Oyun kiminse gençlik onundur

Fikir
  Erol Erdoğan’ın Din ve Hayat Dergisinin 25.sayısında yer alan yazısı.  “Çocuk kimindir?” veya “Gençlik kimindir?” sorusunu “İnsanın bilgi, davranış ve tarzının oluşmasında kimler ya da nel...
EMOJİLE

 

Erol Erdoğan’ın Din ve Hayat Dergisinin 25.sayısında yer alan yazısı. 

“Çocuk kimindir?” veya “Gençlik kimindir?” sorusunu “İnsanın bilgi, davranış ve tarzının oluşmasında kimler ya da neler etkilidir?” şeklinde daha anlaşılır biçimde sormak mümkün.

Hayatın her anında yeni şeyler öğrenme imkânı olsa da insanın ilk bilgileri, karakteri ve tarzı çocukluk ve ilk gençlik döneminde şekil bulmaktadır. Eğitimciler ve İlahiyatçılar başta olmak üzere bilim adamlarının çoğunluğunun üzerinde hemen hemen mutabık olduğu bir tespittir bu.

“Gençlik kimindir?” sorusunun birbirine yakın onlarca cevabı olmakla birlikte bu yazıdaki amacımız ‘oyun’ meselesinin hayatiyetine vurgu yapmaktır. Soruya “Oyun kiminse gençlik onundur” yargısı dışında verilebilecek cevaplardan bazıları şunlar olabilir: Televizyon veya sinema kiminse çocuk-gençlik onundur. Eğitim kiminse, sokaklar kiminse,  spor kiminse, kitaplar kiminse, ekonomi kiminse çocuk onundur.

Bu cevapların hiç biri “Oyun kiminse çocuklar ve gençler onundur” kadar güçlü değil. Çünkü ‘oyun’ çocuğun şekil bulmasında etkin olan tüm aktörlerin kullandığı en fonksiyonel araç. Oyun çocuğun en yakın dostu; çocuk hayata oyunla başlıyor ve birçok şeyi oyun tadında algılıyor.

OYUN NEDİR?

TDK Sözlüğü oyunu “Yetenek ve zekâ geliştirici, belli kuralları olan, iyi vakit geçirmeye yarayan eğlence” olarak tarif etmiş. Bu tarif ‘bazı oyunlar’ göz önüne alınarak yapıldığı için eksik kalmış gözüküyor. Daha geniş bir tarife ihtiyacımız var.

Bu yazı için “Oyun, eğlenceli hale getirilmiş hayat provalarıdır.” tarifini benimseyebiliriz.  Çelik-çomak gibi sokak oyunları; isim-şehir ve bilmece-bulmaca gibi bilgi oyunları; tiyatro, sinema, drama, komedi, müzik, akrobasi, piyes, Karagöz-Hacivat, televizyon dizisi gibi sahne ve gösteri oyunları; su doku, mangala, satranç gibi zekâ oyunları; futbol gibi takım oyunlarını bu şümullü tarifin içine dahil edebiliriz.

Saydıklarımın hepsinin ortak karakterinde oyun var. Oyun alanımız ve çeşidimiz ne kadar da genişledi değil mi! Oyunların kuşatması altında olduğumuzu şimdi daha iyi kavramış olmalıyız. Dünyada meşhur olmuş bir film yıldızı veya herkesin tanıdığı bir futbolcunun gençlerimizi etkileme gücü hepimizden kat kat daha fazla olabilir. Gişe rekorları kıran bir film de öyle. Bu beyin fırtınasından sonra “Oyun kiminse çocuk onundur” cümlesinin anlamı daha anlaşılır hale gelmektedir. Hatta “Oyun kiminse dünya onundur.” demek, -abartılı olmakla birlikte- yanlış bir ifade değildir. Çünkü oyun içi boş bir şey değil; kültürün yoğurduğu bir unsur.

OYUNLARIMIZA NE OLDU?

Çocukluk ve gençlik günlerimizi konuşmaya başladığımızda aklımıza ilk önce oyunlar gelir. Çelik-Çomak, Köşe Kapmaca, Uzun Eşek, Yakar Top, Adam Asmaca, Üç Taş, Dokuz Taş, Kör Ebe, Topaç, İsim-Şehir, Seksek ve daha nicesi. Yüzlerce oyunumuz vardı. Çünkü ‘biz çocukken’ çevremizdeki her şeyi oyuncağa dönüştürür ve yine çevremizdeki her şeyi oyunumuzun parçası haline getirirdik. Bazen taşlarla oynardık, bazen bir ağaç parçasıyla, bazen de çorap, havlu, ayakkabı gibi o an çevremizde ne varsa onu oyuna sokardık. Her yer oyun mekânıydı bizim için. Okul bahçesinde, kırlarda, köy meydanında, cami avlusunda, harman yerinde, yaylada her yerde oyun oynardık. Bazen kocaman alanlar gerekirdi oyun için bazen birkaç adımlık toprak bile yeterdi bize.

