Pudra.com’da kahvenin İstanbul’dan Venedik’e tarihsel yolculuğunu Murat Yankı anlatıyor.
Yıllar önce sanırım İtalyan televizyonundaydı, bir belgesel izlemiştim. Kahve üzerine oluşturulmuş belgesel, bu içeceğin, o zamana kadar benim bilmediğim bir macerasını anlatıyordu. Hikayeye göre 16. yüzyılın ikinci yarısı ve 17. yüzyıl başlarında pek çok Venedik Cumhuriyeti kökenli İtalyan aile İstanbul’da, yani payitahtta yaşıyordu.
Bu aileler çoğunlukla Tahtakale bölgesini mesken tutmuşlardı ve orası malum, liman bölgesi olduğu için o bölgede ticaret yapıyorlardı. Çoğunlukla kumaşa dayalı olan bu ticaretin maddeleri pek çok yerden geliyor; bunların içinde Irak’ın Musul kentinin “muslin” adı verilen kumaşı önemli yer tutuyordu. Musul ve diğer pek çok bölgeden gelen kumaşlar buradan Avrupa’nın çeşitli yerlerine götürülüyordu. Bu ailelerden biri, bu kumaşla o denli özdeşleşmişti ki soyadı onunla anılacak ve gelecekte Mussolini olacaktı. Yani Musul’lu.
İstanbul’dan Venedik’e kahve yolu
Bu belgesele göre diğer bir ailenin öyküsü de oldukça ilginçti. O dönem İstanbul’un ilk kez kahve denilen içecekle tanıştığı yıllardı. Yine Venedik kökenli ve ağırlıkla kumaş ticareti yapan bir aile de, İstanbul’da kah izin verilen kah yasaklanan bu içeceği Venedik’e götürecek ve Avrupa kıtasında İstanbul’dan sonra ilk kahvehanenin 1600’lerin başında Venedik’te açılmasını sağlayacak, böylece İstanbul’dan giden deniz yolu yüzyıllar sonra günümüzde İtalya’nın bir kahve devi olarak ortaya çıkmasını sağlayacaktı.
Biz aslında İstanbul ile Venedik arasındaki bu ilişkiyi iki hanım ve aynı zamanda valide sultana borçluyuz. Bunlardan ilki Nurbanu Sultan. Kanuni Süleyman ve Hürrem Sultan’ın gelinleri ve onlardan sonra tahta çıkan Selim’in biricik eşi Nurbanu Sultan, Venedikli zengin ve soylu bir ailenin kızıyken, Akdeniz’de bir gemi yolculuğu sırasında malum esir alınıp saraya getiriliyor. Güzelliği dışında zekası ile de ilgi çeken bu İtalyan, hem hanım sultan hem de valide sultan oluyor. Adı kimine göre Rachel, diğer pek çok kaynağa göre ise Cecilia olan bu güzel hanım, aynı zamanda da Venedik ile ilişkilerin yeniden toparlanmasını sağlıyor.
İlk kahvehane Galata’da
Avrupa kıtasında kahvenin ilk içildiği yer İstanbul diye yazdık. 1554 yılında liman yakınlarında, yani o dönemdeki limanın şu andaki Galata Köprüsü olduğu düşünülürse hemen oracıkta iki Suriyeli tarafından ilk kahvehane açılıyor. Venediklisi, Cenovalısı bu içeceğin kokusuyla ilk kez İstanbul’da tanışıyor ve tanışmakla kalmayıp, bu içeceği servis etmek üzere kısa sürede çoğalan mekanlarda zaman geçirmeye başlıyor. Bu arada Hristiyanlar açısından sorun yok, ancak bu yeni lezzet şüpheci şark toplumları için soru işaretleriyle birlikte geliyor. En büyük sorun da tabii bu içeceğin dinle olan ilişkisi. Ama halk dinler mi hiç? Yaşamında hemen hiçbir renk bulunmayan, baskıdan da büyük ölçüde bunalmış Osmanlı kentlisi de dadanıyor kahvehanelere ve sabahtan akşama kadar kahve içiyor.
“Kahve İslam’a aykırı”
Bu durum kahvehanelerin çoğalmasını, dolayısıyla iktidar tarafından hiç de arzu edilmeyen, insanların belli mekanlarda bir araya gelmesi durumunu yaratmaya başlayınca Osmanlı sarayında bir endişe başlıyor. Ne yapıp etmeli insanların bir araya gelmesini engellemeli. Peki nasıl yapmalı? Sultan fermanıyla, ama insanların dinsel inançlarının son derece güçlü olduğu göze alındığında şeyhülislamın fetvasının sultandan daha etkili olacağı düşünülürse ondan fetva alınmalı ve böylece bu içecek İslamiyet bakımından sakıncalı diyerek yasaklanmalı. Kahvehaneler de böylece kapatılmalı.
