İstanbul’un kudsiyetine inanan İstanbulludur

Tarih
Abdullah Güner’in röportajı Bir zamanlar eski İstanbul’da çok yüksek seviyede bir kültürle yetişen ve yaşayan insanlar varmış. Bu insanlar hem aldıkları eğitimle hem de bu kültürü yaşayışl...
EMOJİLE

Abdullah Güner’in röportajı

Bir zamanlar eski İstanbul’da çok yüksek seviyede bir kültürle yetişen ve yaşayan insanlar varmış. Bu insanlar hem aldıkları eğitimle hem de bu kültürü yaşayışlarıyla sergileyen ‘İstanbullular’ olarak tanınır, bilinirmiş. ‘İstanbullu’ tabiriyle sadece köken olarak üç kuşak İstanbul’da doğmuş olmak değil; aynı zamanda ilme, sohbete, musikiye vakıf zevk sahibi model insanlar anlaşılırmış. Bu insanlar İstanbul’u maddi manevi anlayan, Klasik sanatlarla aşkın düzeyde ilgilenen, sohbet meclislerine katılan, şiire, edebiyata, musikiye yoğun ilgi duyan insanlar olarak bilinirmiş.

Sözünü ettiğimiz bu ‘eski İstanbulluların’ bazılarını daha çocukluğunda tanımış olan ve sohbetlerine katılan bir İstanbul Beyefendisi Memduh Cumhur’la Üsküdar Balaban Tekkesi’nde buluşup “İstanbul ve İstanbulluluk” üzerine konuştuk.


"’İSTANBULLU’ DEMEK, O MUKADDES ŞEHRİN KUDSİYETİNİ İDRAK ETMİŞ İNSAN DEMEKTİR!"

Bir zamanlar biri için ‘İstanbullu’ dediğinizde onun için çok şey söylemiş oluyordunuz. Biraz o zamanlara uzanıp ‘İstanbullu olmak ne demek?’ diye sormak istiyorum, eskiden ‘İstanbullu olmak’ tabiriyle ne anlatılırdı, ne ifade edilirdi? Ve bu kişi hangi özelliklere sahipti?

Öncelikle İstanbul’un İslam dünyasındaki yerini tayin etmek lazım. İstanbul nedir? İstanbullu nedir? İstanbul, bir hadisi şerifte fetheden askerlerin müjdelendiği mukaddes bir şehirdir. Önce bunun altını çizmek lazım. ‘İstanbullu’ demek, o mukaddes şehrin kudsiyetini idrak etmiş insan demektir. Bu ‘mukaddeslik’ kavramını Yavuz Sultan Selim’den sonra hilafet merkezi olması daha da mânâ kazandırmıştır. Bu şekilde İslam dünyasının kalbi hükmüne girmiştir. Eğer İstanbul’un fethiyle birlikte başlayan kutsiyet mefumunu göz ardı edersek ‘İstanbulluluk’ hiçbir şey ifade etmez. Birinci tesbit, İstanbul’un kutsiyeti! İstanbul’un kutsiyetine inanan bir insan burada o kutsiyete bağlı olarak hayatını sürdürür. Başka türlü ‘İstanbullu’ olunamaz.

Bu kutsiyete inanmak ‘İstanbullu’ olmanın olmazsa olmaz şartı mıdır?

Tabi. İstanbul’un kutsiyetini idrak eden insanlar var ki ‘İstanbullu’ olabiliyorlar; yoksa Tanpınar’ın dediği gibi “İstanbul Fatih tarafından fethedildi, köylüler tarafından işgal edildi” hükmüne döner iş, ki nitekim bugün olan budur. Çeşitli gazetelerde, dergilerde röportajlar yapılıyor; boğazdaki lokantalardaki safahatı anlatıyorlar. Hep aynı 100 bin kişinin buralara gidip geldiğini söylüyorlar. Türkiye genelinde hep aynı 100 bin kişi İstanbul’daki, boğaz kıyısındaki, bu lüks resturantlarda sefasını süren kişiler. Müthiş bir tabakalaşma, sınıflaşma var. Dolayısıyla bu şekilde sefih bir hayat, eğlence merkezi olması İstanbul’un kutsiyetini idrak etmeyen insanlar tarafından İstanbul’un işgal edilmesinin neticesidir.


