Türkler Almanya’ya köle olarak satıldı

Fikir
İsmet Özel, birer mefhum olarak “şiir”in ve “siyaset”in farklı milletler bakımından farklı manalar taşıdığına dikkat çekerek başladığı konuşmasında “şiir”in Türkçe&...
EMOJİLE

İsmet Özel, birer mefhum olarak “şiir”in ve “siyaset”in farklı milletler bakımından farklı manalar taşıdığına dikkat çekerek başladığı konuşmasında “şiir”in Türkçe’de, Avrupa dillerinden farklı olarak “şuur”a, “anlama”ya dair bir etkinlik olarak yer tuttuğuna, “siyaset”in ise “politika”dan farklı olarak “idam cezası” ve “seyislik” mefhumlarıyla irtibatlı olduğuna işaret etti.

TÜRK MİLLETİ’NİN TÜRK ŞİİRİYLE TEMİN ETTİĞİ VARLIK DELİLİ 27 MAYIS’LA HÜKÜMSÜZ BIRAKILDI.
“Türklerin milli varlığı önce lisanlarının aleladelikten kurtulmasıyla cesamet bulmuş bir şeydir. Aruz veznine uyan bir Türkçe aynı zamanda Türk Milleti’nin mevcudiyetinin delili olmuştur. İnsanlar bir şekilde konuşuyorlardı. Ama bilhassa bu topraklarda aruz veznine uyan bir Türkçenin doğması, Türkçenin aruz kalıplarıyla telaffuz edilmesi sonucunda Türk Milleti’nin mevcudiyetinin delili ortaya çıktı. Bu aynı zamanda siyasetin de, yani bu toprakların darül İslam haline getirilmesinin de bir yanını dolduruyordu. Bu toprakların Türkleşmesi ve İslamlaşması şiir kanalıyla aynı hadise olarak tezahür etti. Türk şiirinin doğması demek Türk Milleti’nin doğması demekti. Türk Milleti’nin doğması demek, Türk topraklarının doğması demekti. Bunlar biri diğerinden asla koparılamayacak, birini diğerinden ayırdığın zaman bütün kompozisyon dağılacak bir düzen olarak bilinebiliyor. Şiir bu bakımdan Türklerin millî hasletlerinin merkezinde yer aldı. Yunus Emre’yle başlayan hareket divan edebiyatının safha safha ilerlemesiyle devam etti. Bu aynı zamanda devletin ve Türk Milleti’nin dünyadaki baskın rolü devam ettiği sürece hem toplumun canlı kalmasına imkân sağladı hem de dünyada bu toplumun saygı uyandırmasına vesile oldu. Ama öyle bir zaman geldi ki askeri bakımdan gücünü kabul ettiremeyen devlet kültürel bir zaafa meylederek kurtuluş aradı. Bu da ilk planda şiir bakımından kendini belli etti. Divan Edebiyatı artık toplumu besleyen ve toplum tarafından beslenen bir meşguliyet olmaktan çıktı. Bunun siyasi görünüşü Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla fark edildi. Ondan sonra bir Tanzimat Edebiyatı söz konusu oldu.

Bir toplum kendi değerlerinin hissedilir olmasında şiiri malzeme olarak kullanıyor. Ama bu toplum kendi değerlerinin el üstünde tutulmadığı bir zamanda varlığından endişe etmeye başlıyor. İşte bu endişeyle, nasıl Yunus Emre’den Divan Edebiyatı’na geçişte bir millî cesamet kazanıldıysa; Avrupa’da sanat ve edebiyat olarak kendini kabul ettirmiş değerlerin yok sayamayacağı, küçümseyemeyeceği bir form kazanarak Türk şiiri, Türk Milleti’nin mevcudiyetinin senedi olmaya devam etti. ‘Dünyada hâlâ Türk Milleti var mı?’ sorusunu “Türk şiiri var olduğuna göre Türk Milleti’nin varlığını inkar edemeyiz.” ibaresiyle karşıladı dünya kültürü. Bu, Cumhuriyet sonrasında da böyle devam etti. Türkiye Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırmasıyla birlikte Batı’yla entegrasyonu tamamlanmış bir ülke olarak kimlerin memleketi olduğu sorusunu şiirle cevaplandırabildi. Türkiye’de Mütareke’den sonra yazılan şiir hâlâ bu topraklarda bir milletin izahı yerine geçti. Fakat bu izahat 27 Mayıs 1960 sabahı geçersiz sayıldı. Türk Milleti’nin varlığının Türk şiiri sebebiyle izah edilebileceği vakıası 27 Mayıs 1960 harekâtıyla beraber hükümsüz oldu.”

