Türkiye modernleşmesini tamamladı mı?

Fikir
Türkiye laboratuvar gibi bir ülke… Zaman sanki hızlandırılmış gibi akıyor ve bizler belki de yüzlerce yılda gerçekleşecek sosyolojik, sosyo-politik değişime, normalin yüzde biri sürede tanık oluyor, s...
EMOJİLE

Türkiye laboratuvar gibi bir ülke… Zaman sanki hızlandırılmış gibi akıyor ve bizler belki de yüzlerce yılda gerçekleşecek sosyolojik, sosyo-politik değişime, normalin yüzde biri sürede tanık oluyor, sonuçlarını çok kısa sürede görebiliyoruz.

Geçenlerde bir sohbette sanki çok sıradan bir şey söylüyormuş gibi kıymetli dostum Yıldıray Oğur “Türkiye’nin modernleşmesini tamamladı” deyiverdi ve şöyle bitirdi cümlesini: “İki yüzyıldır devam eden modernleşme mi olurmuş? Bu kadar işte, modernleştiğimiz kadar modernleştik.”

Üzerine konuşma fırsatımız olmadı ama ben bu cümleler üzerinde epey düşündüm. Modern olmakla, olmamak arasında arafta kalan bir toplum olduğumuz çokça söylenir ve neredeyse herkes tarafından da sorgulanmadan kabul edilir. Bizler, Batı ile Doğu arasında kalmış, ne Doğulu, ne de Batılı olabilmiş, arafta sallanan, serseri kurşun gibi oradan oraya seken bir toplumuzdur ve bu durum artık bizim sabit karakterimiz olmuştur.

Çoğunun aklına, modern öncesi de aslında ne Batılı, ne de Doğulu olduğumuz, modernleşme sürecinin tabii ki bizleri derinden etkilediği, ama bunun genel kaideyi bozmadığı, bu coğrafyaya özgü geçmişte birçok özel durumdan bir tanesini daha yaratmış olduğu pek gelmez.

Anadolu ve Rumeli, aslında geçişkenliğin, melezliğin, etkileşimin, kültürel alışverişin genel kaide olduğu özel bir coğrafyadır. Anadolu, kendisine gelen hiçbir şeyi reddetmez, onu içerir, özümser ve kendi renklerinden birisi yapar. Tıpkı Anadolu Müslümanlığı gibi, bu toprakların olguyu, kavramı veya eşyayı kendine has kılma gibi bir özelliği var. Nitekim Tanzimatçı Batıcılar, sonra İttihatçılar ve nitekim Kemalistler, aslında imkânsız olan bir şeye yeltenmiş, ülkenin tamamen modernleşebileceğini, geçmişinden kopabileceğini ve yeni bir kimlik inşa edilebileceğini düşünmüşlerdi. Etkisi olmadı mı, oldu. Ama ülke bu projelerin de işine yarayanını aldı, tadil etti ve kullandı. İşine yaramayanlarını çöpe attı. Bu arada özgün kimliklerin üzerinde 80 yıl süren bir istibdat dönemi yaşandı. Halk, gerçekte ne olduğunu hep bildi ama tepkisini geride tuttu, yüzleşmeyi erteledi. Bunun sadece korku veya ikiyüzlülük içerdiğini söylemek haksızlık olur. Bu bir direnme stratejisiydi.

Bugün artık “nasıl”, “niçin” ve “aslında ne” sorularını sormaktan korkmayan milyonlarca insan, kompleks ve korku duymadan toplumsal ve kişisel tarihiyle yüzleşiyor. Soru sorduğunda altındaki zemini kaybedeceği korkusunu neredeyse tamamen üzerinden atmış vaziyette. Tabii bunu yapanlar, dindarlar ve Kürtler daha çok. Çünkü bu iki büyük kesim, kendi kimliklerini yapay bir projeye totaliter laiklerin bağladığı kadar bağlamadı. Bunun, ümmet kavramını merkezine koyan ve bir kuluçka görevi gören dinin ve etnik kimliğin (Kürtlüğün) etkisi kadar, Anadolu’nun zaten hep bir orta dünya olması, bu iki kesimin Kemalist devletin üvey evlatları olarak kalmış olmaları gibi nedenleri de var.

Ne iyi ki, Kemalist rejim, gittikçe seçkinleşerek dindarları ve Kürtleri ötekileştirerek kendi konforlu kültürel kıyma makinelerinden uzakta tuttu. Çeperde kalmak demek, Kürt olduğu için ezilmek demek, aynı zamanda direnişin (özgünlüğün) canlı tutulması demekti. Hatta Kürtçenin yasaklanması, başörtüsü yüzünden insanların haklarından olması, bedeli ağır da olsa kendi başına kalmak, ehlileşmemek anlamına geldi. Bu nedenle, bu iki kesim değişim karşısında totaliter laiklerin aksine kayıp duygusu veya bir melankoli halinden mustarip değiller. Mesela Ekmel Bey projesini ta Yozgat’tan tanıyıp dudak büken Anadolulu teyze, böyle bir hikmeti, 80 yıllık kesintiden az etkilenmesini, çeperde tutulmasına ama temelde bir orta dünyalı olmasına borçlu.

