“İnalcık’a bakılmadan Osmanlı yazılamaz”

Tarih
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Öz’ün Prof. Dr. Halil İnalcık’ın vefatı üzerine Karar gazetesinde yazdığı yazı… Bilkent Tarih Böl...
EMOJİLE

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Öz’ün Prof. Dr. Halil İnalcık’ın vefatı üzerine Karar gazetesinde yazdığı yazı…

Bilkent Tarih Bölümü Başkanı Mehmet Kalpaklı’nın Türk Ocakları Bursa Şubesi’nce düzenlenen ‘Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şölenleri’ toplantılarının ikincisinde -ilki, yine bir Kırım Türkü olan İsmail Bey Gaspıralı hakkındaydı- sunduğu bildirinin başlığı “Biyografisine Sığmayan Bir Bilim Adamı” idi. Bu gerçekten de ziyadesiyle isabetli bir tanımlama. Tarihçilerin Kutbu olarak andığımız Halil Hoca, gerçekten de yüz yıllık ömrüne büyük başarıları sığdırmış, 20. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan tarihimizin uluslararası alanda şöhret kazanmış en önde gelen tarihçisi, en önde gelen birkaç sosyal bilimcisinden biridir. (Bu vesileyle belirteyim ki, Hoca’nın bu unvanının patenti, kendisinden “şeyhülmüverrihîn” yani tarihçilerin şeyhi diye bahsedilince “Hocam siz şeyhülmüverrihîn değilsiniz” diyerek onu bir an şaşırtan sonra da “şeyh çoktur siz kutupsunuz, “kutbülmüverrihîn”siniz” diyen Hocam Ahmet Yaşar Ocak’a aittir.)

1977 yılında başlayan lisans öğrenciliğimden önce eserleriyle tanıştığım, özellikle Bilkent Üniversitesi’ne gelişinden sonra şahsen de yakından tanımak ve dostluğunu kazanmak fırsatını bulduğum Halil İnalcık, bilim adamı kimliğiyle tam manasıyla örnek alınacak ama erişilmesi güç bir başarının adıdır. 1916 yılında Kırım göçmeni bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da doğan Halil İbrahim, ilk öğrenimini Ankara’da Gazi mektebinde aldı. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nden 1940’da mezun olan İnalcık, 1942’de Tanzimat ve Bulgar Meselesi adlı teziyle doktora, 1943’te Viyana’dan Büyük Ricat’e Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanlığı başlıklı teziyle doçent oldu. (Hoca’nın biyografisi, görüşleri ve tarihçiliği konusunda bkz. Emine Çaykara, Tarihçilerin Kutbu-Halil İnalcık Kitabı adlı söyleşi kitabı).

Bundan sonrası, sürekli üreten, 1940’larda, 1950’lerde yazıldıkları halde bugün hâlâ değerlerini koruyan araştırma makaleleri, metin neşirleri, kitaplar, uluslararası bilimsel organizasyonların kurulması, toplantılar, pek çok değişik milletten yetiştirdiği tarihçiler, sayısız fahri doktora ve ödüllerle dolu bilime adanmış bir ömür. Hem bilime hem de mensubu olmakla iftihar ettiği Türk milletine hizmet aşkıydı bu. En büyük hedefi de Türk ve bilhassa Osmanlı tarihini bütün dünyaya doğru olarak öğretmek.Eserlerinin muhtelif dillere çevrilip ders kitabı olarak okutulması onu ziyadesiyle sevindirirdi. Osmanlı İmparatorluğu-Klasik Çağ adlı kitabı gerçekten de bütün dünyada Osmanlı klasik çağını, siyasî, kurumsal, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla en iyi şekilde açıklayan bir başucu kitabıdır.

