“Kitap Türk’ün hiçbir şeyi değildir”

Kitap
Tuba OLĞAÇ’ın röportajı… Toplum olarak kitap okuma alışkanlığımız çok düşük bir seviyede… En çok satılan kitaplara baktığımızda bir kez daha üzülüyoruz. Nitelikli kitaplar sadık bir ...
EMOJİLE

Tuba OLĞAÇ’ın röportajı…

Toplum olarak kitap okuma alışkanlığımız çok düşük bir seviyede… En çok satılan kitaplara baktığımızda bir kez daha üzülüyoruz. Nitelikli kitaplar sadık bir okur kitlesine sahip olsa da,  bugünün genç okuruna hitap etmiyor. Bugünün genç okuru hızla tüketilebilecek kitaplara yönelmiş durumda. Bugünün okuruna “okur” mu “tüketici” mi denmeli bu da ayrı bir soru… Kitap, salt boş vakit aracıysa onu bir tüketim nesnesi olarak görüyor ve tüketiyoruz demektir. Bir anlam yüklemiyoruz, bilginin ana kaynağı olarak görmüyoruz demektir. Hal böyle iken kitabın sesine kulak vermek gerekiyor…

Türkiye’de kitabı, okuma alışkanlıklarını, kitabın sorunlarını Doç. Dr. Erol Yılmaz ile konuştuk. Erol Yılmaz’ın “Kitapsızlar: Türkün Okuma ile İmtihanı” adında bir kitabı bulunuyor. Yılmaz, gerçekten okumadığımızın verilerle sabit olduğunu söylüyor. Kitap bir yana gazete ver dergi okuma alışkanlığımızın dahi acınacak seviyede olduğunu belirtiyor….

Toplum olarak yeterince okumadığımız dillendiriliyor sıkça… Gerçekten okumuyor muyuz?

Yapılan pek çok araştırma okumadığımızı gösteriyor. Bilgi ve Belge Yönetimi, eğitim, sosyoloji vs. disiplinlerde okuma alışkanlığı ve ilgili konular bağlamında yapılan ve toplumun çeşitli kesimleri odağında gerçekleştirilen araştırmalar ile değişik zamanlarda yayımlanan bilimsel makale ve bildiri vb. yayınlar gösteriyor ki, Türk toplumu okumuyor.

İlgili konularda çeşitli istatistikler yayınlanıyor ara sıra, medyaya da yansıyan. Bu istatistiklerden yola çıkılarak, örneğin, bir Japon’a 7 kitap düşerken 7 Türk’e bir kitap düştüğü vb. veriler sunuluyor. Bazı uluslararası önemli kurumların göstergelerinde de bu durumu görmek mümkün.

Bizim ülke geneline yayılan 35-36 başlık gazetemizin tirajı hiçbir dönem beş milyonu geçmemiştir. Tencere-tava, çakı-çakmak, çorba-makarna verildiği dönemlerde dahi bu sayı aşılamamıştır.

Bunun yaklaşık bir milyonunun bir tek gazeteye (Zaman) ait olduğu da düşünülürse, durumun vahameti daha net anlaşılır. 76 milyonluk bir ülkede bu kadar gazetenin tirajı beş milyonu geçmiyor ise, toplum okumuyor demektir. Oysa, örneğin, devler liginde yer alan Japonya’da bir tek Asahi Shimbun gazetesi günde 8-10 milyon satar. Bizdeki gazetelerin bir kısmının da sadece spor gazetesi (daha doğrusu futbol gazetesi) olduğu dikkate alınırsa, durum biraz daha acıklı hal alır.