Yaklaşık on beş yıldır çocuk oyunları derliyorum ve yazıyorum. Bu çalışmaya önce kendi çocukluğumdaki oyunları yazarak başladım. Dedeleri, nineleri, anneleri, çocukları konuşturarak oyunları anlattırdım. Eksik hatırladıklarımı annemden, ağabeyimden, büyüklerimden tamamladım. Ne zaman seyahate çıksam gözüm sokaklardaki oyun oynayan çocuklarda oldu. Şu an arşivimde bulunan 700’den fazla oyunun ismi ve tarifi var. Oyunların bir kısmı kitap olarak yayımlandı.

Peki, bunca oyuna ne oldu? Büyükler eski oyunların unutulduğundan sıkça şikâyet ederler. “Çocuklar eski oyunları sevmiyorlar, varsa yoksa bilgisayar ve internet oyunları.”  şeklinde başlayan büyüklerin yakınmalarını kendi suçlarını örtme çabası olarak görüyorum. Çocuklarımız geleneksel oyunları az oynadıkları doğrudur; çünkü onlar eski oyunları bilmiyorlar. Onlara oyunları öğretmesi gerekenler (anneler, babalar, dedeler, ablalar, ağabeyler) oyunları çocuklarına öğretmediler. İlk önce büyükler oyunları terk etmişlerdi çünkü.  Teknoloji ve kentleşmenin büyüsüne önce büyükler kapıldı. Hâlbuki oyun dediğimiz şey yüzyıllar içinde inanç, kültür, edebiyat gibi toplumun değerleriyle yoğrularak şekil bulmuş çocuksu araçlardır. Biz kendi oyunlarımızı terk ettiğimizde onların yerini ‘başka’ şeyler doldurdu. Oyunların kayboluş hikâyesini kültür-medeniyet ve inanç krizlerimizin içinde tahlil etmeliyiz. Basitçe ifade edeyim; bazı çocuklarımız keşkek, tarhana, ev yoğurdu ve pekmezi; köylerinin adlarını veya iki üç kuşak önceki dedelerinin isimlerini neden bilmiyorlarsa eski oyunları da onun için bilmiyorlar. Bu bir ‘kopuş’ hikâyesi.

DOĞAL BİR YOL ARKADAŞI; OYUN

İnsan ‘bebek’ olarak hayata oyun ile başlar. Bebek doğduğu andan itibaren annesini, çevresini, eşyaları, mekânları oyunsu bir algılayışla kavrar. Anne ile yavrusunun arasındaki iletişimin temeli de oyundur. Bebek ile annenin ilk oyunu ‘Ce!’dir. Bebeklikten çocukluğa geçince diğer oyunlarla tanışır ve annesinin dışındaki kişilerle daha geniş bir alanda oyun oynamaya başlar. Gençlik dönemine gelince oyunlar hem çeşitlenir hem de farklılaşır. Oyun, çocuk ve gencin doğal yol arkadaşıdır.

Oyun çocuk için eğlence, arkadaş edinme, paylaşım, iletişim, fiziksel gelişim, kendini ifade, yetenek gelişimi, değer aktarımı, sabır öğrenimi, hayata alışma, güvenli ortam oluşturma ve daha çok şey demektir. Bu haliyle oyun, müthiş bir ‘öğrenme iklimi’ sağlar.

Oyun başlı başına bir okuldur. Eğitim sistemlerimiz; oyun-masal-sohbetten uzaklaşarak ‘didaktik’ hale geldi ve eğitme gücü zayıfladı. Oyun, yaşamın parçası olarak doğal eğitim ve etkileşim sağlarken didaktik yöntemler sadece bilgi aktarmakla kalıyor.  Oyun “iklim” sunuyordu, onun için de etkiliydi. Kur’anı bile “Elif kalem gibi, be tekne gibi, te ona benzer, se ona benzer, cim karnı yarık, ha ona benzer” tekerlemesiyle öğrenirdik. Eğitici iklimden uzaklaştıkça didaktik veya çatışmacı ortamlara düşmeye başladık. Eğitimdeki verimsizliğin başlıca sebebi budur. Eskiden ‘hayat’ öğretirdi şimdi sadece ‘okul’ öğretme derdinde. Onun için oyunları yeniden evimize, sokağımıza, okulumuza, hayatımıza döndürmeliyiz.

