Dücane Cündioğlu’nun gör(e)mediği gerçek

Kitap
Kitabı yargılayacak olanların önce onu “okuması” gerekir. Thomas Huxley Popper, “kendinizin yanılmış olduğunu kesin olarak bilebilirsiniz ama kesin olarak haklı olduğunuzu hiçbir zam...
EMOJİLE

Kitabı yargılayacak olanların
önce onu “okuması” gerekir.

Thomas Huxley

Popper, “kendinizin yanılmış olduğunu kesin olarak bilebilirsiniz ama kesin olarak haklı olduğunuzu hiçbir zaman bilemezsiniz” diyor. Ben dahi bu sözün arkasındayım ve bu aforizmayı bu haberle kendime hatırlatıyor ve yazmaya; Cündioğlu hakkında yazmaya öyle başlıyorum. Haklı olduğumu kesin olarak bilmeden.

İsviçre’de CERN’de yapılan çeşitli deneyler arasında “Tanrı parçacığı”nı aramak da var. Tanrı parçacığı; yaratılışın başladığı ilk andaki (Kün emriyle harekete geçen) madde. Kendini çoğaltarak evrenin oluşmasını sağlayan kozmik cevher. CERN’de bu madde laboratuar ortamında bulunursa, evreni yeniden “üretmek” mümkün olacak ve insanın tanrılığında son noktaya ulaşılacak.

Oysa biz Müslümanlar, “Tanrı Parçacığını” zaten biliyoruz. Bu besmelenin be’sinin altındaki noktadır. Bu nokta kendisini çoğaltarak; harfleri, kelimeleri ve cümleleri oluşturur; kitap olur kütüphaneleri doldurur ve sonsuza açılan “evrenler”  kurar.

Dört kitabın manası tamamdır bir Elifte
Be dedirsen sen bana be deyicek azarım
Bir Elif tahsil eden münezzehtir âlemden
Endişe iklimine niçin durup gezerim.

Oğlan Şeyhi İbrahim Efendi

Eşyanın zahirine odaklananlar deney yapmak, avuçlamak ve tanımlamak ister
İnsanın özündeki “ruhundan üflenen” Tanrı nefesi, kabına sığamaz. Bu nedenle kendini ifade etmek/aşmak ister. Bunun için söz, yazı, resim, sanat vb. muhtelif yollara başvurur.

İnsan ancak içindekini çıkarır. Bu nedenle kavimlerin farklı alfabeleri olmuştur. Bu alfabeler köşeli, yuvarlak ve karışık karakterde harflerden mürekkeptir. Çin, Sümer, İbrani, Yunan, Roma, Kril, Maya alfabeleri, Mısır hiyeroglifi köşelidir. Hint, Arap alfabeleri kavisli ve eğik harflerden oluşur. (Bu yüzden, bütün dinler doğuda neşvü nema bulur; felsefe Hindistan’da zirveye çıkar.) Cemil Meriç bir ömür bunu anlatır. “Işık Doğudan Gelir” yani.

Kufi stili ile köşeli de yazılabilen Arap alfabesi, zamanla köşeli ve yuvarlak harflerden oluşan bir stilizeden geçmiştir. Hat sanatı, bu karakterin ne zengin bir külliyatı olduğunu güvenle sergiler; sadece hattı bilmeyiz aynı süreçte haddimizi de biliriz. Roma alfabesi köşeli iken Latin alfabesi zamanla karışık harflerden oluşan bir senteze varıp dayanır. Noam Chomsky’nin İngilizce tümceleri kesin biçimde açıklayan matematiksel kurallar aramaktan başı dönmüştür. (İşi Türkçe’de daha kolaydı ama ne yazık ki Türkçe bilmiyor.)

Köşeli alfabesi olan kavimler; akılcı, icatçı, somut ve matematikte başarılı, eşyanın zahirine odaklıdır. Eğik olanlar duygusal, maneviyatçı, anlama yüklenen bir arayış içinde eşyanın batınına yönelir.

Soyutlama yetisi, sınırsız ve sonsuz olanın peşinde anlamak ister; eşyanın zahirine odaklananlar deney yapmak, avuçlamak ve tanımlamak ister. Aslında sağcılar değil; batı “sırtını kesinliğe dayar.” (Sanat ve Felsefe; s.19)  (Türkiye’de sağcılığa sövmek; sola yaranmanın şifresidir. Yoksa sağcılıkla bir hesaplaşmanın değil. Çünkü böyle bir hesaplaşmayı hiçbir zaman dört başı mamur göremiyoruz. Keşke görebilsek!)