20 YAŞINI GEÇMİŞ KAÇ DERGİMİZ VAR?

Dergiler bağlamında daha vahim bir tablo var. Yirmi yaşını geçmiş kaç edebiyat, sanat, düşünce dergimiz var? Bu şekilde yirmi tane dergi sayabiliyor muyuz? Ama bir tek sayı çıkarmış, ikincisini çıkaramamış, ya da yayın hayatına başladıktan bir yıl sonra, “Okumayan Türk Toplumu”na mağlup olarak boynu bükük bir şekilde sahayı terk etmiş onlarca dergi sayabiliriz. Milli Kütüphanemizin depoları incelense, belki böyle onlarca dergiye kabristanlık ettiği görülecektir.

HER 4 KİŞİYE BİR KİTAP DÜŞÜYOR

Basın Yayın Birliği’nin yakınlarda açıkladığı rakamlara göre, geçen yıl üretilen kitap sayısı 490 milyon. Yalnız bunun yaklaşık 200 milyonunun ders kitabı olduğuna dikkat edilmeli. Dolayısıyla elimizde 300 milyon civarında bir kitap kalıyor. Bunu 76 milyonluk ülke nüfusuna böldüğümüzde yaklaşık 4 kişiye bir kitap düşüyor ki, yakın geçmişe bakınca buna bile seviniyoruz. Tüm bunların ışığında insanlarımızın okumadığı görülüyor.

ŞİİRİN ESAMİSİ OKUNMUYOR

Bir de, tabii, baskı sayıları önemli… Bugün birçok kitap 1000 basıyor. 2000-3000 baskı büyük başarı ve tabii ki nadir. Şiir kitabı neredeyse yok gibi… Şiir edebiyatın sultanı ama bizde esamisi okunmuyor. 1000 adet basılan şiir kitabı kendini şanslı sayıyor. Bir yayıncı arkadaş, geçenlerde, son kitabımın yeni baskısını yapmaya talip oldu. Ben de, kitabın hâlâ piyasada bulunduğunu, oysa hazırda bir şiir dosyam olduğunu söylediğimde, “aman hocam, n’olur şiir demeyin” diye acıklı bir ifadeyle karşılık vermişti. Ünlü kalemler dışında, eserleri on bin, yirmi bin basan ve birden fazla baskı yapan neredeyse yok gibi. Hadi, insaflı davranıp, çok az diyelim. Bazı çok baskılı kitaplara da çekinceli yaklaştığımı ifade etmeliyim. Aynı toplumda yayımlanıyorlar çünkü. Enteresan bir durum mu var demeden edemiyorum…    

Son kitabımın adını, “Kitapsızlar: Türk’ün Okuma ile İmtihanı” biçiminde belirleyecek kadar, aynen o düzeyde bir kitapsızlığımız var bizim.

İçinde bulunduğumuz yaz günlerinde medyada yeni gördüğüm konuyla ilgili bir haberi aktarayım… Bir yayınevi, İnternet sitelerinde yer alan reklamında, “bu yaz herkes kitap okusun diye 10 liralık kitaplar sadece 1 lira” sloganıyla kitap satmaya çalışıyor. Yani diyor ki, bu yayınevimiz, -bilerek veya bilmeyerek- “okuma yaz aylarında, tatilde yapılan, yapılması gereken bir eylem/ davranış biçimidir.” Ben de diyorum ki, “yaz geldi, haydi Türkler okumaya!” Başka söze gerek var mı?

Satılan kitapların okunduğunu düşünüyor musunuz?

Alınıyor mu? Öncelikle bunu sormak lazım… Bu kitaplar üretiliyor evet, ama hepsi satılıyor mu? Ülkemizde yayımlanan kitapların belki de en önemli alıcısı, halk kütüphaneleri ve çocuk kütüphanelerinin bağlı bulunduğu Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Yani, Kültür ve Turizm Bakanlığı, yani devlet… Burada kütüphanelere kitap alırken belli bir seçim işlemi yapıldığını, her kitaptan alınmadığını, dolayısıyla yayımlanan kitapların bir kısmının satmadığını devlet ve toplum tarafından kabul görmediğini biliyoruz.