Genel Başkan İsmet Özel 27 Mayıs 1960 sonrasına işaret ederek devam ettiği konuşmasında, daha önce Türk Milleti’nin varlığının Türk şiirinin varlığıyla izah edilebileceği fikrine kan taşımış biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın 1964’te yazdığı “Dışarıdan Gazel” adlı şiirini okudu.

TÜRK ŞİİRİNİN İŞİ ALMANYA’YA KÖLE OLARAK SATILAN TÜRKLERLE İLGİLİDİR
“Türkiye’nin Avrupa’ya 27 Mayıs 1960’tan dört sene sonra, az önce okuduğum şiirin yazıldığı tarihte işçi gönderdi. Aslında böyle bir şey yok. Biz Avrupa’ya işçi falan göndermedik. 27 Mayıs 1960’tan sonra İsmet İnönü siyasi hayatını devam ettirebilmek için, Avrupalıların, başta Almanlar olmak üzere Türkiye’den köle devşirmelerine müsaade etti. Kendi vatandaşlarını Avrupalılara sattı. Türkiye’de ilk defa insanlar Avrupa’ya, Avrupalıların gelip burada kaşlarını, gözlerini, dişlerini muayene ederek seçtikleri insanlar olarak gittiler. Hatta Avrupalılar ‘Bu Türkler üçkâğıtçıdır’ deyip muayeneyi Avrupa’da tekrarladılar, ‘Araya adam kattılar mı?’ diye. Türkiye bugün beş milyonun üzerinde yerleşil Türk var. İlk büyük göç bu şekilde oldu. Türkiye’de idare yetkisini elinde bulunduran insanların, bu yetkilerini Avrupa’ya tasdik ettirebilmek için Avrupa’nın kendi insanlarını köleleştirmesine izin vermeleriyle başladı. Daha önce Türkiye kendi insanlarını Avrupalıların kölesi haline getirmeyi reddediyordu. Almanya’da İspanyol, İtalyan, Polonyalı, Yunanlı ve Yugoslav işçiler vardı; Türk işçiler yoktu. Yugoslavya’nın başında o sırada Tito vardı ve o kendi milletini ciddiye aldığı, kendi milletinin sorumluluğunu üzerinde taşıdığı için Almanlarla Yugoslavya’dan alınacak hiçbir işçinin vasıfsız işçi olarak çalıştırılmayacaklarına dair anlaşma yaptı. Türkleri ise maden ocaklarına, çöp kamyonlarına gönderme konusunda Türk yetkilileri hiçbir şart koşmadılar.

‘Bir ülkede şairlerin işi nedir?’ diye soracak olursak bilhassa mesela Almanya’ya Türkiye’den giden insanlardır. Biraz önce şiirini okuduğum Fazıl Hüsnü’nün de bir derdi olmuştur ve Almanya’da çöpçülük yapan Türklerle ilgili bir şiiri de vardır onun. Kimdir, nedir, edebi yeri ayrıca konuşulabilir. Ama şair neyin nesidir sorusuna doğru cevabı verme titizliği gösteren bir insan olduğu inkar edilemez.”