Aynen öyle yapılıyor ve bir fetva yayınlanarak bu içeceğin dini açıdan mahsurlu olduğu ileri sürülerek kahvehaneler kapatılıyor. Böylece insanların bir araya gelerek sivil toplumu oluşturması bir güzel engelleniyor ve dikkat çekici olan da şu ki, bu yasak daha sonra da özellikle halkın yönetimden en hoşnutsuz olduğu dönemlerde çekinmeden uygulanıyor. Zira insanların bu mekanlarda bir araya gelerek iktidarı eleştirmesinden korkuluyor. Bu yasak ayrıca her defasında sultanın buyruğuyla değil, dinin gücüyle, yani şeyhülislam fetvasıyla yapılıyor. Yani sultanın iradesi bile din kadar güçlü olamıyor. İkisi bir araya geldiğinde ise…
“Türkler siyah bir sıvı içiyor”
Osmanlı başkentinde bunlar yaşanırken Avrupa, istanbul’da Venedik’in “bailo” adı verilen elçileriyle durumu izliyor. Tabii burada ticaret için bulunmakta olan Venedikli çeşitli tüccar aileler ve kendileri de Venedikli olan Nurbanu ve Safiye sultanlar, bu bailolar ile yakın temasta bulunuyorlar. Bu bailoların, yani elçilerin içinde İstanbul’da özellikle iki dönem kalan Marcantonio Barbaro (1567-1573) ve Gianfrancesco Morosini, Nurbanu ve Safiye sultanlarla yakın ilişki kuruyor ve kahve adı verilen bu yeni içeceğin İtalya’dan başlayarak Avrupa’ya tanıtılmasına öncülük ediyorlar.
Geleneksel olarak, elçilerin görev süreleri sona erip Venedik’e dönmelerinden sonra yaptıkları gibi Morosini de 1585 yılında senatoya sözlü olarak sunduğu raporda özellikle İstanbul limanı çevresinde içilen kahve adında bir içeceğin ortalığa saldığı farklı ve güzel bir kokudan söz ediyor. Morosini ayrıca “Türkler bazı mekanlarda oturup siyah bir sıvıyı içer ve onun kendilerini uyanık tuttuğundan söz ederler” diyor.
Kahve Doğu’da yasaklanıyor, Batı’da değerleniyor
“Uyanık tutmak”… İşte memleket yönetimi nazarında büyük sorun bu oluyor. Kimbilir belki de saltanatı rahatsız eden şey yalnızca insanların kahvehanelerde bir araya gelmesi değil, kahvenin zihinleri uyanık tutması, dolayısıyla onları düşünmeye sevk etmesi oluyor.
Doğu’da Allah korusun, vatandaşı uyandırdığı için üzerinde büyük baskılar kurulan ve bu baskıların dinle de desteklenmesinin kurbanı olan kahve, Batı’da, yani Avrupa kıtasında büyük bir ikbal görüyor.
Şarapla uyuyanlar kahveyle uyanıyor
İlk olarak İtalya, daha sonra 1640’larda önce Marsilya, sonra Paris üzerinden Fransa, 1683 ikinci Viyana Kuşatması ardından Avusturya ve diğer ülkelere yayılıyor kahve. Bu ülkelerde, bizde o zamanlar oluşması engellenmiş aristokrat sınıfların içeceği haline geliyor. Kahvenin en önemli rolü de bu içeceğin Avrupa’ya tanıtılmasıyla hemen hemen zamansal olarak koşut olan felsefi aydınlanmaya katkısı oluyor. O zamanlara kadar şarap içerek uyuyan Avrupalı düşünürler, artık hem kendilerini ayık tutan hem de zihinlerini açan bir içecekle tanışıyorlar.
Nitekim bu dönemde, modern dünyanın düşünce temellerini oluşturan, Avrupa’nın önemli filozofları ortaya çıkıyor, siyasi ve sosyal tartışmalar daha büyük önem kazanıyor. Ayrıca bu dönemde Avrupa toplumu ilk kez kadın ve erkeğin bir içecek etrafında bir araya gelmesiyle daha çağdaş ve daha demokratik hale geliyor, böylece modern demokratik toplumun temelleri kahve ile atılıyor.
Tam bir modernleşme göstergesi olan kahve tüketimi, Türk toplumunda da aynı işe yarıyor yaramasına, ancak bu ne yazık ki çok geç bir dönemde, Avrupa’dan yüzlerce yıl sonra, modern Türkiye Cumhuriyeti ile oluyor. Bu dönemde insanlar kahveyi sohbetin bahanesi haline getiriyorlar, onu demokratik modern toplumun oluşturucusu kılıyorlar.
Ne dersiniz, son zamanlarda gençleri sokaklara döken demokrasi isteklerini, her ne kadar bir bölümü Amerikalı zincirlerin parçası da olsa sayısal olarak adeta patlayan kafelere mi borçluyuz acaba?