Yalanın egemenliği resimle zirveye çıkar
Bu nedenle kelimelerin ördüğü, tanımlanamayan, ancak hissedilen, yaklaşılan ve sürekli değişen/zenginleşen bir evren (kozmos) tasavvuru içinde olanlar eğik harfleri üretir. Tavaf, sema, semah, zikir halkası dairesel; namaz köşelidir. Evren tasavvuruna ulaşmadan, bütün dünyanın kıbleye yöneldiğini tahayyül etmeden ve göz önüne getirmeden namazın dairesel olduğunu kavrayamazsınız. İşte onun için namazlardaki köşeleri dengeleyen; ibadet anında üstümüzdeki Kendi Gök Kubbemiz’dir. Evren’in zahiri tasavvuru kubbe,  başımızın üstünde devasa bir göz gibi bizi sürekli denetler. Bu nedenle cami mimarîsinde kubbe vazgeçilmez bir tasarım olarak belirleyicidir.

Köşeli alfabe ise; göz önünde, dokunulan, görülen bir evren tasavvuru içindedir. Biri şiirde zirveye çıkarken “Önce Kelam vardı” gerçeğini doğrular; diğeri resim, heykel gibi “göz” hizasında -kendisini yaptığı gibi- icadını (eserini-makinesini, sanatını…) dünyanın merkezine oturtur.

“Münteha” ve “Namütenahi” kelimesi size sonsuz çağrışımlar yaparken; dünyada yapılan bütün tabloları uygun bir arazide yan yana getirseniz hepsinin seyrinden bir “evren” algısına ulaşamazsınız. Dünyadan donmuş kareler görürsünüz. Bu kareler peşpeşe hızla eklenince film olur; gözlükle üçüncü boyut aldanması bile eklenir. 3D zihin aldanması üzerine kuruludur.

Bu nedenle İsmet Özel; fotoğrafını çeken ve an’da kendisini dondurup “öldüren” celladına gülümser. Aslında fotoğraf; gez/göz/arpacık ve somutlaşan anın öldürücü etkisine rağmen gülümsemenin çelişkisini vurgular. Hiçbir yazı/kelam/şiir; insanın/­eşyanın/­dünyanın “o anı”nı gösteren resim kadar yalan söyleyemez. Yalanın egemenliği resimle zirveye çıkar. Bu kadar eksik/natamam bir gözle eşyanın hakikatinde bütünleşmeye/aşka/arayışa dair yanıltmayı/aldatmayı başka bir şekilde bulamazsınız. En zahirde olan en gizlidir. Sathi de olsa yükselişe dair bir imada bulunamaz resim. Anlıktır. Geçmişi ve geleceği yoktur; şimdi’de ölümsüzleşme iddiasındadır. Ressamlar eliyle oluşturulan tablo; bir kişinin “gördüğü” o an ile bütün zihinleri, tasavvur ve tahayyülleri ipotek altına alır.

“İlkellikten uygarlaşmaya” tarih anlayışı içinde olanlar; ilkel mağara adamının bile resim yaptığını; buna karşılık medeniyet kuran halkların her zaman yazıyı kendilerini “barbarlardan” ya da “vahşi”lerden üstün kılan en önemli ayırıcı özellik olarak görmüşlerdir.

Göz aldanmaya meyyaldir
Yazı; resimden sonraki bir aşamadır. Soyutlama ile ulaşılmış bir yükseliştir. Örneğin ok resmi yapmak kolaydır ama “hüzün”ü anlatabilmek güçtür.

Sadece alfabeler değil; ibadetler de eğimli, eğik veya daire şeklinde devir eden bir süreci izler. Eşyanın hakikatine dair ilgimiz; seyr, temaşa, nazarla sürer ve ancak huşu/vecd/istiğrakla sona erer. (D.Cündioğlu, Daire’ye Dair, 2007)

“Görmek yalnızlaştırır, dinlemekse tam aksine çoğaltır.” (Sanat ve Felsefe; s.145)

Hayvanların çoğunluğu renk körüdür. Yine de doğal hayatını başarıyla sürdürür. Kamuflaj ustasıdır. Bakan, kamufle olanı bile göremez. Göz aldanmaya meyyaldir. Einstein, “izafiyet teorisini” göz aldanması üzerine temellendirmiştir.