"iSTANBUL BİZANS AÇISINDAN DA MUKADDES BİR ŞEHİRDİ"

İstanbul’un fethinden önce de Konstantiniye’de o kutsiyete ait, yaşanan bir kültür var mıydı? Buna dair bir bilgi var mı?

İstanbul’un fethinden önce az da olsa Arap varmış. Arap Camii’ni biliyorsunuz az da olsa ne kadar faaliyette kaldı o dönemde bilmiyorum ama demek ki İstanbul’un fethinden önce de belli yerleşim ve yaşantının olduğunu görüyoruz. Zaten hadisi şerifle müjdelenmesinden itibaren İstanbul’u fethetmek isteyen insanlar, o hadisin müjdelediği payeyi almak için İstanbul’a ilk geldiler. Ve enteresandır İstanbul’un fethinden önce de Bizans açısından da İstanbul mukaddes bir şehirdi. Ayasofya efsanelerini biliyorsunuz… Ayasofya efsaneleri eski Ortodoks halk tarafından İstanbul’a atfedilen kutsiyetin bir başka din açısından da ifadesiydi. Bizden, İslam’dan önceki kutsiyet de söz konusu Hristiyanlar açısından. Ama esas İstanbul’un kutsiyeti hadisi şerif ile müjdelenmesiyle alakalıdır.

Yaşadıkları hayatla ilim ehli olmuş müstesna şahsiyetler de varmış İstanbul’da. Birkaç isim vermek gerekirse Niyazi Sayın, Uğur Derman, Mustafa Düzgünman, Ali Alparslan, Fethi Gümühluoğlu, Necmettin Okyay gibi nice güzel şahsiyetler de yaşamış bu şehirde. Ve yaşadıklarını bir şekilde gelecek nesillere aktaracak işler de yapmışlar, başarmışlar. Bu şahsiyetlerden, onların şahsi özelliklerinden kısaca bahseder misiniz?

Şimdi şöyle anlatayım: Cemil Meriç’ten duymuştum. Yahya Kemal 18 yaşında İstanbul’dan Paris’e kaçmış, 12-13 sene Paris’te yaşayan bir ateist olarak gitmiş ve Osmanlı’ya inanan bir insan olarak da geriye dönmüş. Osmanlı’yı Paris’te keşfetmiş, Osmanlı’nın kültürel zenginliğini… Böyle de bir Osmanlı hayranı olarak geri dönüyor. Tabi Divan şiirine olan aşinalığı ve Osmanlı tarihine olan merakı münasebetiyle bütün bir tarih mefhumuna sahip olmuş. İstanbul’a geldiği zaman Abdülhakhamit Tarhan’ın evindeki sohbetlere genç yaşta iltihak etmiş. Ve geldiği zaman orada konuşulan üslubun ve Türkçenin yanında kendisini Üsküp’ten yeni gelmiş bir köylü gibi idrak etmiş. Artık ne üst seviyede bir Türkçe konuşuluyordu ki Yahya Kemal bu itirafta bulunmak zorunda kaldı. Çok yüksek seviyede bir kültür ve üslup söz konusu.

Bu, cumhuriyetten sonraki ve cumhuriyete yakın tarihlerdeki ama bundan önceki İstanbul sohbetlerini düşünürsek ki bunların bir kısmı hatıra olarak kitaplaşmış. Bir Mevakib Tefsiri, İsmail Ferru Efendi’nin Ortaköy’deki yalısı. Bütün ulemanın toplandığı bir yer. Namık Kemal’in yetiştiği Suphi Paşa Konağı, Hamdullah Suphi’nin büyük babasının konağı. Ki Namık Kemal ortaokul mezunu, müthiş bir kültürü var, işte o konakta eğitim alıyor ve o konaklardaki sohbetler üniversite seviyesinde yüksek irfan dağıtılan yerler haline gelmişti. Bir de bundan önce tarihlere geçmemiş ama sohbetler halinde intikal etmiş tekkeleri yâd etmek lazım. O tekkeler ve medreseler, medrese odasında tabi ders bittiği zaman hocaların sohbetleri, tekke odalarında meşayıh toplandığı ve o şeyhlerin etrafındaki dervişlerin yüksek seviyedeki irfanı. Bunlar İstanbul’u mukaddes hale getiren faktörler.