Gerçekten kitabın okunup okunmadığına ilişkin olarak şunu söylemem lazım; bugün batılı bir ülkeye gittiğinizde, parkta, kafede, durakta, otobüste, metroda çok sayıda okuyan insan görebilirsiniz. Öyle ki, yolda yürürken kitap okuyanları görmeniz bile mümkün. Bizde ise, bu saydığım ortamlarda bir hadi bilemediniz iki-üç kişinin kitap okuduğunu ancak görebilirsiniz.

Tabii, milli eğitim sistemimizin mağduru olan “SBS ve LYS çocukları”nı kitap okuma ve okuma alışkanlığı konusunda eleştirirken, her zaman vicdanlı davranmaya çalışıyorum. Zira o çocuklar ve gençler bambaşka hedeflere göre kurgulanmış vaziyetteler. Onlara dikte edilen öğreti, “sınavı kazanırsan, sonraki hayatını yaşayabilirsin; kazanamazsan da zaten o zaman yaşadığına hayat denilmez” şeklinde. Baktıkları yerde, hemen her objeyi test kitabı ve sınav sorusu gibi gören zavallılara ne diyeceksiniz…

Kitapların okunup okunmadığına ilişkin bir başka gösterge de kütüphanelerdir. Bizim ülkemizde kütüphane üyeliklerimize baktığınızda durumun hiç de iç açıcı olmadığını görebilirsiniz. Cumhuriyetin başkenti Ankara’nın merkezinde, Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi restorasyon için birkaç sene kapalı kaldı ama medyaya yansımış bir tane bile eylem yok. Gelişmiş ülkelerde böyle bir şeyin, yani bu kadar uzun süreli onarım/ yenileme işlerinin yapılması ve bu süre zarfında kütüphane hizmetinin bir biçimde verilmemesi düşünülemez. Eski binasını yıkıp yeniden yaparken bile, hemen oracıkta barakada bile olsa hizmetini minimize ederek vermeyi sürdürür. Baraka dediysem, bizdeki bazı gerçek kütüphanelerden daha işlevsel ve albenili… Zaten öyle olmasa, yerel halk kıyameti koparır. Sıkıysa siz Amerika’da kütüphanelerin bütçesinden bir kesintiye gidin. Bakın halk size ne yapıyor?

Size bir kara mizah örneği vereyim… Bir halk kütüphanesi düşünün ki, bu kütüphane, koleksiyonunun çoğunu satın alarak değil de, derleme mevzuatı gereği edindiği için ödünç veremiyor olsun. Veremiyor, çünkü kaybolursa kıyamet kopar… Demirbaş meselesi. Artık, kendisi satın alma ve bağış yöntemleriyle, 3-5 ne kadar kitap sağlayabiliyorsa onu ödünç verebiliyor.

Önemsemiyoruz dolayısıyla kitaba hak ettiği değeri veremiyoruz…

Evet, bir kütüphaneci ve kitapsever olarak, üzülerek ifade edeyim ki, ülkemizde kitaba hak ettiği değer verilmiyor. Bunun belki de tek istisnası, kutsal kitabımız. 

Değer verilmesi bir tarafa, çeşitli suç örgütleriyle ilgili haberler bağlamında ve “örgütsel doküman” ifadesi eşliğinde, kitapların suç aletleriyle birlikte resmedildiğini görüyoruz yıllardır televizyon ekranlarında.

Özellikle açık ve örtük darbe dönemlerinde kitaplar suç unsuru olarak kabul edildiği için, pek çok kitabın yakıldığını biliyoruz. Üstelik bu durumun sadece o dönemlere özgü olmadığını en acı şekliyle hatırlıyoruz.

Bu bağlamda, ülkemizde kitabın değer görmesi bir tarafa itibarsızlaştırıldığını söylememiz gerekiyor.

Bu konuda, bir süre önce medyaya da yansımış olan bir raporun verdiği fotoğraf çok önemli ve anlamlı.

Bağımsız Eğitimciler Sendikası tarafından hazırlanan “Türkiye’nin Okuma Alışkanlığıadlı rapor, ülkemizde kitaba verilen “kıymeti” net biçimde ortaya koyuyor.

