Kitap Okumayı Kız Tavlamakla Aynı Görüyorlar

Kitap
ZUHAL ERKEK’İN RÖPORTAJI 15 yıldır internet üzerinden yayınına devam eden Ahenk Dergisi kurucusu ve aynı zamanda Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Sait Karaçorlu ile internet dergiciliği üzerine konu...
EMOJİLE

ZUHAL ERKEK’İN RÖPORTAJI

15 yıldır internet üzerinden yayınına devam eden Ahenk Dergisi kurucusu ve aynı zamanda Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Sait Karaçorlu ile internet dergiciliği üzerine konuştuk. Uzun yıllardır bu işe gönül vererek çalıştığını ifade eden Karaçorlu bu iş yapabilmenin ilk şartını heyecana bağlıyor. Karaçorlu, “İçinizde bir heyecan yoksa, uzun soluklu bir dergi çıkaramazsınız” diyor.

Türkiye’deki gençlerin okuma algısına da değinen Mehmet Sait Karaçorlu, gençlerin okumayı bir teşhir olarak gördüğünü ve okumayı gitar çalmakla eş değer olarak algıladıklarını belirtiyor. Sadece internet ortamında yayınlanan Ahenk Dergisi’nin nasıl bir okuyucu kitlesi olduğu konusunda da bilgi veren Karaçorlu, ilk zamanlarda okuyucuya ulaşma konusunda sıkıntı çektiklerini ifade ediyor. Ancak, bu işin cazibesinin; dizgi, mizanpaj, film çıktısı, kağıt, matbaa, dağıtım olmamasından kaynaklandığını da sözlerine eklemeden geçemiyor.

Biraz kendinizden bahseder misiniz?

İnsanın kendinden bahsetmesi oldukça zor. 1953 doğumluyum. Memur bir aileye mensup olduğum için sürekli yer değiştirmek zorunda kaldım. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversiteyi hep ayrı şehirlerde okudum. Muhtelif yerler ve muhtelif işlerden sonra İzmit’te kaldım. Öğretmen idim. Çok gezdim, özellikle Anadolu’yu çok gezdim. Hakkında öğrenilecek daha çok şey olduğunu bilecek kadar öğrendim. Bütün değişkenlikler içinde en sabit, en önemli, en özenli meşgalem Ahenk Dergisi ile uğraşmak oldu. Bugünlerde on beşinci yaşımızı kutlayacağız.

EDEBİYAT-KÜLTÜR DERGİSİ YAYINLAMAK BİRİKMİŞ HEYECANLA OLUR

Ahenk Dergisi ne zamandır yayında, ara verdiğiniz dönemler oldu mu, hangi sıklıkta yayınlanıyor?

Ahenk Dergisi 1997 yılının malum ve meşum 28 Şubat süreci içinde yayına başladı. O yıllarda vakıf ve dernek faaliyetlerini sürdürmek zorlaşmıştı. O zorluğun zarureti olarak bir dönem Ensar Vakfı İzmit Şube Başkanlığı yaptım. Fikren birbirine yakın dernek vakıf ve sivil toplum örgütleri “Gönüllü Kültür Teşekkülleri” adı altında bir çatı altında toplanmıştık. Eylem birliği yapmaya çalışıyorduk. Mesela başörtüsü yasağını protesto etmek için düzenlenen “El Ele Eylemi” İzmit Gönüllü Kültür Teşekkülleri’nin tümünün katılımıyla gerçekleşmişti. Ahenk Dergisi o eylem birliği hayalinin ürünü olarak gelişti ve ortaya çıktı. Uzun ve sancılı toplantılardan sonra “İnsan Hakları ve Özgürlükler” dosya konusu ile ilk sayımız yayınlandı. Her hatırladığımda gönlümü heyecanla dolduran bir süreçtir. Aylık çıkıyorduk. Yaklaşık 14 dernek ve vakıf katılıyordu. İkinci sayımızın dosya konusu “Kültürel Mirasımız” oldu. Üçüncüsü “Şiir”, Dördüncüsü, “Eğitim” dosya konularıyla yayınlandı. Çıkış manifestomuz; “aşktan yana bir yerde durmak” ve “Ahenk; zıtların uyumudur” şeklinde özetlenmişti. Bilen bilir, aylık edebiyat- kültür ve fikir dergisi yayınlamak birikmiş heyecanların şiddetle dışavurumu şeklinde oluşur. O dışavurumdan sonra heyecan azalır ve biter. Bu yüzden klişe deyimiyle uzun soluklu dergi yoktur.