Eşyanın görünen yüzeyi köşeli; iki boyutludur yani. Ancak maddenin iç yapısı küresel, dairesel elektron-proton gerilim ve/veya uyum, çok boyutlu hatta ele geçmeyen bir “istiğrak” içindedir.
Karl Popper’dan beri “hakikatin ne olduğunu” kimse söyleyemez. Sadece işaret edebilir. Hz. Musa hakikati gördüğü halde, Tanrı’yı da görmek istedi. Vaat edilen ülkeye ulaşamadan ölmesi bunun cezası (uyarısı) olarak yorumlanır. Hepimize ibrettir. Görmenin  “es”leri yoktur, duraksız, süreklidir.
Göz kesin olarak gördüğünden emindir ama en çok aldanmaya müsait bir duyudur. Görmediğine inanmamak, alt insanların efalidir. Havas, görmediğinden, göreme­ye­ce­ğinden bir evren kurar. Hatta Vahdet-i vücuda bile ulaşır.

Bu nedenle Dücane Cündioğlu; “aklın hareketi ya doğrusal (müstakim), ya da dairesel (müstedir) olmak zorundadır. Doğrusal sonsuza değin uzanır (teselsül); dairesel harekette ise hareket eden harekete başladığı noktaya geri döner; dönebilir(devr).” (Daireye Dair, s.68) der. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun, Cündioğlu’nun Daire’ye Dair’deki sözünün hakikatidir.

Cündioğlu resimden anlamadığı gibi huşûyu da yaşamamış diyebiliriz
Ancak zaman eskimiş; Cündioğlu yenilenmiştir.
Kuran’ı tercüme etmeyiz. Meal veririz. Çünkü o kişinin tercümesi; Kur’an’dan nasibine göre anlayabildiğinden ibarettir. Bu nedenle hassasiyet gösterilmiş ve “meal” denmiştir. -Cündioğlu bu konuları iyi bilir- fakat Cündioğlu’nun tablo meallerinin, Kur’an mealleri kadar isabetli/özgün olduğunu iddia edemeyiz.

Öyle ki, görmediği, karşısında saatlerini geçirmediği tablo hakkında yazı yazmaya utanır. (s.24) Görmediği, kıyaslamadığı camiler hakkında yazmak kolaydır. On ülkede on değişik camii gezmeyen- (ülkeyi bırak, Divriği’ne, Aksaray’a Ulucamii’ye gitmeyen, buna rağmen cami mimarîsi hakkında kitap yazan); tablo için müze müze gezer. (Sanat ve Felsefe s.25 )

Çünkü, resim ve ressamlar,  Batıda üzerine sayısız yazı yazılmış, kitap üretilmiş bir alandır. Bu konuda yazılanlar Batıda ve distribütör çevrelerdeki seçkin(!) ortamlarda denetime tabiidir. Üfürmek olmaz. Bu ortama aykırı düşen bir cümle, senin resimden de, resmin hakikatinden de anlamadığını o saat ortaya koyar.

(+)

Buradan hareketle; Van Gogh cezaevinden ne kadar anlıyorsa Cündioğlu da resimden o kadar anlıyor hükmüne ulaşırız. Aksi takdirde Hapishane Avlusu “karikatüründen” bir kozmos kurmak, “huşûyla” seyretmek mümkün değil. (s.65) Belki Batıda yazılanların transkripsiyonu. Bir gravürden esinlenen bu resimle çocuklaşan ressam hakkında psikiyatrik açıklama yapabiliriz ama “Hayret içinde seyrettim. Hüzünle. Acıyla. Huşuyla. Önünden ayrılamadım. Şaşmış, şaşakalmıştım.” (s.64) deniliyorsa orada durmak zorundayız;

Cündioğlu resimden anlamadığı gibi huşûyu da yaşamamış diyebiliriz. Bu hükmü destekleyen ifadeler: aynı resim için yazılanlardan. “Venedik’te Peggy Guggenheim koleksiyonunda karşılaşmış ve çarpılmıştım.” (s.26) “Venedik’te Peggy Guggenheim koleksiyonunda görmüş ve adeta vurulmuştum.” !? (s.126)

