TSK’da ilk kez iki farklı Atatürkçü blok

Fikir
Alper Görmüş’ün serbestiyet.com’daki yazısı.. 15 Temmuz’daki kanlı darbe girişiminin gecesinde darbecilere karşı direnenler arasında Ergenekon-Balyoz davalarından yargılanan askerleri...
EMOJİLE

Alper Görmüş’ün serbestiyet.com’daki yazısı..

15 Temmuz’daki kanlı darbe girişiminin gecesinde darbecilere karşı direnenler arasında Ergenekon-Balyoz davalarından yargılanan askerlerin de bulunması, basınımızın sık sık dile getirmekten hoşlandığı bir konu… Buradan hareket ederek, a) Atatürkçü-ulusalcı askerlerin artık darbeci olmadıkları, onlardan meşru hükümete karşı herhangi bir müdahalenin beklenmemesi gerektiği, b) 15 Temmuz darbesine katılan askerlerin tamamının Gülenci askerler olduğu hususları “ispatlanıyor.” Bir taşla iki kuş…

Ne var ki bu argümantasyon ve kurgu, ancak varsayımını delil sayan bir akılla mümkün… Oysa olgu, 15 Temmuz’a hatırı sayılır sayıda Atatürkçü subayın da katıldığını gösterip varsayımı çürütüyor, bu da meseleyi içinden çıkılmaz bir çelişki yumağı haline getiriyor: Çünkü 15 Temmuz’da Atatürkçüler hem darbeye karşı direndiler hem de darbeye katıldılar; bunların ikisi de gerçek.

Bu mantıksal çelişki ancak şu hükümle giderilebilir: Orduda kendilerini “Atatürkçü” olarak tanımlayan iki öbek vardır, bunlardan biri hükümetin yanında darbeye direnmiş, öbürü ise hükümeti devirmek için Cemaat’le birlikte hareket etmiştir.

Evet, durum tamı tamına budur ve bu da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) tarihinde ilk kez iki ayrı Atatürkçü blokun var olduğunu göstermektedir.

Yazının bundan sonrasında bu ayrışmanın nasıl ortaya çıktığına odaklanacağız…

“Düşmanımın düşmanı dostumdur”

17-25 Aralık’ta (2013) Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) Gülen Cemaati’ni düşman ilan etmesinden sonra, iktidarın, “düşmanımın düşmanı dostumdur” düsturunca, eski devlet iktidarı (Ergenekon) ile ittifak arayışına girmesi beklenebilir bir sonuçtu.

Ben, bunun güçlü bir ihtimal olduğunu ilk kez 20 Nisan 2014’te, yani 17-25 Aralık’tan dört ay sonra Al Jazeera Turk’te kaleme aldığım Cemaat ile hesaplaşmada hükümet-Ergenekon işbirliği muhtemel başlıklı yazıda ifade etmiştim.  

Bir yandan Ergenekon, öbür yandan Cemaat

Sonrasını biliyoruz; bu ittifak zamanla ete kemiğe büründü, sistemli bir hale geldi. 15 Temmuz 2016’ya gelindiğinde iktidar medyası, kapılarını çoktan Cemaat’e karşı hükümete destek veren eski Ergenekon ve Balyoz sanıklarına açmıştı…

15 Temmuz’dan sonra ise bu kişiler iktidar medyasının en muteber konukları haline geldiler.

Nisan 2014’te AK Parti-eski müesses nizam güçleri ittifakından bir “ihtimal” olarak söz etmiştim ama, aslında AK Parti’nin 2002-2013 arasında Gülen Cemaati’yle kurduğu ittifak gibi, 2013’ten itibaren Türkiye’nin eski müesses güçleriyle kurduğu ittifak da bir anlamda kaçınılmazdı. Çünkü devletin silahlı ve silahsız bürokrasisi bu iki güç tarafından parsellenmiş durumdaydı ve AK Parti, Milli Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak “devlete sızma” perspektifine sahip olmadığı için, iktidara geldiğinde devlet içinde dayanabileceği kadrolar son derece sınırlıydı.

Dolayısıyla, kendisini gayri meşru yollardan iktidardan alaşağı etmek isteyen iki güçten (Ergenekon ve Cemaat) birine karşı öbürüyle ittifaka bir anlamda mecbur kaldı. AK Parti’nin bu ittifaklara girmemesi için, bu iki odağın, devlet içindeki güçlerini AK Parti iktidarını hal’etmek amacıyla kullanmaya kalkmamaları gerekirdi; fakat biliyoruz ki, öyle olmadı.

AK Parti’nin büyük çaresizliği

Dolayısıyla: 17-25 Aralık’tan sonraki devleti Cemaat kadrolarından temizleme operasyonu da bir anlamda yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım nevzuhur ittifakı zorunlu kılıyordu. Çünkü Cemaat’le mücadele başta yargı olmak üzere mevcut bürokrasiyle yürütülecekti ve mevcut bürokrasi de esasen Türkiye’nin eski müesses güçlerinden oluşuyordu: Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanı Mücahit Küçükyılmaz, yargının bazı uygulamalarından duyduğu rahatsızlığı ifade ederken “28 Şubat’çılarla FETÖ temizliği yapılamaz” demişti… Yalnızca bu bile AK Parti’nin, rahatsız ola ola eski güçlerle ittifak kurduğunu göstermeye yeter.