Rapora göre, kitabın, insanımızın ihtiyaç/ öncelik sıralamasındaki yeri iki yüz otuz beş.

Peki, daha önceki sıralarda neler var, daha fazla kıymet verilen? Başka bir deyişle, kitabı ihtiyaç listesinde 235. sıraya öteleyen öncelikli şeyler neler acaba?

Gıda, barınma vb. öncelikli ihtiyaçların dışında bakıldığında, araba, cep telefonu, dizüstü bilgisayarlar ve şifa vericiliği tartışmalı olan tabletler ekmek kadar, su kadar vazgeçilemez gereksinimlerden sayılıyor ne yazık ki… Hatta İnternet bağlantılı bir bilgisayarı olan kimi yeni yetmelerin ekmekten aştan vazgeçtiği bile yazılıp çiziliyor. Ne acı…

Ya televizyon… Güreş milli sporumuz, televizyonlar da “milli” ihtiyacımız artık. Televizyonsuz asla… Evlerin +1 üyesi.

KİTAP TÜRK’ÜN HİÇBİR ŞEYİ DEĞİLDİR

“Issız bir adaya düşecek olsanız, yanınıza hangi üç şeyi almak istersiniz” diye sorulsa yurdum insanına, acaba kaç kişi kitaba yer verir listesinde? Sorunun cevabı belli aslında… Neredeyse hiç kimsenin yanına alacağı üç şeyden biri kitap olmaz. Çünkü kitap Türk’ün hiçbir şeyi değildir.

Özetle, Pollyannacılığın lüzumu yok; ülkemizde, küçük bir azınlık dışında, kitaba hak ettiği değer verilmiyor yazık ki. Bugün için durum bu merkezde.

Okuyucuların okuma alışkanlıklarına baktığımız zaman tek tipleşme görüyoruz. En çok satılan kitapların arasında artık düşünce kitaplarına rastlanmıyor. Bu durumda şu soru akla geliyor, “Gerçekten insanların bir davası kalmadı mı, nitelikli kitap, tüketicinin haz ve hız isteğine cevap veremiyor mu?”… Bugünün okuruna tüketici mi, okur mu demeli?

Türkiye’de demokrasi olması gereken düzeyde değil. Bunun temel sebeplerinden birisi de, yaşadığımız açık veya örtük darbeler. Mesela, 1980 darbesini yaşamış biri olarak söylüyorum, bu ülkenin üstünden silindir gibi geçti 12 Eylül Darbesi… Ondan önce, sağ olsun sol olsun, insanların bir davası vardı. Buna İslamcı deyin, devrimci deyin, ülkücü deyin… O zaman insanlar ellerinde kitap olan, birtakım fikirler üzerinde tartışan ülküsü, ideali olan insanlardı. 1980 Darbesi’nde ne kitaplar atıldı, ne kitaplar yakıldı… O dönemlerde kitap tek kelimeyle bir suç unsuruydu. Kitabın yazarının kim olduğu veya içeriği, ideolojisi ne olursa olsun, eğer darbecilerin hoşuna gitmediyse vay geldi başınıza. Öyle olduğu için de yüzlerce, binlerce kitap yakıldı o dönemde.

Kısmen devam ediyor şimdi de…

YENİ NESLİN İDEALLERİ YOK

Bu kara dönemin etkilerinden dolayı öyle bir nesil ortaya çıktı ki, apolitik, davası olmayan bir nesil… 2000’den sonraki nesil, -bunu üzülerek ve ‘istisnalar kaideyi bozmaz’ ilkesini de hatırlayarak söylüyorum- hedonist bir kuşak. Anı yaşayan, tamamen zevk odaklı, hüzünden acıdan uzak, benim olsun hep benim olsun görüşündeler… Elindekini atıp hep yenisini isteyen, hiçbir şeyle doymayan bir nesil var günümüzde, genel anlamda. Böyle bir neslin ideali de olmaz tabii.