Biz büyükler oyun konusunda ezberlerimizi bozarsak çocuklarımız yeniden oyuna dönecek. Ezberimizi bozmanın ilk adımı çocuklarımızla birlikte oyun oynamak, onlarla birlikte sokağa çıkmak ve parklara-kırlara gitmek olmalı. Ayrıca “Şehirlerde her yer beton, çocukların oyun oynayacağı yer yok” cümlesini de söylemekten vazgeçmeliyiz. Çünkü bir masa üstünde bile oynanabilecek elliye yakın oyun var.  Hayatı çocuklarımızla birlikte yaşamaya karar verirsek birçok modern alışkanlığımızı terk etmeye başladığımızı göreceğiz.

ÇOCUKLUĞUMUZUN OYUNLARI VE YENİ OYUNLAR

Çocukluğumuzun oyunları daha paylaşımcı, dayanışmacı, arkadaşçı ve eğlenceli; çatışmadan uzak. Yarışmacı yönü paylaşımcı yönüyle dengeleniyor. İnsanı çevreye, dışarıya açıyor. Çevredeki nesneleri oyun aracına dönüştürücü. Çevredeki tüm canlılarla, nesnelerle ilişki kurdurucu. Kuralları esnek; mekâna, oyunculara, iklime, oyun aletlerine ve oyun süresine göre ayarlanabilir. Yaş aralığı geniş; aile ile ağabeyle ve ablalarla oynanabilir. Şiddetten, şiddeti öğretmekten, şiddete övgüden uzak. Edebiyat ve estetik unsurlarına sahip.

Modern dönemlerdeki oyunlar daha bireysel, çatışmacı ve yarışmacı. İnsanı yalnızlaştırıyor. Oyun aletleri özel imalata dayalı, fabrikasyon ve çocuğun üretimine kapalı. Oyun aletlerinin bir kısmı sağlığa zararlı. Hitap ettiği yaş aralıkları dar. Bazıları şiddete meyyal. Edebiyattan uzak.

Çocukluğumuzun oyunlarında asıl aktör insan iken modern oyunlarda asıl unsur teknoloji ya da oyunun kendisi. Bu arada büyüklere haber vereyim; oyunlar çocuklar tarafından yeniden keşfediliyor. Oyun kitapları yayınlanıyor, turnuvalar-festivaller, yarışmalar düzenleniyor. Çocuklar sekseki, uzuneşeği, isim-şehiri, topacı, adam asmacayı, üçtaşı yeniden keşfetti. Çocuk oyunları eve ve şehre dönüş hazırlığındı. Tedbirinizi alın, oyunları hatırlayın.

ŞEHİRLEŞME ve ÇOCUK-OYUN DENKLEMİ

Şehirleşmeyle ilgili sıkça tekrar edilen sorulardan biri şudur: Şehrin tasarımında neyi dikkate almalıyız? Bu soruya verilen farklı ve benzer cevapları “Bir şehir insana göre tasarlanmalı, planlanmalı ve yapılmalıdır.” cümlesiyle özetlemek mümkün. Öyle de olsa, birkaç asırdır ruhunu ve fiziğini sanayileşme ve modernizmin belirlediği ve gittikçe tek tipleşen şehirlerimiz insan yaşamına ve ruhuna uygun değil. Son aşamada ulaştığımız akıllı kentler-binalar yaşamımızda bazı şeyleri pratikleştiriyor olsa da insanı şehrin önemsiz unsurları arasına itiyor. Şehir gittikçe beton-çelik yapıların ve teknolojinin vatanı haline geliyor. Hâlbuki dağlar, ovalar, denizler, nehirler, şehirler biz insanlar ve canlılar için. İnsan aynı zamanda alemin-kâinatın özü.

“Bir şehir insana göre tasarlanmalı ve yapılmalıdır.” prensibi doğru olmakla birlikte mekânların yozlaştığı modern dönemlerin şehirlerini insan merkezli hale dönüştürmeye yetmemektedir. Çünkü “Şehirlerimizi neye göre planlamalıyız?” sorusu eksik bir sorudur. Soruyu şöyle sorarsak daha doğru olacak: Şehri hangi insana göre planlarsak tüm insanlar ve canlı-cansız evren için yaşanabilirlik açısından en yüksek ortak paydayı yakalarız? Erkek, kadın, genç, yaşlı, fakir, zengin, köylü, şehirli, öğrenci, işçi, emekli? Çünkü her insan tipi, -bazen birbirine zıt olabilecek şekilde- farklı bir tasarım demektir.

