Adalet ve Atalet’i ıskalamak

Yazarlar
Markar Esayan, adalet ve atalet üzerine tarihsel bir yolculuktan günümüzü değerlendiriyor. Yenişafak’ta yayınlanan köşe yazısı Doğulu toplumların Batının proletaryası olduğu, yani işçi sınıfı gi...
EMOJİLE

Markar Esayan, adalet ve atalet üzerine tarihsel bir yolculuktan günümüzü değerlendiriyor. Yenişafak’ta yayınlanan köşe yazısı

Doğulu toplumların Batının proletaryası olduğu, yani işçi sınıfı gibi, işçi devletlerin de varolduğu gerçeğini bilir ama bu netlikte pek dile getirmeyiz. Oysa Afrika’dan Amerika kıtasına taşınan köle işgücü, Batı medeniyetinin ekonomik kalkınmasının ana motorunu oluşturuyordu. Arenaların futbol stadlarına dönüşmesi gibi, kölelik de sadece biçim değiştirdi ve Batı’da göçmenlere dayatılan ağır şartlar veya Doğu’da Nike’a çalışan ucuz işgücü olarak varlığını sürdürdü.

Böylelikle Avrupa 19. yüzyılın liberal demokrasi rüzgarlarıyla yelkenlerini şişirebildi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan 50 yıllık müthiş refah dönemi, Avrupalı beyaz işçilere tanınan ileri sosyal haklar, bu döneme sosyal demokrat partilerin damgasını vurabilmesi, işsizliğin/fakirliğin stratejik ürün olarak Doğu’ya ihraç edilmesi sonucu mümkün oldu.

Filistin sorununu veya Arapların (Müslümanların) geri kalmışlığını, bir yılda basılan kitap veya alınan patent sayısı ya da tüketilen tuvalet kağıdı azlığına bağlamak kolay. Veya bu argümanı kolaylıkla Doğu’nun geriliğindeki Batı sorumluluğuna eşitleyerek konuyu kısıtlı bir alanda oksitleyebiliriz. Ancak bu, durumu anlamaya ve doğru soruları sormaya neden olmaz. Çünkü mesele bundan büyük bir şeydir.

Batı’nın sorumluluğunun Arap ataletine gösterişli bir kamuflaj olduğu, postkolonyal çalışmaların, Said veya Foucault’nun yapısökücü faaliyetlerinin mağduriyet afyonuna yol açtığı iddiaları da hafifsenemez. Ama mesela yine bu argümanı, Mursi’nin darbeyle düşürülmesi, Hamas’ın sivil siyasete uyum çabalarına set çekilmesi veya Gazze saldırılarına eşitlediğinizde, durumu anlamaktan uzaklaşmak bir yana, meşrulaşmasına katkıda bulunuyor olabilirsiniz. Çünkü bunlar eşitlenerek birbirilerini götürecek eşdeğer durumlar değildir.

Ben sorunun bizi ırkçılık meselesiyle yüzleştirdiğini düşünüyorum. Toynbee diyor ki: “Yeni Dünya’ya yerleşen İngilizce konuşan uluslar oradakilerle kaynaşamadılar. Orada bulunan özgün kabileleri hemen hemen yok ettiler. (…) İngilizce konuşan insanların başarısı, insanlığı bir ırk sorunuyla karşı karşıya bıraktı.”

Şimdi, kim Irak’ın, Afganistan’ın işgalinin, temelde bir grup ulusun (çokuluslu dev şirketlerin) refahına karşılık, başka bir grup insanın hayatına malolmadığını iddia edebilir? Bosna veya Suriye’de öldürülen insanlar, temelinde böyle bir dünya düzeninin ihtiyaç duyduğu bedel olarak kolaylıkla gözden çıkarılabildi. Bu bize ırkçılığın değişmeyen tanımını veriyor. Bir insan grubunun en vahşi şekilde öldürülmesinin sorun olmadığı bir anlayışı ırkçılık dışında nasıl tanımlayacağız?

Yazının tamamını Yenişafak’da okuyunuz