Bu biraz önce bahsetmiş olduğunuz kişilerden adını zikrettikleriniz içinde en yaşlısı Necmettin Okyay’dı. Hepsinin hocası konumunda. Necmettin Okyay bir Osmanlı Mollasıydı. Ve Osmanlı kültürünü, Osmanlı’dan cumhuriyete geçişte bir köprü vazifesi görevini sağladı. En azından hat sanatında büyük bir zirveye ulaştığı için… Çok az insan farkındadır Necmettin Okyay kuvvetli de bir şairdir. Ama şiirinden bahsedilmez, çünkü onun için şiir bir eğlence kabilinden bir şeydi. Şahsına izafi edilecek bir husus olarak görmemiştir şairliği. Ama kudretli bir şairdi. Çünkü o kendisini hattat olarak kabul etmiş ve onu da kabul ettirmiştir. Hattat Sami Efendi’den meşk etmiş,  ondan icazeti almıştır. Son derce kudretli bir hattattı. Ondan sonra Ali Alparslan, Uğur Derman ve o halka etrafındaki kişiler… Niyazi Sayın’a özel bir hoca tutar ve Mustafa Düzgünman zaten Necmettin Okyay’ın yiğenidir. Bu büyük Osmanlı halkasının bunlar son uzantılarıdır. Bunun evveliyatını anlatmak lazım. Biraz önce zikrettiğim Mevakib Tefsiri’nin sahibi Ferruh Efendi’nin Ortaköy’deki yalısında her hafta belli günlerde ulema toplanır, İstanbul’un kalburüstü şahsiyetleri bir araya gelir her hafta toplantıda herkes o hafta tetkik ettiği divanlardan, mecmualardan hoşuna giden şiirleri ezberlermiş, o ezberlenen beğenilen şiirler her hafta orada tekrarlanırmış, okunurmuş. O tekrarlar oradaki katip Cevdet Efendi tarafından yazılmış ve ilk Osmanlı Antolojisi o şekilde ortaya çıkmış. Nevadir’ül Asar diye bir kitap ortaya çıkmış. Bu şunu gösteriyor: Bu eski Osmanlı sohbet meclisleri kültürün kuşaktan kuşağa aksettirildiği yerler olmuş. İşte İstanbul’u İstanbul yapan böyle topluluklar.


"ESKİ İSTANBUL SOHBETLERİNDE HER SOHBET BİR AÇILIMDI!"

Bu sohbetler ne zamana kadar devam etmiştir? Siz hiç katılabildiniz mi bu sohbetlere?

Ben en son Halil Can’ın evindeki sohbetlere yetiştim. İslam Enstitüsü’nde dini musiki hocasıydı. Emekli bir eczacı. Bir Mevlevi neyzendi. Mevlevi kültürüne hakkıyla vakıf bir insandı. En son onun evindeki toplantıları hatırlıyorum. Bu gibi ufak tefek toplantılar olur ama şu an hiçbir yerde duymuyorum böyle toplantıları. Artık böyle toplantılar bitti. Belediyelerin bir şekilde ihya etmeye çalıştığı birtakım kültürel faaliyetler var. Fakat bunlar maalesef bir sohbet ortamından ziyade para kazanılmak için bir mesele iktiza etmemek üzere bir konuşmacı çağırıyor, konuşmacı da birtakım adamlar koyuyor araya bana şöyle bir konuşma ayarlayın diye. Yani para alma derdindeler. Bunları belediye parasız pulsuz meccanen bir toplantı haline getirse… İstanbul’da mesela kaç tane kalburüstü hoca kaldı, ilahiyatta, edebiyat fakültesinde!.. Bunları bir araya toplasa Bayrampaşa Belediyesi, Zeytinburnu Belediyesi, Üsküdar Belediyesi vb. Belli bir mekanda bunları toparlayarak o eski İstanbul sohbetlerinin ihya edilmesi lazım. Yoksa bugünkü kültür faaliyetleri çerçevesinde gördüğüm manzara hoş bir manzara değil. Şimdikiler bir monolog, para kazanma aracı. Yapılacak şey o eski İstanbul sohbetlerini ki onlar mesela Necmettin Okyay’ın evinde para pul istenmezdi herkes gelirdi. İbnül Emin’in konağında her Pazartesi sohbet olurdu. Herkes simidini yer, çayını içer giderdi. Ama İstanbul’un kalburüstü adamları gelirdi. Her sohbet bir açılımdı. Bunlar kayboldu. Bunların tekrar ihya edilmesi için belediyelere çok iş düşüyor.
O eski İstanbul sohbetlerinde neler anlatılırdı, neler konuşulurdu?