Türk Milleti’nin şiirle doğmuş bir millet olduğunu vurgulayan Genel Başkan İsmet Özel, bunun bir işareti olarak, Yunus Emre’nin en az yedi yerde mezarı bulunması olarak görülebileceğine dikkat çekti. “Bundan otuz sene öncesine kadar bütün Yunus Emre şiirlerini ezbere bilen erkekler ve kadınlar vardı bu ülkede. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini bir yerden bakarak okumazlardı. Bütün mevlidhanlar bunu ezbere okurlardı.”

“Bir zihni şekillenme söz konusu. Bir millete mensubiyet aynı zamanda o milletin lisanının en üst numunelerini, en parlak numunelerini hıfzetme, onları nesilden nesile aktarmayla olmuş bir şey. Avrupa’da kapitalizm sonrası doğmuş olan milletlerin hiçbiri zihni seviye bakımından Türk Milleti’nin üstünde değil. Çünkü Türk Milleti şiirle doğmuş bir millet olduğu için bir lisanın en erişilmez, en kusursuz formunu toplum hadisesi haline getirmeyi başarmıştır. Onun için Divan Edebiyatı’nın bir alt basamağı sayılan Halk Edebiyatı bu popülerleşmeyi betonlaştıran bir hadisedir. Birçoklarının sandığı gibi halka mahsus Halk Edebiyatı ile yüksek zümreye mahsus Divan Edebiyatı diye bir şey yok. Divan Edebiyatı esas; fakat Divan Edebiyatı’nın gerektirdiği zihni yeterlilik, bütün halka mal edilemeyeceği için, Divan Edebiyatı’nın bütün zihni verimleri entegre bir şekilde toplumda muhafaza etmek için bir Halk Edebiyatı’mız var.

Siyasetin cilveleri bize bambaşka şeyler yaşattı ve bunların doğrudan doğruya millet aleyhtarlığıyla alakası var. Biz Müslümanlar olarak uzun yıllar boyunca gayrimüslimlere takaddüm ettiğimiz için, Tanzimat sonrasında bu, onların bir öç alma aracı oldu ve bizim edebiyatımıza bir şekilde Türk üstünlüğü, Müslüman üstünlüğü meselesini yabancı mesele haline getirmeyi birileri başardılar. Ama Türk Milleti şiirle yine kendi hissetme gücünü devam ettirdi.”

Batılılaşma meselesinin Türkiye’de meydana getirdiği tereddüt ve şaşkınlığa rağmen iki Türk şairinin Türk şiirinin gücünü dünya ölçüsünde göstermesinde oynadığı role dikkat çeken Genel Başkan İsmet Özel bu meyanda Tevfik Fikret’in “Balıkçılar” şiiri ile Cenap Şehabettin’in “Elhan-ı Şitaa” şiirini okudu.

PARA İLE ŞİİR AYNI YERDE DURMAZ
 “Şiir kelime itibariyle ‘anlama’ demek ise de ‘anlama’nın ne olduğuna dair açıklama şiirden gelir. Biz nesir olarak söylediğimiz sözlerin şiirde aynı yere yerleştirilemeyeceğini anlarız. Şiir ‘anlama’nın daha yukarıda bir şey olduğunu öğretir bize. Şiir orada müsbet bir şeyin olduğunu bize anlatır. Çünkü konuşmak, söz sarf etmek bizim için müsbet bir şeydir. Hatta bizim müsbet bir şey oluşumuz söz sarf edişimizden anlaşılır. Söz sarf etmediğimiz zaman menfiyizdir.”

