Osmanlı korsanları haydut değil, deniz gazisidir

Tarih
Yedikıta Tarih ve Kültür dergisi, şubat sayısında korsancılık tarihi ve özellikle de Osmanlı korsanlarının doğru anlaşılması açısından geniş bir dosya yayınladı. Selman Kılıç ve Ahmet Apaydın tarafınd...
EMOJİLE

Yedikıta Tarih ve Kültür dergisi, şubat sayısında korsancılık tarihi ve özellikle de Osmanlı korsanlarının doğru anlaşılması açısından geniş bir dosya yayınladı. Selman Kılıç ve Ahmet Apaydın tarafından hazırlanan “Haydut Değil Deniz Gazisi Osmanlı Korsanları” başlıklı dosyada dikkat çekici bilgiler sunulurken, denizcilik tarihi uzmanı Prof. Dr. İdris Bostan’ın açıklamalarına da geniş yer veriliyor.

Kavram Karmaşası Yaşanıyor

Denizcilik tarihinde ‘deniz haydudu’ ve ‘korsan’ kelimelerinin kullanımında bir karışıklığın yaşandığına dikkat çeken Prof. Dr. Bostan şu bilgiyi veriyor:

“Korsan kelimesi gerçekte Arapçadan Türkçeye geçmiş ama oraya da İtalyanca ‘corsaro’dan gelmiş bir kelime. Batı’da haydutluk manasına olan ‘pirate’ kelimesiyle korsan kelimesini ayırdıklarını görüyoruz. Osmanlılar ise ‘korsan’ kelimesini Avrupalı haydut denizciler için kullanıyor. Kendi denizcileri eğer hukuku çiğnemişlerse, kim olursa olsun haydutluk ve haramilikle suçluyor.”

“Osmanlı’da Korsanlık Hukukî Temellere Dayanır”

Osmanlıların denizcileri “resmi donanma” ve “bağımsız filolar” şeklinde iki statüde Akdeniz’de bulunmalarını sağladıklarını ancak ikisinin de aynı hukuka tabi olduklarını kaydeden Prof. Dr. Bostan şu açıklamayı yapıyor:

“Osmanlı donanması denize açıldığı zaman birinci vazifesi Osmanlı karasularını ve kıyılarını korumaktır. İkincisi, varsa bir sefer, onu gerçekleştirmektir. Üçüncüsü, zaruret olduğunda denizde savaşmaktır. Bunların hiçbirisi söz konusu olmadığı zamanlarda da kendisine düşman olan, yani hiçbir eman verilmemiş, ahid yapılmamış devletlerin gemilerine veya topraklarına akın düzenlemektir.” diyor.

Osmanlıda korsanlığın bir hukukunun olduğunu ve bunu kendisinin ihdas etmediğini vurgulayan Bostan, “Bu İslam hukukunun bir gereği, yani cihat yapan, gaza yapan bir devlet için hukukun iki yüzü var: Bir, dost olanlarla barış halinde olmak. İki, müttefik olmayan, eman verilmemiş devletlerle ki onlar harbî keferedir daimi savaş halidir. Düzenli ordunun yaptığı da; bağımsız olarak dava uğruna mücadele eden denizcilerin yaptıkları da budur. Aralarında hukukî bakımdan hiçbir fark yok.” şeklinde konuyu aydınlatırken, konuyu batılı kaynaklardan inceleyenlerin bu noktayı anlayamadıklarını söylüyor.

Tarihimizi Kendi Kaynaklarımızdan Öğrenmeliyiz

Prof. Dr. İdris Bostan, Türkiye’deki tarihçilerin korsanlık meselesine bakışını şöyle değerlendiriyor: “Türkiye tarihçiliği, batı hegemonyasından kurtulmadan kendi tarihçiliğini ortaya koyamaz. Anglo-Sakson tarihçilik yaklaşık 150 yıldır, belki daha fazla, sadece kendi tarihini öne çıkararak, hatta biraz da Avrupa merkezli tarihi öne çıkararak yazıyor. Osmanlıların birkaç yüzyıl kendi üzerlerindeki hâkimiyetini kendilerine yediremediklerinden onu görmezden gelme usulünü tercih ediyorlar. Bu da Türkiye’de sadece Avrupa tarihi üzerinden Türkiye’yi anlamaya çalışan veya sadece yabancı literatürden Osmanlı Tarihi’ni anlamak isteyenler için en büyük handikaptır. Yani Avrupa devletlerinin nasıl bir süreç yaşayarak geliştiğini anlamak için Avrupalı tarihçilerin yazdıklarını dikkate almamak ne kadar anlamsızsa, bu coğrafyaya karada ve denizde en az üç yüz yıl hükmetmiş Osmanlıları, onların kendi öz kaynaklarından, arşivlerinden ve kütüphane malzemesinden takip etmeden anlamaya çalışmak da o derece manasızdır.”

Katip Çelebi: “Kaptan Dediğin Korsan Olmalı”

Yedikıta’da yer alan makalede, Osmanlı’nın kapta-ı derya seçiminde önceliği korsanlıktan yetişenlere verdiğine dikkat çekiliyor ve şöyle deniyor: “Osmanlıların korsanlıktan yetişme meşhur kaptan-ı deryası Barbaros Hayreddin Paşa’nın 1533’te bu vazifeye getirilmesinden 5 sene sonra Osmanlı donanması, en büyük deniz zaferlerinden birini, Preveze’yi kazanmıştır. Ondan sonra da sık sık görev alan korsanlıktan yetişme kaptan-ı deryalar denizlerde düşmana göz açtırmamışlardır. Ancak 1571’de İnebahtı’da bir felaket yaşanır ve sorumlusu da denizcilikten gelmeyen Müezzinzade Ali Paşa görülür. İşin dikkat çekici yanı, bu felaketten 30 gemisiyle kurtulan Uluç Ali Reis de korsanlıktan yetişmiştir. Bilâhare kaptan-ı deryalığa tayin edilir.

İşte kaptan-ı deryalığa korsanlıktan yetişme denizcilerin getirilmesini savunan Kâtip Çelebi, Tuhfetü’l-Kibâr’ında şöyle der:

“…Birinci öğüt budur ki, kaptan kendi korsan değilse, deniz savaşlarına dair korsanlara danışsın ve onların sözünü dinlesin. Aksini yapıp kendi bildiğini okuyanlar çoğu defa pişman olmuşlardır (…) Sekizinci öğüt budur ki, baştarda reisleri Cezayir’de ve denizde nice yıllar gezmiş, korsanlık etmiş olanlardan seçilmeli. Zira donanmanın yürümesi ve durması ona bağlıdır.”