Neler konuşulduğunu demin bahsettiğim kitaptan biliyoruz, Nevadir’ül Asar. Bir seçme şiirler antolojisi ki Ziya Paşa’nın Harabat’ından da –biliyorsunuz ki bu edebiyatımızdaki ilk antoloji sayılır- daha eski bir antolojidir. II. Mahmut-II. Abdülmecit zamanında olan bir hadisedir bu toplantılar. Daha önceki toplantıların mutlaka kaydı kuydu belki var ama şu ana kadar ulaşmadı bize. Ulaşan tek kayıt bu.

Bu şunu gösteriyor ki en azından fıkhı meseleler konuşulurdu. Her günün bir içtimai, siyasi problemi karşısında acaba "fıkıh ne der, tasavvuf ne der?" diye bunlar konuşulurdu. Bunların bir kısmı kitaba geçtiyse de bunların mecmuaları da vardır fakat bunlar doktora çalışmalarının yapılacağı ayrı konular ve bu şekilde mecmualardan pek azı incelendi. Mesela Süleyman Faik Efendi mecmuası vardır, bir doktora tezi olması lazım, olmadı hâlâ. Bunun gibi pek çok mecmualar ve eski ulemanın, şuaranın diyelim cebinde taşıdığı cönkler varmış. Bir nevi not defteri, akıl defteri. Bir yerde güzel bir levha görüyor yazıyor. Birinden güzel bir söz duyuyor ayet veya hadis veyahut da şiir onu yazıyor. Bulunduğu mana içerisinde bütünlüğü sağlayacak güzel bir söz, doğru söz duyduğu an cebinden çıkartıyor cönünü hemen onu kaydediyor. Bu cenklerden kaç tanesi kütüphaneye intikal etti bilmiyorum. İstanbul bunlarla İstanbul oldu.

“’İSTANBULLU’ DEMEK İSTANBUL’UN HER ŞEYİNE VAKIF İNSAN DEMEKTİR”

Yukarıda adını zikrettiğimiz şahsiyetlerin sohbetlerinden bugüne aktarım olmuş mudur? Hem hoca-öğrenci ilişkisi bakımından hem de eser bakımından?

En fazla kaleme alan rahmetli Ahmet Yüksel Özemre oldu. Uğur Derman makalelerini topladı. Ama bu gibi kişilerin oturup da hatıralarını yazması lazım. Mesela Uğur Derman, Necmettin Okyay’dan neler duydu? Makale dışında duyduklarını yazması lazım. Bu hatırlar henüz toplanmadı. Maalesef bu kişiler de gittikçe çekiliyor aramızdan. Bir, 1950 öncesini tasvir edecek hatıra kitabı elimizde yok denecek kadar az.

Aynı havayı soluyan, aynı kültüre ait olan ve bunu hangi etnik kültüre ait olursa olsun yerine getiren bir ‘İstanbullu’ hayal edelim bu şehirde… Bugün İstanbul’da aynı birliktelikte buluşmak mümkün müdür? Bugünden bakınca gerçek bir ‘İstanbullu’ olmamız için nelere ihtiyacımız var?