“Şiir anlamadır. Ama biz şiirle ne anlarız? Şiirle yüz yüze geldiğimiz zaman kendi mevcudiyetimizin nereye ait olduğuna dair birtakım işaretler alırız veya almayız. Aldığımız zaman mevcudiyetimizin mensup olduğu yere dair bir kesinlik elde ederiz. Şiir bizi bir yüksek anlayış alanına çekmek suretiyle bir aidiyet, bir mensubiyet, hem mensubiyet, hem aidiyet çemberi içine alır. Biz buradan kelimeler aracılığıyla edindiğimiz fakat asla kelimelerle ifade edemeyeceğimiz bir pekinlik, sağlamlık elde ederiz. Bu bizi yıllar yılı millet yaptı. Beğendiğimiz ve beğenmediğimiz edebiyat metinleriyle kendimizi bir yere mensup veya oradan bağımsız hissettik. Diğer kısmı tamamen maddi olan bir kısımdır. Maddi dediysem bilhassa paradan bahsediyorum. Rızkımızı temin için neleri çekmeye razı olduğumuzla alakalıdır. Şiir bu bakımdan parayla aynı kafeste kalamaz. Eğer parayla şiiri aynı kafese koyarsanız biri diğerini yer, yok eder. Bugün hangi şartlarda bulunduğumuzu, Türk şiirinin hangi şartlarda bulunduğunu anlayarak, o yüksek anlayış bölgesinde tespit edebiliriz. O yüksek anlayış bölgesinden mahrum isek bizi kolaylıkla günübirlik menfaatlerimiz uğruna birileri kullanabilir. Ama biz şiirden bir yüksek anlayış bölgesi kapabildiysek o bizim bazı şeylere tenezzül etmeme üstünlüğümüz olarak yer tutar.”

Lisanımızın gücünü farkettiğimiz nispette büyük bir millet olabildiğimizi söyleyen Genel Başkan İsmet Özel şunları ifade etti: “Kendileriyle alay edilebilir, kendilerine hakaret edilebilir ve kendilerine yapılan hakaretleri kendilerine yapılan övgü gibi anlayan insanlar üretildi Türkiye’de. İnsanlar kendilerine hakaret edildiğini bilmedikleri gibi bunu övgü sandılar. İnsanlara mesela ‘Demokratik Hedefler’ gösteriliyor ve insanlar bunu iyi bir şey olarak kabul ediyorlar. Demokrasinin neresinin iyi olduğunu sormadan, bir şeyin reddedilmesi gerektiğini demokratik olmayışıyla izah ediyorlar: ‘Bu demokratik değil, dolayısıyla bunu istemiyoruz’ diyorlar. Demokratik olan ne bakımdan işimize yarar; bunu sormaktan aciz bırakılmış haldeler.”

“Şiirin hak ettiği ilgiyi şiire gösterebilirsek siyasetin çarpıtmalarını, yamuklaştırmalarını gölgede bırakacak bir seviyemiz de olur.” diyen Genel Başkan İsmet Özel şiir ve siyaset ilişkisi bakımından şunları vurguladı:
“Siyaset şiirin sağladığını boşa çıkardığı nispette bizi idare eder. Şiirin kazandırdığıyla hareketlerini tanzim eden insanlar siyasetin yönlendirmesinde daha kuvvetli bir pozisyonu ellerinde tutarlar. Ama siyasetin ne olduğunu anlamak için de dünyanın aldığı şekli fark etmek bu şeklin bize olan tesirine nüfuz etmek lazım. … Şiir siyasete bir genişlik sağlar. Siyasetin günübirlik münakaşaların ötesinde bir manayı bize taşıyabileceğini, nakledilebileceğini söyler.”

