İnsan dostu anayasa ihtiyacı

Fikir
Sosyolog-İlahiyatçı yazar Erol Erdoğan’ın Yenişafak gazetesindeki yazısı… Hiçbir ankette yeni anayasa isteyenlerin oranı yüzde 60’ın altına düşmüyor. ORC’nin 12-17 Aralık ...
EMOJİLE

Sosyolog-İlahiyatçı yazar Erol Erdoğan’ın Yenişafak gazetesindeki yazısı…
Hiçbir ankette yeni anayasa isteyenlerin oranı yüzde 60’ın altına düşmüyor. ORC’nin 12-17 Aralık 2015 tarihlerinde 3 bin 840 kişi ile görüşerek gerçekleştirdiği ankette “Yeni bir anayasaya ihtiyaç var mı?” sorusuna ‘evet’ diyenlerin oranı yüzde 90 çıkmış. Ocak 2016’da ilan edilen GENAR anketinde yüzde 60, Varyans Araştırma anketinde ise yüzde 75’lik bir oranla karşılaşıyoruz. Yeni bir anayasa yapımına halk nezdinde ilk defa bu kadar yaklaştık.

SİVİL OLMASI YETMEZ

Halen 1980 anayasası ile yönetiliyoruz. 12 Eylül darbe anayasasının çok sayıda maddesi değiştirilmiş olmasına rağmen ruhu değişmediği için darbe anayasası olarak varlığını sürdürüyor. Bir anayasanın ruhu, anayasa maddelerinin nasıl yorumlanacağını, yasaların oluşumunu, yargıcın takdir yetkisini belirleyen temel faktördür. Yenisini yapmayı başarabilirsek, ilk defa sivil siyasetin yaptığı bir anayasamız olacak.

Darbeciler yerine anayasayı siyasetin yapması sivil olması bakımından büyük bir aşama olmakla birlikte yeterli bir keyfiyet değildir; yeni anayasamızın aynı zamanda eşit vatandaşlık temelli, özgürlükçü, demokratik olması ve adaleti temel prensip kabul etmesi gerekir. Devleti değil insanı, ölümü değil yaşamı, yasağı değil özgürlüğü önceleyen bir anayasa olmalıdır. Bütün bunlar anayasanın ruhu, metni, yapılış şekli ile ilgilidir.

‘MAKBUL VATANDAŞ’ DEĞİL ‘İNSAN’ 

Devletlerin, topraklarında yaşayanlarla ilişkilerini tanımlarken üç tür refleks gösterdiğini görüyoruz. Katı ideolojik devletler, toprakları üzerinde yaşayanlara ‘makbul vatandaşlık’ anlayışıyla yaklaşıyorlar, anayasalarını ve yasaları bu anlayışa göre yapıyorlar. Bu devletlere göre insan, standart hale getirilmesi gereken bir canlıdır ve esas olan devlettir. Kutsal devlet ülküsünün hakim olduğu bu ideolojik anlayışlarda, insanın onuru, muhteremliği ve özgürlüğünden çok tektipçilik esastır. Bu tip ülkelerde sistem sürekli ‘iç düşman’ üretir. 12 Eylül anayasası, böyle bir zihniyetin ürünüdür. 28 Şubat sürecinin yaşattığı defacto baskıcı durumları da bu bahse dahil edebiliriz.

Bazı devletler ise, katı ideolojik yapısı olmasa bile insani gelişmişlikte ve medeniyet perspektifindeki yetersizlikler sebebiyle tebaası altındakilere salt ‘vatandaş’ gözüyle bakarlar. ‘Her şey hakkında bir yasa olması gerekir’ diye düşünülen bu devletlerde, ‘kanun devleti’ olmanın öncelenmesi sonucunda insanın hürriyeti kısıtlanır. Kanun, disiplin, intizam sevgisi zamanla insanı bunaltan bir sürece dönüşür. Böyle ülkelerde özellikle eğitim sistemi aracılığıyla ‘iyi vatandaş’ yetiştirilmesine çalışılır. ‘İyi vatandaş’ elbette ‘makbul vatandaş’a göre özgürdür ama fıtratı sınırladığı için insan dostu sayılmazlar. Dünyadaki pek çok ülke bu kategoridedir.