Biraz zor görünüyor. Ben, biraz önce sizinle yolda yürürken gösterdiğim kitabeleri bir ‘İstanbullu’ bir çeşmenin önünden geçerken eğer o kitabeyi okuyamıyorsa o ‘İstanbullu’ sayılamaz. Bir mezarın önünden geçtiği zaman, mezar taşındaki ifadeyi, şiiri okuyamıyorsa o ‘İstanbullu’ sayılamaz. ‘İstanbullu’ demek, İstanbul’un her şeyine vakıf insan demektir. Eğer o çeşmenin önünden geçerken bir yabancı turist gibi geçiyorsa, o yazı ona bir şey ifade etmiyorsa, o yazıyı anlamıyorsa, okuyamıyorsa İstanbullu olduğunu hiç kimse iddia etmesin! O şekilde bütünleşmemiz lazım ‘İstanbullu’ olmak için. ‘İstanbullu’ demek, İstanbul’un 500 yıllık tarihine hiç değilse nosyon olarak zevkle hakim insandır. Ben böyle insan çok az görüyorum. %1 var mıdır? Yoktur. Kendi yurdunda garip bir insan sürüsü haline geldik. Bu gurbette yaşamaktır. Siz yaşadığınız tarihle bütünleşmiyorsunuz, gurbettesiniz, vatan da değilsiniz. Vatan her şeyiyle benimsenen bir toprak parçasıdır. Eğer o toprak parçasının bazı eski unsurlarına bigâneyseniz onları anlamıyorsanız, zevk almıyorsanız bigânesiniz demektir. Yabancısınız, gurbettesiniz demektir.

“BANA KALSA HERKESİ OSMANLICA ÖĞRENMEYE MECBUR TUTARIM!”

Peki bunların düzeltilmesi için, daha yaşanır ve anlaşılır bir İstanbul için nasıl bir İstanbul kültür politikası uygulamalı devlet adamlarımız? Bu kesintinin çözümü için Osamanlıca mı öğretilmeli? 

Kesinlikle. Bana kalsa herkesi Osmanlıca öğrenmeye mecbur tutarım. Bir kişi eğer bu topraklarda yaşıyorsa, eğer ben ‘İstanbulluyum’ iddiasında bulunuyorsa “Gel Efendi şu yazıyı, şu kitabeyi oku!” derim. Eğer o yazıyı okuyamıyorsa ben onu ‘İstanbullu’ saymam. Bunun için ne yapılması lazım bana kalsa her insana öğretmek lazım.

Bir insan tarihi bilmezse hafızasını unutmuş bir insan mesabesindedir. Nasıl hafızasını kaybeden bir insan sağlıklı bir insan değil de ruh hastası sayılırsa tarihini bilmeyen insanlar da, topluluklarda ruh hastası insan sürüsüdür. Bu nasıl yapılabilir? Çok kısa vadeli tedbirler, uzun vadeli tedbirler alınabilir. Kısa vadeli tedbirleri biraz önce anlattım. Belediyeler çeşitli yerlerde halka açık, maddi menfaat maksadı gütmeyen sohbet toplantıları düzenleyebilir. Ama bunları tek bir hocanın çıkıp da ortaya tek başına monolog yapması ya da  nutuk atması değil! Bir 15-20 kişinin toplandığı âlimler meclisinin halka açık veya dinleyiciler önünde karşılıklı sohbeti. Bu sohbet ortamını mutlak surette yaymak lazım. Rahmetli Ahmet Kabaklı söylerdi: “Batı medeniyeti lütuf medeniyetidir, Osmanlı medeniyeti sohbet medeniyetidir.” derdi. Biz bu sohbeti kaybettik. Hem de çok öteye gitmeye gerek yok. Peygamber Efendimiz (sav)’den sonra en şerefli insanlar sıralamasında önce Ehl-i Beyti gelir, aile gelir, sonra sahabe gelir. Ne demek sahabe?: Peygamber Efendimiz (sav)’le sohbet eden insan demek. Ki İslam’ın ilk neşredildiği aylarda, ilk yıllarda namaz henüz Kur’an-ı Kerim’deki şekliyle farz olmadan Mekke’de evlerde gizli toplantı halinde devam ederken İslam’ın yayılması o ilk namazın adı tezkiyeydi, nefsi temizleme.  İşte nefsi temizleyen hususun başında da Peygamber Efendimiz (sav)’in sohbetleri geliyordu. Peygamber Efendimiz (sav)’in sohbetleri nefsi temizleme amacıydı. Demek ki sohbet bu kadar mühimdi. İslam’da çünkü sahabeye verilen değerden belli. Sahabe demek, sohbet eden insan demek. Daha bunun ötesine gitmeye gerek yok.

İnsan düştüğü yerden kalkar. Biz sohbeti kaybettik, sohbet adabını kaybettik. Mutlak surette kim ihya ederse minnet duyarız. Mutlaka bu sohbet kültürünün yeniden yayılması gerekli. Sohbet alışkanlığının ve âdetinin, sohbet zenginliğinin hayatımıza bir mânâ katması lazım. Bunu kim yapar? Kim yaparsa minnettar oluruz.