Halil İnalcık’ın eserleri olmadan, onun katkıları dikkate alınmadan Osmanlı tarihinin yazılamayacağı herkesin mutabık olduğu bir husustur. Gerçekten de O, kariyerinin farklı aşamalarında, dönemin eğilimlerini de dikkate alarak Osmanlı tarihinin pek çok yönüne eğilmiştir. Ancak çok çeşitli konuları işlemesine rağmen bunların hiçbirinde yüzeysellik görülemez. Meslektaşlarında en çok dikkat ettiği ve eleştirdiği hususların başında yüzeysellik gelirdi. Doktora için İngiltere’deyken yeni çıkan yürüklerle ilgili makalesini değerlendirirken Metin Kunt Hoca’nın O’nun hakkındaki hükmünü hiç unutmam: Halil Hoca ele aldığı konuyu en ince ayrıntısına kadar inceler ve yeni bir görüş getirir. O makalede de yaptığı buydu: Konar-göçerlerin sosyal ve ekonomik hayata katkılarını arşiv malzemesi ışığında somut verilerle göstermek.

Bilkent Üniversitesi’nde birlikte bulunduğumuz jüriler ve tez komitelerinde en çok dikkatimi çeken yönlerinden biri, adayların konularını somut tarihi verilere dayandırıp dayandırmadığını, konuya dair literatürü tetkik edip etmediğini kontrol etmesiydi. Nazik bir üslupla aslında bir şekilde komitelerdeki meslektaşlarını adeta sorgularken çok şey de öğretirdi. Hocalığı ve yol göstericiliği mükemmeldi.

Halil Hoca’nın ilerleyen yaşı hiç şüphesiz bedenen bir şeyleri alıp götürüyordu ama ruhu bazen bir çocuk gibi çoğunlukla da genç bir delikanlı gibiydi. Dünya tarih camiasının tanıdığı büyük bir şöhrete sahip olmasına rağmen yüksek lisans veya doktoraya yeni başlayan bir öğrencinin, eserlerinde ortaya koyduğu görüşlerden haberdar olduğunu öğrenmek ona büyük mutluluk verirdi. Yani kibirli değildi, büyük tarihçiydi. Sürekli bir araştırma ve yazma şevki vardı. Toplantılar bitip ayrılırken “benim için dua edin” diye uğurlardı bizi. Çünkü yazmayı planladığı, üzerinde çalıştığı kitapları vardı.

Tam 100 yaşında vefat eden Hocamızı şubat ayı sonlarında Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Dursun Yıldırım ve Türk Ocakları Genel Sekreteri Doç. Dr. Emrah Şenel’le birlikte ziyaret etmiştik. Ziyaretin iki sebebi vardı: İlki, Genel Başkanı olduğum Türk Ocakları Derneği’nin 2015 yılı ödüllerinden Prof. Dr. Osman Turan Türk Ocakları Türklük Araştırmaları armağanının kendisine verildiğini bildirmek, ikincisi ise Hoca’nın kurucuları arasında bulunduğu TKAE’nin kendisi için hazırlama kararı aldığı ve editörlüğü de tarafıma tevdi edilen armağan kitap konusunda kendisini bilgilendirmekti. Hoca her iki haberden de çok mutlu olmuştu. Bakıldığında artık ayakta gezemez bir haldeydi ama ilmî çalışmalarına devam etmek için kendisine yardımcı olan öğrencisi Tayfun Ulaş ile o hiç eksilmeyen heyecanı ile çalışmalarına devam etmekteydi.

Hoca’nın yıllar içinde en çok dikkatimi çeken yönü, ilerleyen yaşına rağmen ilmî araştırmaya, yeni şeyler keşfetmeye, yeni görüşler ortaya atmaya karşı duyduğu bitmek tükenmek bilmeyen heyecanıdır. O’nun, 80’li yaşlarında Osmanlı Beyliği’nin temellerinin atıldığı coğrafyayı karış karış gezerek, toponomik verilerle arşiv belgelerini ve kronikleri karşılaştırmak suretiyle Bafeus Savaşı, Pelekanon Savaşı vb. pek çok hadiseye yeni açılımlar getirmesi işte bu yeni şeyler keşfetme iştiyakının sadece bir örneğidir.