Evet, bizim modernleşmemiz bu kadardı ve bundan daha fazlası da olmayacak. Ancak, ilginç bir şekilde, bizler Kemalist kesintinin dayattığı kimliği üzerimizden korkmadan sıyırıp atarken, miadı dolmuş modernin sonrası için de sorular sormaya başlamış bulunuyoruz. Yani, bir Fransız bugün bir Türkiyelinin sorduğu soruları sormaya başladığında, muhtemelen en az bir yarım yüzyıl daha geçmiş, bizler ise kendi modern sonrası kimliğimizi bir orta dünyalı olarak inşa etmiş olabileceğiz. Çünkü kimlik en nihayetinde bizlerin hayata cevap verme biçimlerimizden neşet eder ve kaybedilecek bir şey değildir. Mümkün olmayan bir şeyden ölesiye korkmanın saçmalık olduğunu görmek, bilakis geleceğe dair güven hissini inşa eder.

AK Parti hareketinin Milli Görüş’ten, Erdoğan liderliğinin de Erbakan ekolünden neşet etmesi, Öcalan’ın modern paradigmadan çıkışını Anadolu’nun çok kültürlü yapısı ve Mezopotamya uygarlığının belleğinde bulması bir rastlantı değil, Orta Dünya’ya dair hafızayı geri çağırmaydı. Öcalan’ın Diyarbakır’da İslam Kongresi toplamasını popülizm olarak yorumlayanlar yanılırlar. Öcalan da kendisine göre yüzünü çevireceği berrak bir su arıyordu ve kanımca buldu. Aslında varolan vardı ve orada duruyordu. Erbakan’ın Milli Görüş’ü, ekonomi modellemeleri, ortak havuz gibi çözümlemeleri, öyle yabana atılacak fikirler veya icraatlar değildi. Kürt sorununun çözümüne ise Özal ve Erbakan’ın cesaret etmesi de rastlantı değildi. Erbakan’ın “Sen ne mutlu Türküm dersen, Kürt de ne mutlu Kürdüm der” sözü zihniyet açısından pek çok şeyi özetliyordu. Erdoğan’da ise bunların ileri, olgunlaşmış, hatalarından oldukça arınmış hallerine şahit olduk. Çözülmez denen Kürt sorununu Erdoğan’ın çözebiliyor olması da Orta Dünya’ya dair bir bellek yenilemesinin ve özgüvenin sonucudur.

Yaşanan bu eşsiz sürece gerekli saygı gösterenler gerçekte neler olduğunu daha iyi anlayabilirler. Ülkede bellek yenilemesiyle yaşanan şey, kesintili zamanın yeniden kendi doğal üç boyutuna kavuşması anlamına geliyor. Yani artık zaman 1923’te başlamıyor, gelecek ise modern tahayyüllerin kısıtında değil. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek birbirine düşman olmadan yeniden birbirine bağlanıyor, melezleşiyor, iç içe geçiyor. Basit bir hikâyeden veya bir metafordan bahsetmiyorum. İnsanın zaman algılamasında bütünlüğe kavuşması, kimliği ile barışmasını, tersinden ise, kimliğine dair cesurca sorulan sorular, zaman ve mekânın geçmiş ve gelecekteki uzamları ile buluşmasını sağlıyor. Bu değişimin ürünü ise, özetle Yeni Türkiye’yi yaratan sosyo-politik köklü değişiklikler demek.

Erdoğan işte modernleştiği kadar modernleşen, ama aslında “batının iyi ve bizlere uygun taraflarını” alıp onu yerelleştiren bir Orta Dünyalı. Erdoğan bir modern değil. Modern sonrasının liderlerinden. Yani modernizmin veya Batı’nın mutlak üstünlüğünü içselleştirmek gibi bir nosyona sahip değil. Hatta buna fazlaca tepki duyduğu için bazı geçici aşırılıklara bile gidebilir; ama bu liderliğinin değerinden bir şey kaybetmesine yol açmaz. “Yüzümüzü çevirecek berrak bir su arıyoruz” derken, aslında 80 yıldır dayatılan kimliğin suniliğine ve insan dışılığına dair bir silkinmeyi ima ediyordu.