Ayrıca şehir ve konut politikalarında son dönemin en belirgin kıstası ‘güvenlik’ olarak gözükmektedir. Şehir ve güvenlik kelimelerinin yan yana gelmesi şehirlerin ‘güvenlikçi’ mimari ve teknoloji ile tasarlanmasını ve yönetilmesini doğurmaktadır. Şehrin tasarımında güvenliği merkeze aldığımız zaman sonu gelmez bir güvenlik ve koruma tüneline girmişiz demektir. Kameralar, alarmlar, dinleme ve gözleme sistemleri, casusluk birimleri, parmak izleri, yüksek duvarlar, güvenlik yazılımları… Mevcut şartlar göz önüne alındığında güvenlik politikaları gereklidir ancak üzerinde daha ciddi çalışılması gereken soru şudur; “Maksimum değil de minimum güvenlik uygulamalarıyla daha güvende olacağımız şehri nasıl oluşturabiliriz?” Güvenliği değil güven duymayı sağlayacak bir şehir oluşturmadığımız sürece güvenlikçi politikalar zaten eksik kalacaktır. Kutsal metinlerde şehir kelimesi sıklıkla ‘güven’ kelimesi ile ilişkilendirilir.

ŞEHİRLEŞMEDE ÇOCUĞA GÖRELİK İLKESİ

Bir şehrin tasarım ve planlanmasında çocuğu esas alırsak, şehrin tüm sakinleri ve canlı-cansız unsurlar için en yüksek ortak paydayı yakalamış oluruz.  Bunun için birden fazla gerekçemiz var. Çünkü çocuk her açıdan insanlığın ortak prototipidir. İnsan kâinatın özü-cevheri olduğu gibi farklı yaş evrelerine sahip insanlığın da özü çocuktur. Çocukluk halimiz, varlık başlangıcına zaman olarak en yakın evremiz olduğu için çocukluk insanın en doğal halini yansıtır.

Bu noktada ‘Şehircilikte Çocuğa Görelik İlkesi’nin oluşmasını sağlayabiliriz. ‘Şehircilikte Çocuğa Görelik’le ilgili bir gündemin başlatılması dahi, şehirleşme politikalarında entelektüel ve insani bir açılıma vesile olacak, uygulamalarda iyileşmeler sağlayacaktır.

‘Şehircilikte Çocuğa Görelik İlkesi’ için şöyle bir tarif yapabiliriz: Şehirler ve konutların tasarımında çocuğun sevgi, güven, etkileşim ihtiyaçlarıyla fizyolojik ve psikolojik özellikleri, oyun başta olmak üzere ilgi, merak ve eğilimlerinin esas alınması; çocuğun canlı-cansız çevresiyle sağlıklı iletişim kurarak gelişimini sağlayacak şehir ve konutların yapılması.

“Şehirleşmede Çocuğa Görelik” ilkesi şehirle ilgili iki ayrı süreçte belirleyici olmalıdır. Birincisi; şehrin tasarımı ile başlayan yapılaşma süreci; şehrin fiziki yapısı, mimarisi. İkincisi: Şehrin yönetimi ve şehrin sakinleri arasındaki ilişkileri de içine alan idari, sosyal ve kültürel süreç.

“Şehirleşmede Çocuğa Görelik” ilkesinin ilk adımı olarak da aklımıza ‘oyun’ gelmelidir. Oyunu sadece eğitimle ilgili düşünmemeliyiz. Oyunun hayattan-mekândan-şehirden çekilmesi şehirleşmenin her anlamda (mimari, yönetim, ulaşım, barınma) çocuklarımıza yabancılaştığını ortaya koyan önemli bir göstergedir. Çocuk hayata oyun ile adapte olur. Şehirde oyuna yer yoksa o şehirde çocukluk ve gençlik eksik yaşanıyor anlamına gelir.

Mesela, şehirlerimizin tasarım ve yönetim noktasında insan-çocuk merkezliliğini test edecek şöyle bir soru sorabiliriz: Binaya ait araç otopark yapımı zorunluluk olduğu halde hakkında destanlar yazdığımız, geleceğimiz dediğimiz, şehirleri kendilerine dost yapmaya çalıştığımız çocuklarımız için binalarda neden oyun alanı zorunlu değil?

SONUÇ

Gençlik kimindir? sorusunun cevabı ‘Oyun kiminse gençlik onundur.’

Onun için sokaklar, caddeler, toplu konut projeleri dahil şehirleşmeyle ilgili her şeye; ders kitapları, okul bahçeleri, öğrenci-öğretmen ilişkileri gibi eğitimle ilgili her şeye; cami avluları, vaaz konuları, dini eserler, imam-çocuk ilişkisi gibi dini olan her şeye; sinema, tiyatro, televizyon, internet gibi görsel olan her şeye bir de ‘oyun’ penceresinden bakmamız gerekir.