15 Temmuz gecesinin de gösterdiği gibi, aslında AK Parti’nin güvenebileceği yegâne güç, halk… Fakat AK Parti yargılamayı (ve başka bir sürü şeyi) halkla yapamayacağını da gayet iyi biliyor.

O nedenle, aslında garip bir tabloyla karşı karşıyayız. Şöyle özetleyebiliriz: Bürokrasiyi oluşturan iki büyük güç (Ergenekon ve Cemaat), artık hangisi nöbetteyse, iktidarı devirmeye çalışıyor… Fakat halk kâh oylarıyla kâh tankların önüne yatarak buna izin vermiyor. Öte yandan devlet aygıtını halkın gücüyle yürütmek mümkün olamadığı için de iktidar partisi kendisini devirmeye çalışan güce karşı öbürüyle ittifak yapmak zorunda kalıyor.

Gerçekten de ağır bir çaresizlik.

İktidara yakın medyada tavır değişikliği

İkitadara yakın medya, bu süreç boyunca Cemaat’e karşı mücadeleyi seyrelteceği korkusuyla eski müesses güçlerin darbeci geçmişinden ve darbeci karakterinden hiç söz etmedi. Keza 15 Temmuz darbe girişimine çok sayıda Atatürkçü subayın katıldığı gerçeğinin üzerine de kalın bir örtü örtüldü, bunun geniş kamuoyunun bilgisi haline gelmemesi için gayret sarf edildi.

Fakat zaman içinde bu tavırda belirgin bir değişiklik gözlenmeye başladı, artık TSK’da “FETÖ”nün yanı sıra eski tipte, klasik Atatürkçü askerlerin de darbeci eğilimler içine girebileceği kabul edilmeye başladı.

Geçtiğimiz haftalarda, Hürriyet’in “Karargâh rahatsız” manşetinin ardından hükümete yakın ve içerden bilgi alabilen bazı gazeteciler, bu yöndeki uyarılarını “alarm” seviyesine yükselttiler. Mesela Nagehan Alçı’ya göre Hürriyet’in manşeti, TSK’da kadın subaylara başörtüsü serbestiyeti getiren karara tepki olarak ordu içinde ortaya çıkan hareketliliği izlemişti:

“22 Şubat’ta TSK’da subay ve astsubaylara başörtüsü yasağı kaldırıldı. Bunun hemen ertesinde, 23 Şubat’ta yukarıda tarif ettiğim TSK içindeki sözde sol Kemalist duyarlılığa sahip darbeci zihniyette ‘kıpırdanma’ başladı. Ankara ve İstanbul’da bir şey yoktu ama İzmir’den batıya doğru bir homurdanma, bir askeri hareketlilik vardı. Devletin bazı birimleri de teyakkuza geçmişti. Hürriyet’in haberi bu hareketlilik sürerken, 25 Şubat’ta geldi.” (Milliyet, 28 Şubat).

Cem Küçük de “İsyan bayrağı açmak isteyen yüzde dokuz-onluk kesim Kemalistler…” diyerek Alçı’ya katılmıştı… Uyarıda bulunan başka yazarlar da vardı…

Ulusalcı Atatürkçüler – Batıcı Atatürkçüler

Cemaat’in iktidar ortağı olarak ortaya çıkmasından önce, ordu içinde temel programı “Şeriata karşı çıkmak” ve “laik cumhuriyeti korumak” olan tek bir Atatürkçü blok vardı. Bu blok başta AK Parti ve Cemaat olmak üzere “şeriatçı” olarak değerlendirdiği bütün siyasi hareketlere karşı eşit mesafede duruyordu ve tümüne karşıydı.

Cemaat’in, ordu içindeki darbeci eğilimlere karşı başlatılan Ergenekon ve Balyoz davalarını murdar etme pahasına giriştiği yargısal cambazlıklar birçok haksızlığa yol açınca, bu davalardan etkilenen ordu mensupları AK Parti ile Cemaat arasında bir ayrım yapmaya başladılar. Fakat bu yeni eğilimin AK Parti ile ittifak noktasına varması için 17-25 Aralık’ın gelmesi gerekiyordu. Bir zamanların kanlı bıçaklı iki gücü o tarihten sonra “ortak düşman”a karşı birlikte mücadele etmeye karar verdiler.

İki farklı Atatürkçülüğe göre AK Parti

Son birkaç yılda Batı ile ilişkilerin bozulması ve 15 Temmuz’dan sonra kopma noktasına gelmesi, ordu içindeki Cemaat ve Batı karşıtı ulusalcı Atatürkçüler ile AK Parti’yi daha da yakınlaştırdı. O kadar ki, çok sayıda Atatürkçü emekli askerin yer aldığı Vatan Partisi’nin lideri Doğu Perinçek, bugün AK Parti’yi dışarıda bırakan bir “milli hükümet”in kabul edilemez olduğunu söylüyor. Oysa Perinçek 3 Kasım 2002 gecesi seçimleri kazanan AK Parti’yi “gayri milli” ilan etmiş, birkaç ay içinde iktidarın “milli kuvvetler tarafından yıkılacağını” söylemişti.

Toparlarsak: Bugün ordu içindeki “ulusalcı, anti-Batı Atatürkçüler” Batı’ya ve Cemaat’e karşı AK Parti’yle ittifakı savunuyorlar ve ona karşı yıkıcı eylemlere girişmeyi reddediyorlar.

Buna karşılık…

yazının devamını okumak için…