Halil Hoca tarihin arşivlere ve birincil kaynaklara dayanılarak, bu kaynaklara hakkıyla nüfuz edilerek yazılacağını savunurdu. Ancak O, sadece belgelere göre tarih yazan biri değildi. Teorik tartışmalardan haberdar olmakla kalmamış, Osmanlı sisteminin siyasî ve sosyo-ekonomik boyutlarına dair kendi görüşlerini sistemleştirmiştir. O’nun Osmanlı tarım ve toprak düzenine dair çift-hane sistemi yaklaşımı bunun tipik bir örneğidir. Böylece, Osmanlı tarihinin gerçeklerini bilmeyen ama teorik modellerle her şeyi açıklayanlara(!) karşı onların anladığı dilden konuştuğunu da göstermek isterdi.

O, Türkiye’ye kaybedilen topraklardan gelmiş Osmanlı bir ailenin Cumhuriyet’in değerleriyle yetişmiş bir çocuğuydu. Atatürk’le ilgili hatıralarını büyük bir heyecanla anlatan Hoca, milliyetçi idi ama ilmî çalışmalarında nesnelliğe ve bilim ahlâkına titizlikle dikkat ederdi. Bu bakımdan popüler algılara göre değil bilimsel gerçekler doğrultusunda yazardı. Hoca aslında yaşayan Osmanlı tarihi idi, kendisini idarî işlerden uzak tutmuş, hep ilmî çalışmalara yoğunlaşmıştır. Toplumu, siyaseti ve dünyayı takip etmiş ama siyasî tartışma ve çekişmelerin dışında kalmaya özen göstermiştir.

Hoca’nın az bilinen ve özellikle de son yıllardaki eserlerinde ortaya çıkan bir yönü de şiire ve edebiyata düşkünlüğüdür. Şair ve Patron kitabı bu bakımdan mühimdir. İlber Ortaylı’nın Bernard Lewis’ten naklettiği şu hüküm O’nun bizim tarihçiliğimizdeki yerini hakkıyla belirtir: “Köprülü ve Barkan zamanlarının büyük alimleriydiler, Halil İnalcık tüm zamanların büyük alimi..” Ancak Hoca kendi ilmî şeceresinde Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü’nün yerini hakkıyla teslim eder, Ömer Lütfi Barkan’ı hep derin bir saygı ve takdirle anardı.

Tarihimizle ilgili o kadar çeşitli ve değişik konularda zamana karşı dayanıklı ve değerli o kadar çok kitap ve makale yazdı ki, Amy Singer’ın Bursa’daki toplantıda çok yerinde bir şekilde ve edebî bir üslupla belirttiği üzere, bunların belki onda hatta yirmide biri bile Türk tarihçiliğine adını altın harflerle yazması için yeterli olurdu. Sadece birkaç misal: Osmanlı Hukuku, Osmanlı Padişahı, Osmanlılar’da Saltanat Veraseti Usulü hakkında 1958-60 yıllarında yayınladığı makaleler Türk ve İslam siyaset ve hukuk tarihine vukufunun örnekleri olarak hâlâ temel metinler olarak okunuyor; 1954’te yayınlanan Osmanlı Fetih Yöntemleri hakkındaki analitik makalesindeki tespit ve tahliller geçerliliğini koruyor. Kırım Hanlığı, Don-Volga Kanalı Projesi, Osmanlılar’da Raiyyet Rüsumu, Adalet-nameler vb. sayılamayacak konudaki katkıları klasikleşmiştir. Osmanlı klasik sisteminin değişmesi üzerine yazdıkları, Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecine dair yorum ve tahlilleri bize yol göstermeye devam ediyor. O, eserleriyle ve öğrencileriyle yaşamaya devam edecek.

Nur içinde yatsın, mekânı cennet olsun.