ŞİİR OKUYUCUSU ŞAİRDEN DAHA CÜRETKÂRDIR!
Şiir okuyucusunun taşıdığı ehemmiyete işaret eden Genel Başkan İsmet Özel konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Şiir alanında ne yapıldığı kayda değer olması için onları kaydeden birilerinin olması lazım. İnsanların kendi mevcudiyetlerinin nereye kaydığı konusunda şahsi endişeleri olması lazım ki şiir bir şey söylemiş olsun. Şairler bizi yaşadığımız çağın neresine bakmamız gerektiği konusunda uyarırlar. Bu uyarıyı dikkate almak diğer insanların işidir. Ama şiir öyle bir şeydir ki şiirle okuyucu olarak meşgul olmak şairle yoldaşlığı gerektirir. Dolayısıyla şiir okuyucusu belli bir aşamadan sonra kendisi de şair sayılması gereken bir varlıktır. Şair sadece şiir yazarak olunmaz, şiir okunarak da şair olunur. O şiirin insan hayatında nereyi aydınlattığını fark ettiği zaman şiir okuyucusu da şairle aynı yolu kat ediyor demektir. Hatta bazen şairden daha öne geçmeye çalışır şiir okuyucusu. Çünkü şair omzunda yumurta küfesi olduğunu düşündüğü için okuyucu kadar pervasız adım atamaz. Okuyucu yürür gider şairlikte! Şairden daha cüretkârdır okuyucu.”

TÜRKLERİN KARŞISINA HEP “AŞAĞI” DÜŞMANLAR ÇIKARILDI
Genel Başkan İsmet Özel Bartın’da yaptığı “Siyaset ve Şiir” adlı konferansında ise şunları söyledi: “Türk siyaseti Haçova Meydan Muharebesi’yle başlayan bir vakıadır. Türk tarihi bununla başlamıyor. Ama Türk siyasi tarihi Haçova Meydan Muharebesi’yle başlıyor. Çünkü bu meydan muharebesi devletin resmi güçleri Haçlı Ordusu tarafından bozguna uğratıldıktan sonra yağmaya dalan Haçlı Orduları üzerine ellerindeki baltalar, nacaklar, bıçaklarla saldıran ve onları hakladıkça da ‘Kâfir kaçtı!’ diye nida fırlatan Türk Milleti’nin kazandığı zaferdir. ‘Kâfir kaçtı!’ nidaları üzerine bozulan ordu geri dönmüştür ve böylece mutlak bir zafer kazanılmıştır Haçlı Ordularına karşı. Türkler Haçlı Seferleri’nden başlayarak hep Haçlı Ordularıyla savaştılar ve bütün galibiyetleri Haçlı Orduları karşısındadır. Karşılarında bir devlet ordusu yoktu. Hep Haçlı Orduları vardı. Türk milleti milli şahsiyetinin en temayüz etmiş, en olgunlaşmış şeklini Çanakkale Muharebeleri sırasında ortaya çıkardı. Çanakkale Savaşı’nın Türk siyasi tarihi bakımından çok büyük önemi var. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da ve kısmen Orta Avrupa’daki hâkimiyeti Batı’da yükselen medeniyetin en büyük sıkıntısı idi. Bu hâkimiyete son vermek için birçok hadise yaşandı, birçok plan uygulandı. Avrupalılar, Avrupa’nın Yeni Dünya’daki büyük güçleri Türklerin Avrupa’dan atılması hadisesine, atılmasını hedefleyen ve başarı elde etmek için bütün güçlerini sarf ettikleri hadiseye Şark Meselesi dediler. Avrupa siyasetinde Türklerin Avrupa’dan atılması Şark Meselesi olarak adlandırıldı. Türkler, falan gibi kelimeleri zikretmiyorlardı: ‘Şark Meselesi’ni nasıl çözeceğiz?’ Bir İngiliz; Carlyle, arkadaşına yazdığı bir mektupta ‘Şark Meselesi çözülürken zinhar ‘Konuşulamaz Türk’ü işin içine katmayın!’ diye bir tavsiyede bulunuyor. Unspeakable Turk! Şark Meselesi halledilirken Türkleri işin içine katmak, onların bu konuda söz hakkı olduğunu kabul etmek manasına geliyordu ve Türklere Avrupa’dan çekip gitmeleri fikri bir türlü benimsetilemiyordu. Onun için Carlyle’ın söylediği şey ‘Unspeakable Turk. Konuşulamaz Türk! Bunlara anlatamıyoruz Balkanlar’dan çekip gitmeleri gerektiğini! Konuşamıyoruz bunlarla!’”