“Hakkında konuşmayı düşündüğüm her tablonun orijinalini görmek zorunda hissedişim” (s.24)  “Tablolarını bizzat görmediğim bir ressam hakkında konuşmayı gevezelik addederim. Gidip bizzat yerinde eserin aslını görmem gerekir.” (s.31) “Paris, Londra, Roma, Venedik, Floransa, Amsterdam, Berlin, Köln, Frankfurt, Viyana, St. Petesburg, Moskova, Pekin, Şangay, Chicago, New york, Vaşington… Bu şehirlerde çokluk, okuduklarımı aradım. Aşinalarımın evlerini ve mezarlarını. (…) Bir kısmını da buldum, hiç değilse ikinci, üçüncü teşebbüslerimde.” (s.30)

Yaa talip; kültür, zahmetli ve pahalı bir yatırımdır. Öyle “Burak’ın üstünde inecek ve vuslatı reddeceğiz” (s.x) derken uçağa binmeyeceğiz anlamı çıkmaz.

Wittgenstein, bilgi merdivenini tırmanıp kusursuzluğa erişildiğinde, yani basamakları tırmanıp zirveye çıkınca, merdivenin itilmesini öneriyor. Bu nedenle müze gezmek farz-ı ayın, camii gezmek farz-ı kifaye’dir netice olarak. Bu ifademin abd-i aciz (M. Everdi olan bendeki) felsefenin tutarsızlığı deyip geçmeyin; öncelikle Gazali’nin sözkonusu kitabını okuyun, diyebilirim.

Sanat ve Felsefe “zor ile zer arasında” başlıyor. Mağara Gevezelikleri isabetli bir itirafla Hira’ya; Hira’daki anlama değil ne yazık ki –Ashab-ı Kehf’e bile değil; “fırçalarını atölye ışığına ayarlamaktan bıkan”(s.19)lara çıkıyor. Deliler sadece “an avcıları” ve Cündioğlu onları Şems’leştiriyor. Sonunda gelip dayandığı yer; “Celaleddin’i sürüye kurban verdik, halkın nazarına.” (s.19)

Yine geliyoruz -benim gibi- “sürülerin” günahına(!). Halkın nazarına! Biz Albert Camus’nün “Yabancı”sı gibi başkalarının cinayetini işlemekten bir türlü kendimiz olamadık ve “Sürüye saydılar bizi.” Tek majestik duruşumuz da Cündioğlu nezdinde aleyhimize delil oluyor yani.

Haklı olduğu yerler var; sinema, resim vb. alanlarda geleceği göğüsleyecek bir hazırlığımız var mı? Görsel dünyanın neresinde yer alacağız? Karşısında mı yoksa içinde mi? Yoksa böyle gelmiş böyle gider deyip yatacak mıyız? Cündioğlu bu yönde doğuya bir yol mu açmak istiyor, yoksa kendisine “verimli” bir alan buldu kutsal virajlar mı almak istiyor? Kitaplarında bu çok net değil. Benim gayretim; köpeksiz köyde değiliz, Molla Kasımlar var;  öyle savrulup gitmek olmaz demek.
Cündioğlu hangi doğruları “serimlemiş” de halkın nazarı isabet etmemiş?

Öncelikle şunu söylemem gerekir;
Cündioğlu bir gerçeği gör(e)miyor;
Halk bir doğru oluşturmaz.

Onun görevi ortaya konan doğrunun yanında yer almaktır.
Cündioğlu hangi doğruları “serimlemiş” de halkın nazarı isabet etmemiş? Bu da Halvet der encümen’in anlamını idrakten uzak olduğunu ima eder. Çünkü halkın zaafları ile uğraşmak kolaydır ve hiçbir bedeli olmaz. Oysaki devletin, güçlünün, egemen olanın, kültürel oligarşinin zaafı ve hurafesi ile uğraşmak bedel ödetir.

Bedel ödemeden bir hakikate ulaşmak… Bu lükse daha hiç kimse eremedi. Hz. Hüseyin, İmam-ı Azam,  Hallac-ı Mansur, Nesimî ilh…

O zaman senin derdin nedir Talip; Vatikan gibi “halksız” bir gerçek mi? (En çok tablo Vatikan’dadır biliyorsunuz! O kadar yer gezilmiş; arada Roma var ama Vatikan’ı da içeriyor mu kitaptan anlamak zor.)

Yoksa Tek Kişilik Bir Oyun mu?
“Her insan kendi soyağacına tırmanır!”
Cündioğlu nereye tırmanıyor acaba?

Dünya Bizim