‘Makbul vatandaş’ ve ‘iyi vatandaş’ yaklaşımına sahip olan devletlerin ‘insan’ anlayışı problemlidir. Çünkü bu devletler ‘insanı’ önce ‘vatandaş’ olarak görüyor. Onun için ‘Vatandaş kimdir?’ sorusuna devlet tarafından verilen cevaplar uzadıkça uzuyor. Verilen her hak, istisna edatlarıyla geri alınıyor. Dünya geneline bakıldığında vatandaşlık tanımlarından kaynaklı problemlerin başında dil, renk, ırk, din, mezhep konuları gelmektedir. Bunlara bağlı olarak sosyal, hukuki ve kültürel pek çok problem, zincire eklenmekte, böylece içinden çıkılmaz devlet-vatandaş kavgaları sürüp gitmektedir. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan sonraki süreçte vatandaşını tanımlarken üç kriteri öne çıkardı. Bunlar; Türklük, Müslümanlık-Sünnilik, Laikliktir. Devlet, bu üç kriteri ortaya koyarken, sınırlarını da kendi belirledi. Bu bir yönüyle ‘Senin istediğin gibi değil devletin istediği şekilde Türk, Müslüman ve Laik olacaksın’ anlamına gelmekteydi. Devlet aslında ‘Müslüman olabilirsin ama bunu İslam’ın istediği gibi değil benim istediğim şekilde anlayacak ve yaşayacaksın.’ demişti. Dindar değil muhafazakâr-sağcı bir vatandaş oluşturma mühendisliğiydi bu. Benzer cümleleri Türklük ve laiklik için de kurabiliriz. Devletler, insana ‘vatandaş’ olarak yaklaştıkları için üzerlerine gereksiz yükler alıyorlar, sonu gelmez kısıtlamalar, standartlaştırmalar, sınırlandırmalar uygulamak zorunda kalıyorlar.

Devletler, vatandaş yerine öncelikle ‘insan’ tanımını tercih etmeli. Devlet, bayrağı altında yaşayanları öncelikle insan olarak tanımlar, insanilikten yola çıkarak aidiyetlik (eşit vatandaşlık) tanımına ulaşırsa, insan tüm farklılığıyla kendini gerçekleştirebilir. İnsan farklıdır; yaratılış anında hiçbir insan, diğer insanın aynısı, benzeri, eşit tipi değildir. Standart değildir insan; ırk, renk, dil, huy, karakter ve yetenek olarak birbirinden farklıdır. İkizler bile birbirinin tıpkısı değil. Dünya yaratıldığından beri yaşayan 110 milyar insandan hiç birinin parmak izi, gözü, sesi aynı olmadı; hepimiz farklıyız.

Allah, farklılıklar üzerine kurulu bu yaratılışı, ‘en güzel biçim’ anlamında ahsen-i takvim olarak tanımlıyor. İklimler, mevsimler, yeryüzü şekilleri insanın bu farklılığını yansıtacak şekilde farklı, özgün, orijinal. “Aynı nehirde iki defa yıkanılmayacağı gibi” aynı olan iki nehir de yoktur. Onun için devletler, insanları tek tip varlıklar gibi algılamaktan veya onları tek tip hale getirmekten vazgeçmeli. Doğaya (yani fıtrata) aykırı bu çaba, modernizm ve teknoloji ile bir araya gelince, insan bireyi yeryüzünün en önemsiz unsuruna indirgendi.

Yeni anayasa ruhu, metni ve insana bakışı ile yeni olmanın yanı sıra, bir de kısa olmalıdır. Ne kadar kısa bir anayasamız olursa o kadar net, anlaşılır ve kolay uygulanır bir anayasamız var demektir. Anayasa metinlerinin uzun olmasının birkaç nedeni var. Anayasaya, devlet-vatandaş sözleşmesi yerine yasa-kanun fonksiyonu yüklenirse bu durum, anayasa maddelerinin sayısını arttırıyor, metinlerini uzatıyor. Birlikte yaşam kültürü ile sosyal alanda medeniyet değer eksenli davranışlar azalınca da, anayasa metni uzamaya, her şey tek tek izah edilerek sınırlar net belirlenmeye çalışılıyor. Bir başka temennim de şu; ama, fakat, lakin gibi kendisinden önceki ifadeyi ‘keenlemyekün’ yapma gücüne sahip kelimeler anayasamızda ya hiç olmamalı ya da çok az olmalıdır.

2023 HEDEFLERİ VE YENİ ANAYASA

Hükümet partisi olarak AK Parti’nin 2011 yılında ilan etmesinden sonra devletin temel politikası haline gelen Türkiye’nin 2023 Hedeflerinde ortaya konan birçok madde, anayasamızın ve sonrasında yapılacak yasaların nasıl bir ruha sahip olması gerektiğini ortaya koyuyor. 2023 Hedefleri, siyasal katılımlarındaki engelleri, parti kapatmaları, siyasetin tek tipleşmesine sebep olan düzenlemeleri sona erdirmeyi amaçlarken, yargı birliğinin sağlanacağını, seçim ve siyasi partiler yasasının reforma tabi tutulacağını ve temsilde adaletin sağlanacağını vaat ediyor.
2023 hedeflerinin en önemli maddelerinden biri de başkanlık sistemine geçişle ilgili olanıdır.

Doğru planlanırsa, Türkiye hem yeni bir anayasaya, hem de başkanlık sistemine çok yakın gözüküyor. Sürecin sağlıklı geçirilmesi için siyasete büyük görev düşüyor. TBMM yeni anayasa yapım görevini bu defa başarmalıdır.