"SOHBET MEDENİYETİ YENİDEN İHYA EDİLMELİ!"

Siz ‘sohbet’ diyince aklıma Ahmet Yüksel Özemre’nin kaleme aldığı “Üsküdar’da Bir  Attar Dükkanı” isimli eseri geldi. Sizinle röportaja gelmeden tekrar okumuştum. O aktar dükkanından ziyade bir sohbet meclisi, sohbet etmek için bir araya gelen insanların buluştuğu muazzam bir yer. Bu bahsettiğimiz ya da adını saymayı unuttuğumuz birçok isim de o sohbet meclisinde bulunmuş insanlar. Biraz bu aktar dükkanından bahseder misiniz? Buradaki sohbetlere yetişebildiniz mi?

Ben çok genç yaşta birkaç defa gittim. Mustafa Düzgünman’ın aktar dükkanıydı. Orası şimdi kuyumcu dükkanı oldu, oğlu kiraya verdi.

Neden sohbet mekanıydı? Çünkü önce Mustafa Düzgünman bir ebru sanatçısıydı. Ebru sanatının unutulduğu yıllarda yalvar yakar birkaç talebeye zorla ebru öğrettiği yerdir. Ama şimdi 500 bin tane belki ebruzen var, ebru kursları açıldı. Ama Mustafa Düzgünman’ın zamanında iki üç kişi talepte bulunurdu. Ebru basacak kağıt bulamazdı gazete kağıtlarına basardı ebruları. Bir de maddi imkanlar da sınırlıydı. Boya az, kağıt yok. Şimdiki gibi bolluk yoktu. Talep yoktu, talebe de yoktu. Şimdi talep var, talebe var ama ruh kayboldu. O ruh niye kayboldu? Çünkü Mustafa Düzgünman’ın etrafında bir ruhani şahsiyetler vardı. Önce hattat dayısı Necmettin Okyay geliyordu. Ondan sonra eski tekke dervişleri geliyordu. Abdulkadir Gari Hazretlerinin müridi olan Eşref Efendi geliyordu. "Üsküdar’ın Üç Sırlısı" kitabını biliyorsunuz Attar Dükkanı’nı bütünleyen kitaptır. İkisi ayrı okunamaz, ikisi birlikte okunursa daha iyi anlaşılır. Oradaki ilk iki sırlı eski İstanbul Efendileri. Bir tanesi müezzin diğeri imam; ikisi de derviş meşrep, bir tanesi çok iyi musikişinas ama bunların ki musikişinaslıktan ziyade sahip oldukları tasavvufi zenginliği insanlara aktaran kişiler, o olgunlukları, o sohbet medeniyetini temsil eden kişiler. Bu dükkanı zenginleştiren bunlar. Üsküdar’da belki 10 tane aktar dükkanı var ama bir tanesi aktar dükkanı sayılmaz; çünkü konusunda konuşacak adam pek bulamazsınız. Kimi çağıracaksınız, hepsi öldü. Yani o sohbet medeniyetini yeniden ihdas etmenin yolları gittikçe kuruyor, gittikçe kurumadan ilgili mercilerin atik davranması lazım. Mutlaka bu sohbet medeniyetini yeniden ihya edecek tedbirlerin alınması şu an yetkili mevkilerde, güçlü mevkilerde olan kişilerin vazifesi. Ellerine verilen güç bir imkan. O imkanı iyi kullanmaları şart.


"MESNEVİ DERSLERİNİN CAMİLERDE HALKA AÇIK BİR ŞEKİLDE YAPILMASI LAZIM!"

Biraz önce ‘Nevadir’ül Asar’ kitabından bahsettiniz ama İstanbul’u daha iyi anlama ve yaşama noktasında genç arkadaşların okuyacakları ve başvuracakları başucu kitaplarından birkaç tanesini zikredebilir misiniz?

