Her ayrılık Mimoza Sürgünü’nden iz taşır

Kitap
Mimoza Sürgünü, Kalp Sathı, Defter Kağıdı, Seyahat Albümü, Dünya Yüzü adlı dört ana bölümden oluşuyor. Özellikle Kalp Sathı adlı bölüm Nazan Bekiroğlu okurunu bir hayli etkileyeceğ...
EMOJİLE

Mimoza Sürgünü, Kalp Sathı, Defter Kağıdı, Seyahat Albümü, Dünya Yüzü adlı dört ana bölümden oluşuyor. Özellikle Kalp Sathı adlı bölüm Nazan Bekiroğlu okurunu bir hayli etkileyeceğe benzer. En azından beni en çok etkileyen bölüm olduğunu söyleyebilirim size. Mimoza Sürgünü, Nerede Kayboldun Sen?,Bir Şey Yazacaktın bu bölümün alt başlıklarından.

 “Mimoza Sürgünü’nden,

Öyle bir uzağa düştün ki gönlüm
Buna sürgün derler a canım ayrılık değil’
İki mısra kan. Ben bu ezgiyi de bu dizeleri de defalarca dinlemiştim oysa. Ama o zamanlar böyle değildim. Böyle kırılmamıştı dallarım, ceplerim boş, akçelerim geçersiz kalmamıştı. Şimdi işte ilk kez anlar gibi fark ediyorum ki, sürgündeymişim.” 
diyor Nazan Hanım.
Sürgünlüklerin en güzel teselligahı gibi gelir bana deniz ve gökyüzünün bütünleştiği ufuklar… Bir öte alemin izlerini taşır çünkü. Orada, uzakta, bir yerde/ yersizliktedir işte, vardır ve varlığı tek teselli…Bir gün, elbet bir gün bitecektir bu ayrılık. Vaat edilen zaman gelip çattığında kırılacaktır tüm kilitleri kapıların, bir dönüşü olacaktır her gidişin…
Ve dönüşe dair;
Her ayrılık biraz sürgündü esasen, her gidiş bir yürek bırakmaktı geride ve bir yüreği beraberinde götürmekti.

Döndüğümde, bıraktığım gibi bulmalıydım evimi, camlarını örtmüştüm giderken gözlerini kapar gibi başka gözlere, kapılarını kapatmıştım, emanetleri en iyi muhafaza edene bırakarak takdiri.
Döndüğümde, bıraktığım gibi bulmalıydım her şeyi. Yokluğumda daha bir sessizdi belki ortalık, belki ışıkları yanmıyordu gecelerde ama yine de kutsal bir emaneti taşır gibi, birazdan kapıyı açıp giriverecekmişim gibi, hiç gitmemişim gibi beklemeliydi günlerce.
Kapının önünden geçenler ‘Yok!’ demeliydi bu sessizliğe bakıp. Bir derin yokluk hissi sarmalıydı her yanı. ‘Yine gelecek biliyorum.’ demeliydi sessizlik, geçip gidenlere aldırmadan, ‘Benden geçmez ki…’

Sıcak yaz günlerinde hasretleri soğuturcasına yağmur olarak yağmalıydım camlarıma, herbir damlada içeri dolamayışımı anlatırcasına. Hissetmeliydi en çok ayrı düşmüşlerin gözyaşlarını yağmurlarda. Zamanın bir şekilde akıp gideceğini ve sonbaharın bu yıl o kadar da hüzünlü gelmeyeceğini.
Postacının kapı aralığından attığı mektupları bir özenle, bir özlemle açmalıydı; yüreğim pırpırlanmalıydı. Hızlıca bir okuyup, tüm duyguları anında hissetmeye çalışmalı, sonraki tekrar tekrar okumalarda fark etmediği sözcükleri keşfetmeliydi, her söze yeni, güzel anlamlar  getirmeli ve bir sonraki mektubu beklemeliydi sabırla. Görenler, postacıya sevdalı zannetmeliydi. Her mektup sonrası yine aynı dünyaya dönüp özlem özlem yazmalıydı bir deftere.