 “Batı’nın büyük güçleri Türklerin tarih sahnesindeki tayin edici rolünü sıfırlamak için bir taktik uyguladılar. Hiçbir büyük güç Türklerle birebir karşı karşıya gelmedi. O sırada Avrupa’da Düvel-i Muazzama denen unsurların hiçbiri Türklerle siyasi ve askeri zıtlaşmada iki cephe olmadı. Her zaman Türkleri kendi içlerindeki unsurlarla baş başa bıraktılar ve dünyaya da bunun propagandasını yaptılar: ‘Türkler Bulgarları mahvediyor, Türkler Sırpları mahvediyor, Türkler Yunanlıları mahvediyor, Türkler Arnavutları mahvediyor…’ Türkler devamlı olarak kendi hâkimiyetleri altındaki insanlarla çatışma halindeymiş ve Türklerin defterini de bunlar dürebilirmiş imajını yaratıyorlardı. Türkler her zaman karşılarında birtakım uşakları, kuklaları, aletleri, robotları buluyorlardı. Bunun böyle olduğunun delili şudur: Türkler her zaman üstün, Türklere düşman olanların her zaman aşağı olduklarının delillerinden biri isyanı başlatmak üzere hareket eden Aleksandr İpsilanti’nin kızını Türk komşusuna emanet ediyor! Bu işler böyle yürüyegeldi. Çanakkale savaşlarının bu bakımdan önemi çok büyük. Türkleri her zaman kendi uşaklarına mağlup etmeye gayret eden, buna şartlandırılmış, bunun rahatlığına alışmış olan unsurlar ilk defa 1915 yılında Türklerle yüz yüze gelmek zorunda kaldılar. Çanakkale Savaşı’nda karşımızda doğrudan doğruya İngiliz ve Fransız donanması vardı. İngiliz ve Fransızların kışkırttıkları birtakım unsurlar yoktu, doğrudan doğruya kendileri vardı. Ve doğrudan doğruya kendileri Türklere karşı hiçbir şey yapamaz duruma düştüler. Önce rahatlardı: “Ne yapalım Sırplar beceremedi!” oluyordu. Ama ilk defa kendileri tersleniyorlar ve dayak yiyorlardı. İşin öbür tarafı da Türk siyasi tarihi bakımından çok önemli çünkü Türkler Çanakkale Muharebesi dolayısıyla ilk defa vatan hadisesinin göbeğine oturdular. Artık vatan veya hiç. Bu vardı. Çanakkale geçilebilir olduğu halde Türk milleti vatan mefhumundan tecrit edilmiş olacaktı. Acayip bir Türk Milleti’nden bahsedilecekti. Ama Çanakkale Savaşı’nın verilmesiyle vatan ve Türk kenetlendi. Bu her bakımdan, sadece moral bakımından değil, bütün dünya siyasetinin çekilip çevrilişi bakımından, hiç şüphesiz ki iktisadi bakımdan, sosyal bakımdan bir dönüm noktasıydı. Eğer İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale’yi geçebilmiş olsalardı Çarlık Rusya’sı çok büyük bir teminata kavuşmuş olacaktı. Çünkü Çanakkale’yi geçen İngiliz ve Fransız donanmaları İstanbul’u Ruslara teslim etmek üzere gemilerini demirleyeceklerdi ve bu iş bambaşka bir yere gidecekti.”

