Eleştiri şart ama ahlakıyla birlikte

Fikir
Metin Karabaşoğlu’nun Star Açıkgörüş’teki yazısı… Bir gece vakti, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam üç güzide sahabisini üç ayrı şekilde Kur’ân okur halde bulur. Hz. Ebu Bekir ...
EMOJİLE

Metin Karabaşoğlu’nun Star Açıkgörüş’teki yazısı…

Bir gece vakti, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam üç güzide sahabisini üç ayrı şekilde Kur’ân okur halde bulur. Hz. Ebu Bekir sessizce dudaklarını kımıldatarak, Hz. Ömer yüksek sesle, Bilal-i Habeşî ise bir sûreden bazı âyetler okuduktan sonra başka sûreden âyetlere geçmek sûretiyle Kur’ân okumaktadır… Hz. Peygamber, her birine niye bu şekilde okuduğunu sorar. Sessizce Kur’ân okuyan Hz. Ebu Bekir, “Kendisini zikrettiğim Zât-ı Zülcelâl Semi’dir (bütün sesleri işitir, bilir)” diye cevap verir. Yüksek sesle okuyan Hz. Ömer, “Böylece uykunun nefsimi yenmesini engelliyorum” der. Bilal-i Habeşî‘nin cevabı ise, “Güzel kokuyu güzel kokuyla mezcediyorum” şeklindedir.

Efendimiz aleyhissalâtu vesselam, bu cevaplar üzerine gülümser ve hepsine birden şöyle mukabele eder: “Üçünüz de güzel yaptınız, üçünüz de isabet ettiniz.” Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın sahabileriyle olan beraberliğinde, aynı dersi içeren başka nice hatıra vardır. Hadis külliyatlarında yer alan ‘en hayırlı insan’ ve ‘en faziletli amel’ tariflerinin kişiye ve zamana göre arzettiği farklılık da, aynı dersi içermektedir.

Hakikatin farklı renkleri

Peki, hangi dersi? En başta, hakikat bir olmakla birlikte, o bir hakikatin farklı renkler ve veçheler içerdiği dersini. Dolayısıyla, hakikati anlamanın ve yaşamanın tek bir renge ve veçheye indirgenemeyeceği dersini. Ve elbette, hakikati bütün renkleri ve veçheleri ile kavramanın, kendi gözü ve aklıyla yetinmeyip sair mü’minlerin de gözleriyle bakabildiğinde; onların bakışını da kendi bakışına dahil edebildiğinde ancak mümkün olabildiği dersini.

İslâm düşünce tarihinin sonraki bütün dönemlerini, bu nebevî dersten ilhamla, Musavvibe ve Muhattıadiye iki ana damar üzerinden okumak mümkündür. Musavvibe, hakikatin çok renkleri ve veçheleri olduğunun farkındadır; dolayısıyla, kendi gördüğü hakikat de olsa, hakikati kendi gördüğüne indirgemez. Başka görüşleri, ‘bâtıl’ olarak damgalamak yerine; onları hakikati bütün renkleri ile kavramak için bir imkân olarak görür. Muhattıa (veya: Tahtieci) ise, hakikati ‘kendi gördüğüne’ indirger. Eh, hakikat onun gördüğünden ibaret ise, bu görüşe denk düşmeyen başka bütün görüşlere ‘bâtıl’ damgasını vuracak; sonra da ‘bâtılı yok etmek’ için güya hakikat adına yıkıcı bir çabayı kuşanacaktır. Hakem meselesindeki görüşü kendi görüşleriyle uyuşmadığı için Hz. Ali’yi dahi ‘mürted’ diye damgalayarak katleden Haricîlerin durumu, bu ikinci anlayışın sonuçları hakkında yeterince uyarıcıdır.

1909’da henüz 31 yaşında iken yayınlanmış olan bir makalesinde “Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâm’dır” diyen ve bu ‘ittihad’ın önündeki ‘ihtilaf’ engelini aşmak üzere ömür boyu ‘ihtilaf ahlâkı’na dair emek ve eser veren Bediüzzaman Said Nursî, bu noktada mü’minlerin sınandığı iki denkleme dikkat çeker: hak-bâtıl denklemi ile hak-ehak denklemi. Mü’minin imtihanı, bâtıla karşı hakkı tercih etmesiyle bitmez. Mü’min, bu kez, bu doğrunun nasıl anlaşılacağı ve yaşanacağı konusunda hak-ehak, hasen-ahsen diye ikinci bir denklemle yüzyüze gelir. Musavvibe, işte bu ikinci denklemde ilerler ve kendi görüşünün ‘en doğru’yu ve ‘en güzel’i temsil ettiğini düşündüğü durumda bile, ‘doğru’nun ve ‘güzel’in sadece kendi görüşünden ibaret olmadığının idraki içinde başka ‘doğru’lara (veya diğer bir deyişle: hakikatin başka bütün renklerine ve veçhelerine) açık bir zihinle yol alır.