Bu nesil bebekliğinde, postmodern anne dediğim televizyonlar tarafından emziriliyor ve büyüdükçe de, tüketim tapınakları olan alışveriş merkezlerinde yeşerip gelişiyor.

1980 öncesini düşündüğümüzde, o dönemlerdeki ağabeylerimizin, ablalarımızın mücadelelerini görünce ve bugün hatırlayınca, bu daha net görülüyor. O zamanlarda mevcut olan davaya bağlılık, bugünkü futbol taraftarlığı gibi bir şey değildi.

Bilgi odaklı, kitap odaklı bir mücadele verilirdi. 90’larla birlikte buna benzer kısa bir dönem daha yaşandı bence. Yine devrimcisi, ülkücüsü, İslamcısı yani her kesim tarafından, birtakım düşünce merkezli etkinliklerin, tartışmaların yaşandığı görülüyordu ama on beş yıllık bir süre içerisinde artık neredeyse hiçbiri kalmadı bunların.  

Bu sebeple, düşünce kitapları değil, yerli-yabancı, zevk odaklı, aşkı cinselliğe indirgeyen ya da tamamen macera üstüne kurulu, bir hayal dünyasını merkeze alan kitaplar daha çok satıyor ve okunuyor. Bir de, son zamanlarda rüzgârları biraz azalsa da, “Ey İnsan, -hâşâ- sen her şeye kadirsin, yapamayacağın şey yoktur senin” diye, insanları dev aynasına yansıtıp şişik egolar üreten kişisel gelişim (?) kitapları var ki, akıllara zarar.

Sokaktaki gençlere bakıyorum, boş bomboş bakıyorlar. Gözlerinde geleceğe dair, hayata ilişkin hiçbir şey yok. Sadece çocukları suçlamıyorum tabii olarak. Öyle bir sistem var ki, çocuklara “önce SBS’yi geçmek zorundasın, kitaba ayrılacak zaman yok” deniyor örtük hatta açık şekilde.

Oysa son 10-15 yıldır SBS ve LYS gibi sınavlarda dereceye giren çocuklara bakıyorum, nasıl hazırlandıklarına ilişkin farklı şeyler söyleseler de, hepsinin ortak özelliği kitap okuyor olmaları. Bu gerçeğe rağmen, bizim eğitim sistemimiz, akademik başarıda kitap okumanın önemini henüz kavrayamadı. Okuma alışkanlığı anlamında kitapların ve genel anlamda kütüphanenin eğitim-öğretimdeki önemi kavranamadığı için de Türkiye’de okul kütüphaneleri “yok” hükmündedir.

Uluslararası anlamda kütüphane türlerini saydığınızda, altı temel kütüphane türü vardır ve bunların en önde gelenlerinden biri okul kütüphaneleridir. Buna karşın, Türk devlet okullarında kütüphane denilen odak birim, “adı var kendi yok” kıvamındadır. Özel okullarda bu durum farklı tabii…

Türkiye’de kitaba ve kütüphaneye önem veren bir eğitim sistemi olmadığı ve ayrıca, çocuk tamamen dördüncü beşinci sınıftan sonra sınava odaklı eğitildiği için, kitapla ve kütüphaneyle de maalesef ilişkisi olmuyor.

KİTAP, İNSAN DEMOKRASİSİNİN EKMEĞİDİR

Bu arada, biz anne babalar da çocuklarımıza bir ideal aşılıyor muyuz diye sormak lazım. “Aman SBS’yi kazan, aman LYS’yi kazan” diyoruz. Bu sınavları kazanıp çok iyi doktor, avukat, mühendis olan ama kitap okumayan, toplumunun, dünyanın dertlerinden bîhaber gezen bireyler yetiştiriyoruz böylece. Oysa kitap, dergi, gazete okuyan insan demokrasinin ekmeğidir, suyudur, olmazsa olmazıdır. Bu insan çevresine duyarlıdır, toplumuna duyarlıdır, hayvanlara karşı duyarlıdır, kısacası büyük insanlığa ve dünyaya duyarlıdır.