İNTERNETİN GELİŞMİŞLİĞİNE PARALEL OLMASAKTA YAYINCILIĞI ISRARLA SÜRDÜRDÜK

Ahenk Dergisi’nin, kısa sürede aylık yayın periyoduna nefesi yetmedi. Ama yayınlanmaya bir şekilde devam etti. 1999 yılına geldiğimizde sekiz sayısı basılmıştı. Bu sefer o korkunç felaket zuhur etti. Deprem her şeyi altüst etmişti. İki yıl aradan sonra “Nerede Kalmıştık? ” kapak konusuyla dokuzuncu sayımızı yayınladık. Yola beraber çıktığımız arkadaşların hemen hiç biri kalmamıştı. 2001 yılının şartlarında internet yayıncılığı yeni sayılabilirdi. Birçok sebepten cazibesi de vardı. Böylece Ahenk Dergisi üçüncü bir aşamaya geçmiş oldu. Gerçi internetin yaygınlaşma ve işlevselliğine paralel bir gelişme gösteremedi ama varlığını ısrar ve inatla devam ettirdi. Mart 2012 tarihli Ahenk Dergisi 37. sayıydı.

DERGİMDE MÜSTEAR İSİMLERLE YAZIYORUM

Ahenk Dergisi sizinle özdeş bir dergi. Müstear isimle yazıyor musunuz?

Elbette müstear isimlerle yazıyorum. Müstear isimle yazmayı bazıları eleştirirler. Bence bunun hiçbir mahsuru yoktur. Müstear isimle yazanların hepsinin birbirinden farklı sebepleri olabilir. Mesela, Necip Fazıl’ın “Nerde kalıyorsunuz?” sorusuna “Peyami Safa ile birlikte Server Bedi’nin evinde” diye cevap verdiği anlatılır. Peyami Safa’nın bir dönem para kazanmak için yazdıklarını, “Server Bedi” müstear ismiyle imzaladığı bilinmektedir. Bu zamanda artık böyle bir gerekçeye ihtiyaç kalmamıştır. Bir başka gerekçe, farklı konulara farklı imzalar atılması olabilir. Yani ben müstear isimle yazmakta hiçbir beis görmüyorum. Bu yazı kimin, bu imza kime ait sorusuna her zaman buradayım cevabını verebiliyorsa kişi, niçin istediği imzayı atmasın? Kaldı ki işin içinde isimden çok ürünü önemsemek gibi takdire şayan bir durum da var.

Şu an emeklisiniz ama siz KBB Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı iken de Ahenk dergisini çıkarıyordunuz. Aynı dönem içinde; İz Yayınları’ndan çıkan Abidin Paşa’nın “Mesnevi”sini sadeleştirdiniz, KBB Tiyatrosunun sergilediği “Yolcu” oyununu yazdınız ve bir günlük gazetede de her gün makale yazdınız. Bir koltukta bu kadar karpuz çok değil mi? Nasıl barındırdınız?

İşin içindeyken nasıl ve nice olduğunun farkında olunmuyor. Ama böyle tadat olununca kulağa oldukça hoş geliyor.

İNTERNET ORTAMINDA OKUYUCUYA ULAŞMANIN KENDİ ŞARTLARI VAR

İnternet üzerinden yayın yapmaya nasıl karar verdiniz. Neden online medyayı seçtiniz? Türkiye’deki internet yayıncılığı ve internet kullanımı konusunda neler söylersiniz? Yazar kadronuzu nasıl belirliyorsunuz? Genç yazarlara ayırdığınız bir kadronuz var mı?