Tahtiecinin zihni

‘En doğru’yu değil, yegâne ‘doğru’yu temsil ettiğini düşünen Tahtiecinin zihni ise başka ‘doğru’lara kapalıdır. Onun zihninde hak-ehak, hasen-ahsen denklemi yoktur; yalnızca hak-bâtıl denklemi vardır. Dolayısıyla, nice hak görüşü bâtıl görür ve hak yoldaki niceleri ‘bâtıl’la itham eder. Alnı her gün secdeye değen Müslümanları ‘müşrik,’ ‘mürted,’ ‘münafık,’ ‘kâfir’ diye tanımlamaya yatkın kişilerin beslendiği zemin, işte burasıdır. Zira Tahtieci, dinin ‘zaruriyatı’ ile ‘nazariyatı’nı birbirine karıştırarak, esasta ve maksatta müttefik olduğu başka mü’minleri ‘nazariyat’taki farklı görüş, bakış ve fikirler dolayısıyla ‘din-dışı’na itmektedir. ‘İçtihadî’ bir meseleyi ‘itikadî’ bir mesele; ‘füruat’taki bir ihtilafı ‘asıllar’a bir muhalefet olarak algılayan; ‘usul’deki bir ayrışmayı ‘akide’de bir ayrışma olarak tanımlayan kişilerin kendi görüşünü benimsemeyen kişiler için bunu reva görmesi son derece kolaydır.

Öncelikle bir ‘düşünme yanlışı’ ve bir ‘zihniyet sorunu’ olarak gözüken bu durum, bir ‘psikolojik’ boyut da içerir ve bir ‘ruh hali’nden beslenir. Dini kendi görüşüne, itikadı kendi içtihadına indirgeyen bu tekçi ve tekelci tutum, Bediüzzaman’a göre, ‘hubb-u nefis’ten doğmaktadır. Bu ben-merkezli algı, ‘ilkesel’ değil ‘ilişkisel’ bir tutumu besler ve ümmet bütününün yerine daraltılmış bir ‘biz’ idrakini yerleştirir. Bu ‘asabiyet’in içindeki yanlışlara da tevil üreten bir ‘hüsnüzan,’ bu asabiyetin dışındaki doğrulara da mesafeli bir ‘suizan’la aynı anda çalışır. Sonuç, ‘İslâm’da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler’ açılmasıdır. Yani, mü’minler arasında lâzım olan ruh dayanışması, kalb birliği, karşılıklı sevgi ve yardımlaşmanın ciddi ve ağır bir yara almasıdır. “Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.”

Bu muhabbet ve ittihadın yolu ise, mü’minler arasında görüş, bakış, fikir, anlayış, yaklaşım, uygulama farklılığını doğruyu kendi duruşuna indirgeyerek ve herkesi ona çağırarak ‘ortadan kaldırmak’tan değil, bu farklılığı bir ‘imkân,’ dahası bir ‘zaruret’ olarak görüp yönetebilmekten geçer. Birinci tutumun sahibi ümmeti kendi aynasında seyreder ve kendisi gibi düşünmeyeni yargılayıp din-dışılıkla mahkûm ederek ötekileştirir. İkinci tutumun sahibi ise, kendisini ümmet aynasında seyreder ve kendisi gibi düşünmeyen mü’minlerin bakışından istifade ile kendi görüşünü ifrat ve tefritten kurtarıp tâdil ederek; hem fikir, hem üslup olarak dengeli bir kıvama kavuşturur.

Zalim yargıç

Gelin görün ki, muhabbet ve husumet, zıt duygulanımlardır. Aydınlık-karanlık, varlık-yokluk gibi, birinin varlığı, ötekinin yokluğunu tazammun eder. Yani, bir kalbde ikisi hakikî halde beraberce bulunamaz. Muhabbet-merkezli bir kalbde husumet ‘geçici’dir ve ‘acımak’ sûretinde kendini dışa vurur. Husumet-merkezli bir kalbde ise muhabbet arızîdir, riya ve yapmacıklık sûretini alır. Şefkatin değil, nefretin yönettiği; kendi mesleğine muhabbet yerine, başka mesleklerin ‘dalâletine hükmetmekle’ tatmin olan bir kişi, diğer taraftan vicdanî bir sıkışmaya maruz kalacak ve bunu aşmak için ‘cerbeze’ye başvuracaktır. Cerbeze, ‘zalim bir yargıç’tır Bediüzzaman’a göre. Zalimdir, zira:

(1) Birçok unsuru içinde barındıran ‘müteferrik büyük işlerde yalnız kusurları’ görür ve gösterir. İlâhî terazi, Hesap Günü kulların amellerini ‘hasenatın mı, seyyiatın mı fazla olduğu’na göre tartacağı halde, cerbezeli kişi ‘hasenat’ı gözardı edip ‘seyyiat’ı büyütür, şişirir ve ‘çok hasenat’ına mukabil ‘az bir seyyie’ üzerinden kişileri ve oluşumları yargılar. İmanla amel-i salih arasındaki pozitif ilişkiyi, günah ile küfür arasında negatif bir sûrette ikame edip, ‘büyük günah işleyen kişinin küfrüne hükmedenler,’ bunun bir örneğidir.