Genelde bir “kitapsızlığın”, düşük ölçekli bir okuma alışkanlığı ve zayıf demokrasi durumunun olduğu ortamda düşünce kitaplarını da kimselerin görecek hali bulunmuyor elbette.

Bu durumda, belki biraz kitap odaklı PR (halkla ilişkiler) çalışmalarının da etkisiyle, fast food yaşamlı kitleye yönelik olarak, nitelikli kitap değil, -sizin ifadenizle- haz ve hız isteğine yönelik kitaplar üretiliyor, “tüketiliyor.” 

Doğal olarak, en azından bu durumdaki kitap okuru, “tüketici” kavramıyla tanımlanmaya daha yakın görünüyor. “Has kitap okuru” ise, bu açıklamaların elbette, dışında ve üzerinde saygın bir konuma sahip olma ayrıcalığını keyifle sürdürüyor. 

Öğrenciler sınavlardaki uzun paragraf sorularından şikayetçiler. Bu şekilde okumayı sevdirmek mümkün müdür, okumayı sevdirmenin yeri sınav salonları mıdır? Milli Eğitim’in okuma alışkanlığı kazandırmak için piyasaya sürdüğü 100 Temel Eser hakkında neler söylersiniz?

Bu verinin kaynağı nedir bilemiyorum ama benim birikimimde hiçbir mantıklı karşılığı bulunmuyor o durumun.  Öte yandan, şunu hatırlamakta yarar var ki, bugünkü eğitim sistemi içerisinde, çok zeki ve çalışkan olanlar da dâhil olmak üzere, bir eleme yapılmak durumunda. Yani, öğrencileri SBS ve LYS bağlamında elemek (başarıyı ölçmek denilse de) zorunda olunduğu için, uzun, karmaşık ve en zor soruların sorulması da “normal.”

Burada dikkat edilmesi gereken odur ki; kitap-dergi-gazete okuyan, dolayısıyla okuma alışkanlığını edinmiş olan çocuklar ve gençler en uzun soruları bile daha kolay anlayabiliyor. Soruya odaklanabildikleri için, dikkatleri dağılmadığı için daha kolay anlıyor, daha hızlı ve doğru cevaplayabiliyorlar.

Bu bilinen, genelgeçer bir veri olduğu için, Milli Eğitim yetkililerimiz, uzun soruları anlamanın ancak okuma alışkanlığına sahip olmakla mümkün olacağını bildirerek, bu yönde düzenlemelere gitmelidirler.

Okuma alışkanlığının kazandırılması konusunda bir süre önce çeşitli kademler şeklinde yürürlüğe konulan 100 Temel Eser uygulamasının, kalıcı ve sürdürülebilir bir başarı elde edeceğine pek inanmıyorum.

Yanlış anlaşılmasın, bu projenin çok iyi niyetle, öğrencilere okuma alışkanlığı kazandırmak için başlatıldığından en küçük bir kuşkum yok. Ancak iyi niyet her zaman başarıya çıkarmıyor zorlu yolları.

Proje başlatılmadan önce okuma alışkanlığı konusunun tüm paydaşları (eğitimciler, kütüphaneciler, yazarlar vs.) bir masanın etrafında bir araya getirilip de (tabii, fiziki masa şart değil), “niyetimiz bu, en iyi sonucu alabilmek için birlikte neler yapabiliriz” denilseydi, kuvvetle muhtemel ki, bu konuda bugün gelinen noktanın çok daha ilerisine varılabilirdi.