Döndüğümde, adıma ithafla bir defter bulmalıydım. Ne kadar çektiysem yazmanın yükünü o kadar -belki daha fazlasıyla- karşılık bulmalıydı.
Döndüğümde, bir köşede yaza yaza tükenmiş defter ve kalemler bulmalıydım. En çok sessizlik birikmiş olmalıydı. Konuşmayan bir dilin dolaşmasına benzer sesler sonra… Gözler anlatmalıydı özlemi ve yokluğu…
Döndüğümde, ‘Görmedik onu hiç’ demeliydi komşular, ‘çıkmadı dışarı’, bir derin hüzün kaplamalıydı içimi, korkulu koşarak çıkmalıydım merdivenleri. O kadar çok beklemiş olmalıydı ki, anahtarın çevriliş sesini yanılsama sanıp kolunu kıpırdatamamalıydı, girdiğimde kapıdan içeri,  her odayı bir nefeste dolaşırken ben, görmeliydim onu secdede yüzü kapalı. Sonra kapıya yaslayıp omzumu, seyredalmalıydım dakikalar boyu.
Neden sonra secdeden kaldırdığında başını, inanmak ve inanmamak arasında tereddütlü adımlar atmalı, yine yanılıyorum zannedip geçip gitmeliydi yanımdan. Şaşkın bakmalıydım ardından, bir iki kelam edecek olmalıydım ama boğazımda düğümlenmeliydi sözcükler, yutkunmalı ve ardı sıra gitmeliydim nereye giderse. Güne alışır gibi alışmalıydı tekrar varlığıma ve ben, alışmalıydım varlığına.
Döndüğümde, bıraktığımdan daha hüzünlü ve zengin bulmalıydım evimi, daha olgun ve daha güvenli…
Döndüğümde, ‘Yurdum’ demeliydi sonra ‘hüzünler ektim toprağına, gözyaşlarıyla suladım seni, umutlar hasat edebilmek adına…’

“Nerede Kayboldun Sen?‘den

Susmuş bir yanardağ. Küllenmiş bir ateş. Akmayan ırmak…
Söylesene, nerede kayboldun sen? Gülden hangi köşe başında vazgeçtin?”
Şikayet mi bu sözcükler? Ne mümkün?
Bekleyişin umut- umutsuzluğunda kalmışların, var ile yokun ortasına düşmüşlerin, acıyan ve acıtan arasında bilincini yitirmişlerin, yaklaşma fiilini andıran öleyazma biçimleri. Hani kalbin atmaz olmaya başladığı anlardan kalma ete kemiğe bürünmüş harfleri ve ‘nasıl gidersin’in söz yaşlarıyla sulanmış örtülü ifadeleri. Kaybetmek en çok da yitirilmek istenmeyenin yokluk biçimi değil mi?

“Bir Şey Yazacaktın‘ dan,
Sen, dudağının üzerinde simsiyah bir mürekkep lekesi, şehadet ve orta parmağının arasında da aynı leke. Bir şey yazacaktın. Yazmak istediğinin tam tersini yazdın. Kağıdın başından öyle kalktın. 
‘Mümkün’ yazacaktın, geriye ‘na-mümkün’ kaldı.
‘Murad’ yazacaktın, ‘na-murad’ kaldı.”

Hiç de yabancı değil bu cümleler bize değil mi? Söylemek istediğimiz fakat şu ya da bu sebepten dolayı bir türlü dile getiremediğimiz pek çok şey var. Belki, sonra, ne önemi var,.. diye diye ötelediğimiz ne çok duygu. Hani aslında söylemeye cesaret edemediklerimiz, o klas duruşumuza uygun olmayacağını düşündüklerimiz ve tabiki o şahane gururumuz. Sonra…söylenmemiş tüm sözlerimizin yükünü, o diğerine yükleyişimiz, ‘seni seviyorum’u değil de ‘seni sevmiştim’ leri daha bir rahat dile getirişimiz…Neden? Geçmiş zamandır çünkü, söylenmesi kolay, olumsuz bir durum olduğunda ‘zaten ben miş’li geçmişin hikayesinden bahsediyorum’ deme pratikliğini taşır değil mi? Nazan Hanım da benimle aynı fikirde olacak ki soruyor:
“Hak ile merhamet arasında ezilen her kibrin , ezenin kalbinde sonsuz üzeri sonsuz yeni bir kibir doğurduğunu hangi cehennem ağzında unuttun?”

Mimoza Sürgünü, Nazan Bekiroğlu, 280 Sayfa, 18,50 TL

Özgül Çağlayan

HaberKültür.net