İnternet yayıncılığına başladığımızda iş henüz bu yaygınlıkta değildi. O günün araştırmalarından birinde Mısır ve İran’ın internet kullanım oranının Türkiye’den daha fazla olduğunu okumuş, şaşırmıştık. O günden bugüne çok değişiklik oldu. Başlangıçta işin cazibesi, sağladığı kolaylığındaydı. Dizgi, mizanpaj, film çıktısı, kağıt, matbaa, dağıtım, nakliye gibi meşakkatlerin hiç biri olmadan yayınlayabiliyor olmak gerçekten cazipti. Fakat kısa bir müddet sonra internet ortamında okuyucuya ulaşmanın kendi şartları olduğunu fark ettik. Tıpkı basılı materyal gibi, okuyucu denilen Anka kuşunun hangi vadide gezindiğini bilmek ve onun ilgisini çekecek bir ambalaj içinde olmak zorunluluğu burada da vardı. Ama biz hep bu ve benzeri iş ve işlemlerden uzak kaldık. Sonuçta edebiyat dergisi çıkarmaktan başka amacımız yoktu. Ürün, emtia, pazar değildi meselemiz. Düşündüklerimizi ve hissettiklerimizi edebiyat kavramının en yaygın ve en bilinen tanımı içinde kalmaya ölümüne bir çaba harcayarak aktarmaktan başka hedefimiz yoktu. Ahenk Dergisi internet yayıncılığının en eskilerinden biridir. Kendine göre bir okuyucu çevresi vardır. Mütevazı, kendi olmaktan uzaklaşmamaya özen gösteren bir edebiyat dergisidir.

YAZARIN KİM OLDUĞUNDAN ZİYADE YAZININ NE OLDUĞUNA BAKARIZ

Yazar kadromuza gelince; Ahenk Dergisi, aşktan yana bir yerde durmak ve zıtların uyumunu var oluşuna eksen yapmak iddiası ile çıkmıştı. O gün bu gündür bu iddiasına sahip çıkma gayreti içinde. Ahenk Dergisi, herkese açık, ticari bir metaya dönüşmemeye kararlı bir edebiyat dergisidir. Yazarın kim olduğundan ziyade yazının ne olduğuna bakarak kotarılmaktadır. İşin başlangıcında beraber yola çıktığımız arkadaşlarımızın bir kısmı daha ilk sayılarda havlu atmışlardı. Bir kısmı çabalarını epeyce sürdürdüler. Aramıza sonradan katılanlar da oldu.

BİR TIK DA BURADAN ALIRIZ NİYETİYLE YAZI YOLLUYORLAR

Genç yazarlar meselesi kanayan bir yara gibi her gündeme gelişinde içimizi acıtır. Derginin varlık sebebi onlardı. Bir mektep olma, yol gösterme, paylaşma alanı olma hedefiyle yayın hayatına başlamıştı. Ne yazık ki bu görevini matluba muvafık bir şekilde yerine getiremedi. Birinci sebebi imkânsızlık. Onlardan gelen yazıları, eserleri okuyacak, inceleyecek, eleştirecek, tashih edecek, doğrusunu gösterecek, olan ile olması gereken arasında dengeyi gözetecek müstakil insanlara ihtiyaç vardı. Olmadı. Olamadı. Bulunamadı. Bulunan devamlı olamadı. Bu yüzden okuyucularımıza mahcubuz. Özür borçluyuz. Gönderiyorlar. Biz gönderilenleri gereği gibi değerlendirip sonuçlandıramıyoruz. Diğer sebepleri kabaca şöyle özetleyebiliriz. Dışarıdan gelen yazıların büyük bir kısmı çok ham, pişmemiş, daha çok ter ve emek isteyen şeyler. İçlerinden kısmen ya da tümüyle alıntı(“Ç” harfi keskin sesli olduğu için içtinap edildi ) olanlar, başka yerlerde yayınlanmış ve sanki “birkaç tık da buradan alırız” niyetiyle gönderilmiş yazılar dahi çıkabiliyor.

ÖZ KADAR BİÇİM, BİÇİN KADAR ÖZ DE ÖNEMLİDİR

Konuları neye göre belirliyorsunuz? Öncelikleriniz neler?