Biraz önce bahsettiğim bu sohbetlerin neticesinde ortaya çıkmış Nevadir’ül Asar. Bende daha önce Osmanlıca baskısını sahaflardan bulmuştum. Kitabın ne olduğunu bilmiyordum. Yıllar sonra öğrendim. Bu galiba Sivas Üniversitesi yeni harfle neşretmiş. Nevadir’ül Asar. Ondan sonra bu medeniyeti makalelerinde aksettirmeye çalışan Yahya Kemal’in kitapları ve makaleleri mühim. Yeni neslin tekrar tekrar okuması lazım. Burhan Felek’in yazıları, eski İstanbul yazılarıdır. Bunların belediyeler tarafından basılması lazım. Mesela Burhan Felek’in yazıları kitap halinde çıkmadı. Eski İstanbul’u anlatan yazıların toplanması lazım. Şeyhül Muharririn diye adlandırılan kişinin yazılarının toplanması ve kitaplaşması lazım.

Yakın zamanın tarih kitaplarının yeni nesillere aksettirilmesi lazım. Mesela bir Cevdet Paşa Tarihi’nin bir seminer konusu olması lazım. Gençlerin bu seminere gelmesi lazım. “Cevdet Paşa Tarihi ne demektir, neler anlatır?”. Bunun ortaya çıkması lazım. Ondan sonra Cevdet Paşa’nın Tarihi  Kaynarca Müeyyidesi ile başlar 1826 Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar ki süreyi takriben 50 senelik bir bölümü 12 ciltte anlatıyor. 1826’dan sonra Cevdet Paşa’nın bıraktığı yerden sonrasını da çeşitli seminerler vasıtasıyla Yeniçeri Ocağı’nın yıkılmasının, kaldırılmasının Osmanlı bünyesine olan tahribatı anlatmak lazım. Biz hep Vaka-i Hayriye deriz ama Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte mehter musikisi de kaldırıldı. Mehteran ona bağlıydı. Mehter musikisi yasaklandı. 1912’ye kadar yasaklandı. Bütün bunlar hangi müesseseyi kaldırdığın zaman hangi neticeye vasıl oluyorsunuz bunun etraflı şekilde tetkik edilmesi lazım ki yeni neslin hür bir şekilde bunları düşünebilsin ve kafasında bir senteze varsın.

Ondan sonra bazı yerlerde Mesnevi sohbetleri yapılıyor. Mesnevi sohbetleri de Osmanlı medeniyetindeki sohbet medeniyetinin bir halkası olarak Mesnevi şerhleri, Mesnevi dersleri büyük camiler de yapılırmış. Mesela 1950’lere kadar Fatih Camii’nde varmış eski İstanbul geleneği olarak. Camilerde yeniden Mesnevi derslerinin konması, bu artık Diyanet’le belediyenin organize çalışmasıyla mümkün olabilir. Mesnevi bir sohbet tarzıdır. Mesnevi ile Osmanlı hayatına nüfuz etmek mümkün olabilir. Yeniden Mesnevi derslerinin camilerde halka açık bir şekilde yapılması lazım. Belediyelerde yapılıyor ama belediyelerde yapılanlar bir nutuk haline geliyor, sohbet halinde değil.

"ESKİ İSTANBULLU İLME VAKIFTI, SOHBETE VAKIFTI, MUSÎKİYE VAKIFTI"

Bugün yaşayan bir İstanbullu söyleyebilir misiniz?

Gerçek manada Niyazi Sayın. Uğur Derman. Başka da sayamam. Neden? Çünkü, bir eski ‘İstanbullu’ hat sanatına vakıftı. İlme vakıftı, sohbete vakıftı, musikiye vakıftı. Bugün artık hepsini birden kucaklayan insan tipi yok. Mesela bugün edebiyat fakültesi, ilahiyat fakültesi hocalarından 100 tane şöyle bir karma yapalım. Bu 100 tanesine bu hangi musiki eseri diyelim, bu hangi makamdır diyelim, 5 tanesi bu doğru makamdır diye bilmez. Ama eski İstanbul’daki sokaktaki vatandaş dâhi bunu bilirdi. Ezan okunduğu zaman bu rast makamıdır, bu hicaz makamıdır diyebilirlerdi. Artık diyemiyoruz, çünkü çok yabancılaştık. Kendi kültürümüze çok yabancılaştık. Bu biraz dikkatsizlikten ve hayatı bir bütün olarak kavrayamayışımızın çaresizliği. O zevke sahip olmak lazım. O zevkten uzaklaştığımız için bu sonuç ortaya çıktı. Biz o zevkimizi kaybettik. 

On5yirmi5.com