kazanmışlar mıdır? “Haydi kucaklaşın bakayım. Sizler yeğensiniz, kuzensiniz” dedikleri akran akrabaları karşısında ne hissetmişlerdir acaba?

Kültürlere dokunmaya gelmiyor. Dokununca….

yazının devamını okumak için….