Hatırlayınız, projenin ilk günlerini… Hemen her kesimden eğitimci, yazar, kütüphaneci başka yönlerini değilse bile, kitaplar ve yazarlarını tartıştı durdu 100 Temel Eser listelerinin. “Niye şu yazar değil de, bu?”, “niye o yazarın şu kitabı değil de, bu kitabı?” İnanılmaz bir zaman ve emek israfı yapıldı bu bağlamda. Böyle olunca, projenin okumayı sevdirme ve alışkanlık haline getirme biçiminde özetlenebilecek olan amacı da havada ve karşılıksız kaldı.  

Oysa böyle yapmak yerine, olumlu/ yapıcı eleştirilerle proje geliştirilebilir ve okuma alışkanlığına sahip bir nesil için güçbirliğine gidilebilirdi.

Projenin başarısı noktasında, çok da fark edilmeyen bir parazit ise, büyük gazetelerden birinin hemen, hiç zaman geçirmeden bilmem kaç kupona 100 Temel Eser listelerinde yer alan kitapların özetlerini içeren bir kitabı dağıtmış olmasıdır. Sonra çeşitli kitap fuarlarını gezerken gördüm ki, bazı büyük yayınevleri de bu aymazlığa eşlik etmiş. Düşünebiliyor musunuz, devlet, o ya da bu eserler aracılığıyla okuma alışkanlığı kazandırmayı hedefliyor; oradaki kitapların okunması ardından, bir biçimde (özetlerini çıkarma, sınavlarda sorma vs.) kontrol edecek okunup okunmadığını; ama birileri adeta ihanet edercesine “gerek yok, okumayın kitapları, alın biz size özetlerini verelim” diyor.

İyi niyetle yola çıkan devleti acımasızca eleştirenlerin, biraz da bu densizleri eleştirmesi gerekmez miydi? Ama yapılmadı.

Ancak devlete de bir çift sözüm olacak… Eğer gerçekten kitap okunmasını ve dolayısıyla okuma alışkanlığının kazandırılmasını sağlamak istiyorsan, önce bu kitapların da, içerisinde yeter sayıda yer alacağı okul kütüphanelerini hayata geçir. Kaldı ki, 100 Temel Eser Projesi’nin hareketlendiği dönemin Milli Eğitim Bakanı, söz konusu eserlerin ders kitapları gibi dağıtılmayacağını ilan etmişti. Peki, o halde alım gücü düşük olan ne yapacak? Gelişmiş bir ülkede bu sorunun net cevabı, “tabii ki, okul kütüphanesinden alacak” şeklindedir. O kadar böyledir ki, halk kütüphanelerinden de önce okul kütüphaneleri akla gelir.

Özetle ifade etmek gerekirse, 100 Temel Eser Projesi, kitap okunması ve bunun alışkanlık haline gelmesi noktasında çok önemli ancak sonuç alma bağlamında eksik bir projeydi.

Bir de korsan kitap alan, aldığı kitaplarla “korsanlara” hayat veren kesim var… Neler söylersiniz?

Yukarıdaki durumla da biraz bağlantılı olarak şunu ifade etmek gerekir ki, kitap okumak isteyeceklerin, özellikle alım güçleri de düşük ise, akıllarına gelecek ilk kurum korsanlar değil kütüphaneler olmalıdır.

Korsanlardan 30 liralık bir kitap en düşük 7-8 liraya alınırken, üyesi olunan halk kütüphanesinden hiçbir ücret ödenmeden alınabilir. Hem de böylelikle, emek hırsızlarıyla işbirliği yapılmamış olur.

Evet, korsan, asla yumuşatılacak bir durum ya da olay değildir, apaçık bir hırsızlıktır. Onlarla alışveriş yapanlar ise, en hafif ifadesiyle, suç ortaklarıdır.

Böyle kötü bir duruma gelmek yerine, kitap okumak isteyen bireyler, en yakın halk kütüphanesine üye olmalı; arayıp bulamadıkları kitaplar, özellikle yeni yayınların alınması için de baskı grubu oluşturmalıdır. Unutulmamalıdır ki, “korsanın çaresi/ panzehiri yaşayan kütüphanelerdir.”

on5yirmi5.com