(2) Zalim bir yargıç olarak cerbeze, zaman ve mekâna yayılmış haldeki yanlış ve kusurları bir anda ve bir yerde işlenmiş gibi gösterir. Meselâ bir aşiretin bütün fertlerinden bir günde çıkmış balgamı bir kişiden bir kerede çıkmış gibi tahayyül etmenin veya bir kişinin ömrü boyunca vücudundan çıkardığı çirkin kokulu gazı bir kerede çıkmış gibi bir tasavvur etmenin sonucu nedir? Bir daha asla o kişiye dönüp bakmamak, o tarafa bir daha asla yanaşmamaktır. İşte cerbeze, bir mü’mine veya bir mü’minler topluluğuna dair böyle zalim ve kötücül bir algıya bizi sürükler.

(3) Ve yine cerbeze, ‘asabiyet’inin onu sürüklediği yanlış yargıyı meşrulaştırmak için, başkasına ait kusuru hedef tahtasına oturttuğu kişinin veya oluşumun hesabına yazdırır; bu uğurda akıl almaz, vicdana sığmaz ‘illiyet’ oyunlarına kalkışır.

Bütün yerkürede DAEŞ üzerinden Müslümanları ‘kriminalize’ etmeye kalkışanlar, bu cerbezeli akıl ve ahlâk düşkünlüğünün en aşikâr örneğidir. Ama yazık ki, Müslümanlar arasında da bu akıl ve ahlâk düşkünlüğünün ‘asabî’ tezahürleri görülmektedir. Olumsuz bazı örnekler üzerinden, asırlar boyu nice insanın İslâm’a giriş kapısı olmuş ve nice insanı İslâmî terbiye ve irfanın zirvelerine ulaştırmış tasavvufa saldıranlar, bunun bir örneğidir. ‘Şeyh-i Ekber’ ünvanıyla anılan İbn Arabî’ye, anlayamadığı sözleri veya başkalarının yanlış yorumladığı düşünceleri yüzünden tekfir edip ‘Şeyh-i Ekfer’ deme cür’eti gösterenler bunun bir örneğidir. Şia’yla olan gerilimi yüzünden Ehl-i Beyt mirasına mesafe koyanlar ve kendi ‘Sünnîliği’ni böyle bir mesafe algısına mahkûm edenler, bunun bir örneğidir. Cemaat görünümlü bir ‘örgüt’ün yaptıkları yüzünden ümmete bunca hizmeti olan bütün ‘cemaat’lere nefret kusanlar bunun bir örneğidir. Kendisini ‘mehdi’ olarak takdim eden kimi şarlatanlar yüzünden ‘mehdi’ ve ‘deccal’ haberlerini de içeren ahir zaman hadislerini inkâra ve redde kalkışanlar da bunun bir örneğidir. Arı su içer, bal akıtır; yılan su içer, zehir döker. Su içip bal akıtan arıları gözardı edip, su içip zehir döken yılanlar yüzünden suya ve su kaynaklarına husumet, zulümlü ve zulmetli bir akıl ve ahlâk düşkünlüğünün göstergesidir.

Eleştiri değil cerbeze

Eleştiri, hayatın bir gerçeğidir. Mutlakın bilgisi, âlemlerin Rabbine hastır. Kullara düşen ise, kendi bilgisinin mutlakı kuşatmaya muktedir olmadığının idraki içinde, ‘sair kardeşlerinin gözüyle de bakabilmek ve onların akıllarıyla da düşünebilmek’tir. Meşveret ve istişare, bu yüzden farzdır. Ama bu, kendi görüşünü ve varsa eleştirisini ümmete arzederek gerçekleşir. Kendi görüşünü veya yöntemini ‘mutlaklaştırarak,’ başka görüş ve usullere cevap tanımadan doğruyu kendi görüşüne ve yöntemine indirgeyerek değil.

Bediüzzaman’ın söylediği üzere, ‘Haklı tenkid, hakikati rendeçler.’ Bu ise, düşünsel bir emek kadar, ahlâkî bir hassasiyet de gerektirir. Amelinden dolayı kişiyi mahkûm eden, okuyanın yanlış yorumundan dolayı eseri tel’in eden, intisap ifade eden birinin hatasından dolayı hakikate hizmetiyle ümmetin takdirine mazhar olmuş bir mürşide, mesleğe, tarike ‘dalâlet’ yakıştıran kimselerin yaptığı ise, ‘eleştiri’ değil, ‘cerbeze’dir. Bu kişiler, asla mü’min kardeşini ‘sırtındaki akrepten kurtarmaya çalışan’ bir haklı eleştiride bulunuyor değildir. Bilakis böylelerin yaptığı, sırtındaki akrepten (hatta bazı durumlarda, gerçekte akrep olmadığı halde onun akrep zannettiği şeyden) dolayı, bizatihî mü’mini akrepleştirmektir!

yazının devamını okumak için…