Ahenk Dergisi; birinci ve ikinci safhalarında “dosya konusu” başlığı altında yayınlanmıştı. O sayıda belirlenen dosya konusu ne ise yazıların ağırlığı o konudan oluşuyordu. Daha sonra bu yöntemden sarfı nazar edildi. Daha genişletilmiş sınırlarla çıkmaya başladık. Ancak konu değilse de türler sabit kaldı. Her sayıda araştırma-inceleme tarzında üç veya dört makale yayınlanıyor. Bunların bazıları birbirlerini takip ediyor. Mesela 25 ile 35. Sayılarda yayınlanan “Mahzun Şövalye” her biri kendi içinde bağımsız ama hepsi birden bir kitap hacminde on makalelik bir yazı dizisi şeklinde yayınlandı. Çok bilinen Don Kişot ile Cervantes eksenli bir Doğu-Batı uygarlığı mukayesesi idi. Keza “Mesnevi Dersleri” de her biri kendi içinde bağımsız ama konu bütünlüğü açısından birbirini tamamlayan makaleler. Araştırma inceleme yazılarında “Kitap İncelemesi” sürekli devam eden yazılardan. Denemeler, hikâyeler, şiirler zaten her edebiyat dergisinin temel türleri. Bunların dışında üç ana başlığımız daha var. Birisi; şiir defteri, diğerinesir defteri, üçüncüsü masal. Masal “Laedri” imzasıyla manzum masal geleneğini sürdürüyor. Nesir ve şiir defterinde ustalardan seçkiler yer alıyor.

Bizim olmazsa olmazımız, konu ve tür ne olursa olsun, muhtevanın edebiyat tarifi içinde kalabilmesidir. Geleneğin kopuk halkasıyla irtibatımızı kaybetmeden üretmeye çalışmaktır. Herhangi bir ayrım, herhangi bir kategorize, herhangi bir ötekileştirme yapmadan “Ben ne yaparsam yapayım sanat odur” bataklığına da düşmeden kendimizi ifade edebilmektir. Bu yüzden bizim için öz kadar biçim, biçim kadar öz de önemlidir. Baudelaire ile Fuzuli, Cemal Süreyya ile Necip Fazıl yan yana durur. Ahenk’in şairleri hem aruz, hem hece, hem serbest yazan şairlerdir.

OKUMAYI, KIZ TAVLAMAKLA EŞ DEĞER GÖRÜYORLAR

Türkiye’de dergi okuma konusunda sıkıntılar olduğunu düşünüyor musunuz? Özellikle gençlerin dergi okuma merakını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsterseniz “dergi okumak” değil de “okumak” diye daha genel bir başlık açalım. Bu konuyu biraz genişleterek konuşalım. Okuma babından en itici cümle şudur; “Çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırmalıyız” Neden ki? Öğretmeni, anası, babası, arkadaşı okumayan çocuk okuyup da içinde yaşadığı çevreye yabancılaşsın diye mi? Sonra onu nasıl tedavi ederiz diye uğraşırsınız. Okumak önemlidir. Gelgelelim, hiç kimse okumaya meyyal değildir. “Biz okumuyoruz amma çocuklarımızı bu yönde yetiştirmeliyiz.” Büyükler hep yapamadığı şeyi çocuklarından bekler ya, çocuklarımız bizim başaramadıklarımızı başarmak için vardır ya, bu da öyle. Bu konuda en doğal tepki, kitapla arası olmayanların, okuduğu kitapları ulu orta teşhir edenlere duyduğu öfkedir. Onlar kitap okumayı kız tavlamak için gitar çalmaya çalışmakla eşdeğer görürler. Haksız da değildirler. Okuyanların -veya okuduğunu iddia edenlerin- hatırı sayılır bir kısmı bu kategoridedir. Okumayı egolarına eklemleyip sonra teşhire dökerler işi. Oysa bütün bunlara gerek yoktur. Okursun veya okumazsın senin bileceğin iş. Ne senin okuduğun başkalarını ilgilendirir ne de başkalarının okumaması seni. Çünkü mesele okuyanlar-okumayanlar tasnifinde kalmıyor. İşin devamı var. Okuduğunu anlayanlar- anlamayanlar. Roman okuyanlar-bilimsel eserler okuyanlar. Çok okuyanlar- az okuyanlar. Okuduklarından bir şeyler üretenler-üretemeyenler. İnsanoğlunun övünmek için her çareye başvurduğunu biliyoruz. Övünecek hiçbir şey bulamazsa benim mezarın senin mezarını döver diyerek gidip mezar saydıklarını da biliyoruz. Bari işi, okuyanlar okumayanları, şu kitabı okuyanlar bu kitabı okuyanları döver, düzeyine düşürmeyelim.