Türk şiirinin son modern atılımı olan İkinci Yeni’nin en çok önem verilen ve dikkat çeken ismi Turgut Uyar’ın Mehmet Akif’i şairden saymayan tavrına dikkat çeken Genel başkan İsmet Özel şunları söyledi: “Millet hayatı bakımından meseleye baktığımızda karşımıza çıkan şey Mehmet Akif’in Türk şiirinin doğuş şartlarına sadık yegâne şiir yapısını kurmuş olmasıdır. Hâlbuki Turgut Uyar ve onun frekansındaki şairlerin Türk şiirinin doğuş şartlarına sadakatten ziyade, aktüel güncel dünya şartlarında Türk şiirinin ehemmiyetini tebarüz ettirmek, bu ehemmiyeti yakalamak ve yansıtmak gibi bir derdi var. Hâlbuki Mehmet Akif millet hayatıyla milletin yazı hayatı arasında bir eşzamanlılık, bir senkron ortaya çıkardığı halde Mehmet Akif’i şair kabul etmeyen anlayış bu senkronu bilmez, görmez ve kabul etmez, eğer görebilecek bir yere gelirse. Trük milletinin varlığıyla Türk milletinin yazı hayatının bir senkronu aksettirdiğini bize gösteren Mehmet Akif’tir.”

GÖZLEMEMİZ GEREKEN YEGÂNE ŞEY RESULULLAH’IN ÖZLEMİDİR!
Konuşmasında Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” adıyla bilinen şiirini okuyan Genel Başkan İsmet Özel, millet hayatı ile milletin edebi hayatı arasındaki senkrona dair işaretlerin buradan görülebileceğine dikkat çekti. “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi”mısraının bir mübalağa olmadığını, tarihi hakikatler dikkate alındığında bunun yerli yerince bir mısra olduğunu vurgulayan İsmet Özel şunları ifade etti: "’Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına’ mısraı da mübalağa gibi görünebiliyor. Çanakkale şehitlerinin mezar taşı ancak Kâ’be olabilir! Ama henüz 1915 yılındayız! Garip bir şekilde, bir yıl sonra o taşı bulamayacaksın! İstesen de getirip başına koyamazsın! Çanakkale şehitleri şiirinin, bu şehitlerin bize kazandırdıkları şeyin bedelini ödemeye bizim gücümüzün yetmeyeceğini anlattıktan sonra “Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.” demesi bugün yaşadığımız şartlar bakımından bizim için bir mana taşıyor. Hepinizin bildiği bir hadis-i şerif vardır: ‘Gelecekteki kardeşlerimi özlüyorum!’ Mehmet Akif’in kafasından bu hadis geçtiği için mi bu mısraı yazdı, bilmiyorum. Ama bu mısra okununca benim aklıma başka bir şey gelmiyor. Bizim de insan olarak gözetmemiz, gözümüzü dikmemiz gereken tek şey, eğer bir şekilde layık olamasak bile biraz yaklaşabilme imkânını kolladığımız, Resûlullah’ın özlemi olması lazım. Biz o özlemin şöyle kıyısından köşesinden bir yerine bulaşabilirsek iş tamamlanmış olur.”
“Kur’an-ı Kerim’in nazil olması dolayısıyla insanlığın nasıl bir rahmetle karşı karşıya olduğunu anlamamız Çanakkale şehitleri şiiri sebebiyle de mümkündür. Eğer biz dünya hayatının ahiret hayatı derecesinde önemli olduğunu düşünüyorsak Müslümanlığın lüzumsuz bir şey olduğunu düşünmemiz lazım. Hiçbir ayette veya hadiste dünya hayatının rezil bir şey olduğu söylenmez. Ama her fırsatta ahiret hayatının daha hayırlı olduğu söylenir. Bu ahiret hayatının daha hayırlı olmasının dünyanın mahiyetini anlamada bize yardımcı olması lazım. Tabii ki cennet özlemi Müslümanın hayatında ciddi bir yer tutar. Ama bu cennet özleminin dayanağının ne olduğunu bilmek lazım. Eğer Allah’ın emir ve nehiyleri birilerinin küçültücü muamelelerine maruz bırakılmışsa ve Allah’ın emir ve nehiylerini esas sayan insanlar bu küçültücü muameleyi defedecek bir hareketin içinde değillerse bizim Müslüman olmamızın hiçbir manası yoktur. Hepinizin bildiği şey, Mekke müşriklerinin Resûlullah’a davasından vazgeçmesi mukabilinde kadın, servet ve reislik teklif etmesidir. La ilahe İllallah Muhammeden Resûlullah davası devreden çıkarılarak dünyada lezzetler hazlar ve iktidar gücünün vazgeçilmez değerler olarak kabul edilmesiyle gayrimüslim bir hayat yaşanabilir. Dünyada gayrimüslimler yaşıyor, bu olabilen bir şey. Ama Müslüman olmak demek bunun istiskal edilmesini sağlayacak bir alanın temsil edilmesi demek. Bunu Asrısaadette de insanlar tam olarak fark edemediler. Resûlullah irtihal ettiği zaman anlaşıldı ki zırhlarından bir tanesi bir Yahudi’de rehinmiş! Bu Mekke’nin fethinden sonra olan bir şey. Devlet başkanı! Bize bir şeyin iyi olduğunu dünya hayatımızı kolaylaştırması sebebiyle ispat edenlere bizim güler yüz göstermememiz lazım. Ama bu endişeler artık Türkiye’de ortadan kalktı. Çünkü Türkiye’de Çanakkale şehitlerinin endişeleri yer sahibi değil. Türkiye’de sadece dünya düzeninin zorla veya kandırma usulüyle dayattığı alet sevgisi hâkim Türkiye’de. Bu yüzden benim de size bir şey anlatmam gittikçe zorlaşıyor. İnsanlar Türkiye’de televizyon dizilerini ülke dışında pazarlayabilmeyle övünebiliyorlar. O dizilerin kalitesi, onlardaki Türkçe zenginliği(!)ni tartabilecek insan yok Türkiye de. Çünkü 1953 yılından itibaren muhtevası ne olursa olsun eğitimin kalitesi şiddetle düşürüldü ve bu düşüş bugüne kadar geldi.”