Borç bittiğinde partisinin içinde dahi yeni bir IMF anlaşmasına razı edilmeye çalışılan, üzerinde büyük sermaye tarafından baskı kurulan, tehdit edilen Erdoğan, işte bu Orta Dünyalı zihniyet sayesinde anlaşmaya “hayır” dedi ve ülkenin ekonomi zihniyeti önünde muazzam bir yeni alan açıldı, ezberler yıkıldı. Öğretilmiş çaresizliği yenmek için bir “Gestalt switch” yaşanması gerekiyordu ve o da Batıcı zihinsel sınırın, kompleksin giderilmesini talep ediyordu. Erdoğan’ın önünde ne kadar geniş bir zihniyet ve hareket alanı açıldığını tahmin edebiliyorum. Dayatılmış sınırları yıkmak, Erdoğan ile kitlesi için moderni ve onun dayattığı kimliği sorgulama anlamına geldi ve elde edilen her başarı, özgüveni arttırdığı oranda suni korkuları da yıktı geçti. Kimliği, kemalizmi, şoven milliyetçiliği, romantik İslamcılığı terk ettiğinizde dünyanın sonu gelmediği gibi, önünüzde özgün dünyalar açılıyordu. 1915 için taziye mesajı da böyle bir özgüvenin ürünüydü. Çözüm Süreci veya Paralel Yapı ile giriştiği mücadele de öyle.

Şimdi pek farkına varılmıyor ama, bu eşikte, Erdoğan yeni bir koalisyon oluşturuyor. Bu koalisyon kabaca Yeni Türkiye mukimleri olarak adlandırılabilir. Bir önceki kadar melez bir yapı bu. 2010 referandumuna kadar gelinen yapıda tadilat yaşanıyor. Bu tadilat olması gerektiği gibi zihniyet ayrışması üzerinden gerçekleşiyor. İçinde tabii ki ana iki kolon olarak dindar taban ve Kürtler var. Ama diğer renkler de var.

Üst yapıların, mesela HDP’nin tavırlarının geçiş sürecinin geçici sapmaları olduğunu söylemek mümkün. HDP post-PKK dönemine hazırlık için çok değerli olan bu zamanları Öcalan’ın rotasından saparak harcıyor gözükmekte; ancak müdahale gecikmeyecektir. Bu müdahale Öcalan’dan çok dindar Kürtlerin itirazları üzerinden yaşanacak. CHP ve MHP ise en geç 2015’te bu halleriyle son seçimlerine girecekler. Totaliter laikler dindarlar gibi cesurca kimliklere dair sorgulamaya henüz girişmedikleri için bu alandaki sıkıntı devam edecek. Ama bu sıkıntı bile CHP ve MHP’nin bu halde kalmalarına müsaade etmeyecek. CHP, Sözcü’nün siyasi versiyonu haline gelebilir, iyice marjinalleşebilir. Yani CHP’den özgürlükçü bir sosyal demokrat parti çıkmasını umanlar, önce faşist bir parti sürecine hazır olsunlar. MHP ise post PKK dönemi için Anadolu yurtseverliği ve hizmet siyaseti türünden çareler bulamazsa, tabanını tamamen kaybedebilir, marjinal oranlara inebilir.

 

Ancak Erdoğan’ın Yeni Türkiye konseptiyle uyum sağlayamayan AK Partililer de olacak. Bunun işaretlerini şimdiden görebiliyoruz. Batının mutlak üstünlüğü saplantısını aşamamış, Tanzimat döneminde Paris veya Berlin’den ağzının suyu akarak ve bir o kadar da kendi kimliğine nefretle ülkeye dönen bürokratların ruh halini taklit eden bir kesim var. Bir kısmı ise Erdoğan’ın güçlü liderliği ardında iyice tembelleşmiş ve heyecanlarını yitirmiş, konformizme savrulmuş haldeler. Erdoğan’ın Çankaya çıkışı sonrası neler olacağına dair korku daha çok bu konformizme halel gelip gelmeyeceği ile ilgili. Paralel yapı ile uzlaşma arayışları da öyle. Yeni Türkiye kısa devre yapanların veya yetersiz kalanların üzerinden silindir gibi geçecek. Bugün konuşulan birçok ismin birkaç sene sonra siyaset sahnesinde esamisi bile okunmayacak. Bu süreci Erdoğan’ın kendisi bile durdurma özgürlüğüne sahip değil.

Bu tahminlerim, sıkıntısız, zahmetsiz veya çelişkisiz gerçekleşmeyecek. Paralel yapı 17/25 Aralık, CHP-MHP ve diğer antik particikler çatı adayı gibi zayıf formüller ile bu sürecin önünü kesmeye çalışmakta. Bu mümkün olsa bile, birçok gereksiz bedel ödeyip (buna öncelikle Türk ve Kürt gençlerin hayatları da dahil) sonra yine aynı noktaya geleceğiz. 28 Şubat’ı yapanlar “Bin yıl sürecek” demişlerdi ama beş yıl sonra Türkiye’de bir halk devrimi başladı. Neden fazladan, lüzumsuz acılar çekilsin ki?

Hasılı, biz 200 yıl önce de ne Batı ne Doğu’yduk. Bugün de öyle. Biz biziz. Orta dünyalıyız. Nevi şahsına münhasırız. Buna alışsak iyi olur.

İnsanın kendisi olmasından daha güzel bir şey yoktur çünkü.