MEDENİYETİMİZİ DİLİNİ KAYBETTİĞİMİZ ESERLER İÇERİSİNDE ARAMALIYIZ

Mehmet Akif hakkında bir oyun yazdığınızı biliyoruz. Mahsuru yoksa biraz oyundan bahseder misiniz? Akif’i daha çok hangi yönüyle/yönleriyle anlatıyorsunuz?

Mehmet Akif ile ilgili oyun “Şair” olarak isimlendirildi. Şair aslında bir üçlemenin üçüncüsüdür. Birincisi “Yolcu” idi. İkincisi “Derin Hayal” üçüncüsü “Şair”. “Yolcu” Mevlana’nın Mesnevi’sinin, “Derin Hayal” Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin “Amak-ı Hayal”inin, “Şair” ise Mehmet Akif’in “Safahat”ının oyunlaştırılması. Tıpkı bilim gibi sanat ve kültür de geleneğin günümüzdeki halkasıdır. İnsanoğlu çoğu zaman çoğu şeyin kendiyle başladığını zanneder ama böyle değildir. Hatta başlangıç noktası tayin ettiği, milat ilan ettiği olay, eser, insan bile kendisinden öncesinin devamı, kendisinden sonra geleceklerin bir önceki basamağıdır. Biz “gelişmişlik, muasır medeniyetler seviyesi” gibi yapay kavramlarla geçmiş medeniyetimizin izlerini arıyoruz. Ne yaptığımızı, ne aradığımızı bilemediğimiz için bu arayış şaşkınlık içinde sürüyor. Çoğu zaman deneme-yanılma yöntemiyle kendi çevremizde dönüp duruyoruz. Oysa kaybettiğimiz medeniyetimizin izlerini, bugün artık dilini anlamadığımız için irtibatımızı kopardığımız eserlerin içinde aramalıyız. Bu sözü geçen üçleme böyle bir çabanın sonucudur. Onların söylediklerini tiyatronun diliyle aktarma çabasıdır.

AKİF OLMASAYDI ÇÖKÜŞÜN ACISINDAN BİHABER OLACAKTIK

Akif’in şiiri hamaset çizgisinde algılanıyor. Oysa Akif öncelikle insandır. Yaşadığı her şeyle, kişiliği, aile hayatı, siyasi duruşu, dünya görüşü ve benzeri yönlerinden müteşekkil bir insandır. İnsan Akif’i heyecanı, hayali, hayal kırıklıklarıyla nasıl bilir, nasıl bulur, nasıl tanırız? Elbette yine ilk bakacağımız yer onun şiiri olmalıdır. Onun şiirinde ki destan, kendini aşan heyecan insan Akif’i örtüyor, gizliyor. Ayrıca Akif’in yaşadığı dönem Türk Tarihinin en karanlık, en acıklı, en felaketli dönemidir. 1876 – 1911 tarihleri arasındaki kırk iki yıllık süre içinde altı yüz yıllık medeniyet bütün kurum ve kuruluşlarıyla yok olup gitmiş tarih sahnesinden çekilmiştir. Akif bu görülmedik felaketin destanını yazan şairdir. Nasıl Homeros İlyada’yı yazmasa, biz tarihin o dönemi hakkında hiçbir şey bilmeyecek idiysek, Akif olmasaydı, o çöküşün acısından da bihaber olacaktık. Akif o acıyı bütün hücrelerinde hissetmiş, sonra onun feryadını aruzun demir kalıbı içine kurşundan bir eriyik gibi dökmüş insandır. Bize düşen Akif’in şiirini resmi törenlerin ruhsuz metaı hâline dönüştürüp, içini boşaltıp tüketen vefasızlık olmamalıydı. Akif’in oyunda görünür hale gelen iç çatışması, mısralarına yansıyan kelimelerden bulunup çıkarılmıştır. Oyunun eksenini oluşturan üç karakterin konuşmaları bu iç çatışmanın dillendirilmesidir. İnşallah nasip olur sahnelenebilir de bizim ilgilenenlere ipucu vermemiz yerine oyun kendisini yine kendisi anlatabilir.

on5yirmi5.com