BUGÜN İNSANLAR AHLAKEN NE KADAR REZİLSE SİYASETEN O KADAR YUKARIDA!
“Türkiye’de bir daha Sakarya Meydan Muharebesi’nin cereyan edeceği ve bu muharebenin bir daha kazanılabileceği konusunda hiçbir işaret görmüyorum. İstiklâl Marşı Derneği kurulurken bunu belirtmiştim ve hala bu geçerli. Türkiye’de bir çizgi yürüyor ve bu çizgi Türkiye’nin haritadan silinmesini gerçekleştirecek istikamette ilerliyor. Ama bu, Türkiye’de yaşayan insanların endişelenmesine sebep teşkil etmiyor.”
“Asıl söylenmesi gereken şeyleri söyleyemiyoruz. Bunun sebebi cezaya çarptırılma korkusu değil. Bunun sebebi, asıl söylenmesi gereken şeylerin söylenmesini bekleyen insanların namevcudiyeti. İnsanlar kafalarındaki soruların cevaplarını bulmuş olarak yaşıyorlar. Bir bakıma sorusuz yaşıyorlar. ‘Acaba’ dedikleri hiçbir konu yok. Çok kısa bir zamanda hayatın görünür manzarasında kendilerinin tatmin olduğu bir kaleyi işgal etmek insanların zaten buldukları ve tatmin oldukları bir şey.”
Waldo Sen Neden Burada Değilsin isimli kitabının ithaf ifadelerini hatırlatan Genel Başkan İsmet Özel, kendisi için şiirin ve politik bağlanmanın sağladığı tekinliği hatırlatarak şunları söyledi: “Türkiye’de bu iki şey, şiir ve siyaset Türkiye dışından, Türkiye’nin dünyada kayda değer bir yer sahibi olmaması için hususi gayret sarf eden çevrelerin emrindeki insanlar tarafından laçkalaştırıldı. Türkiye’de şiir altına sığınılacak bir saçak olmaktan çıktı, kiremitler uçtu… Siyaset de maalesef ahlaki zaafın mükâfatlandırıldığı bir alan haline geldi. Bir insan ahlaken ne kadar rezil ise siyaseten o kadar yukarıda.”