“Babam, okunmak için değil hakikat için yazardı”

Fikir
Röportaj: Özgenur Reyhan GÜLER Çoğu kişi onu büyük düşünür, yazar Cemil Meriç in kızı olarak tanıyor. O ise aslında sadece kızı değil, 33 yıl boyunca, gözleri görmeyen babasının dikte ettiği kitapları...
EMOJİLE

Röportaj: Özgenur Reyhan GÜLER

Çoğu kişi onu büyük düşünür, yazar Cemil Meriç in kızı olarak tanıyor. O ise aslında sadece kızı değil, 33 yıl boyunca, gözleri görmeyen babasının dikte ettiği kitapları yazan, ona kitap okuyan yardımcısı, eli kulağı ve gözü oldu. Prof. Dr. Ümit Meriç, babasının kızı olmasının dışında, kendi kimliğiyle de Türkiye’nin önde gelen aydınlarından, önemli bir fikir ve bilim kadını… Ve ülkemizin sayılı bilim insanları arasında şüphesiz mümtaz bir yere sahip. Ama O, sahip olduğu tüm sosyal statülerin ötesinde kendisini “Kul” kimliğiyle tanımlıyor.

Prof. Dr. Ümit Meriç ile hayata bakışını, babası Cemil Meriç`i ve Beyoğlu hatıralarını konuştuk.

“BEN ALLAH’A KUL OLMAK İSTEYEN BİR İNSANIM”

Siz, Cemil Meriç’in kızı ve ülkemizin önde gelen bir sosyoloji profesörü kimliklerinizle tanınıyorsunuz. Peki Ümit Meriç kendini nasıl tanımlıyor? Nasıl anılmak istiyor?

Bunlar benim önce biyolojik, sonra sosyal özelliklerim. Ama  insanın bir de kendi kendini nasıl değerlendirdiği ile ilgili bir özelliği var. Ben Allah’a kul olmak isteyen ve idrakinin kapılarını buna göre açmaya niyet eden bir insanım. Yani toplumsal ilişkiler, siyasi ilişkiler, iktisadi ilişkiler… İnsanlarla olan ilişkilerim elbet beni ilgilendiriyor ama asıl Rabbil Alem’in ile kurmak istediğim irtibatla değerlendirilebilirim. Ben kul olmaya gayret eden bir kulum.

“BEN DE DAHA ÇOK ÜSKÜDARLILIK AZ DA OLSA DA NİŞANTAŞILILIK VARDIR”

Ümit Meriç nasıl bir ailede yetişti. Aile yaşantınızdan bahsedebilir miyiz?

Tabii. Hem çok şefkatli, hem çok ciddi  bir öğretmen annenin kızıyım. Babamsa hem şefkatte hem ciddiyette, annemin durduğu yerin uçlarında yer alırdı. Babamdan korkardım, annemden korkmazdım. Ama babamla arkadaş gibiydim, nerdeyse laubaliye varan bir arkadaşlık içindeydik. Ama annemle hiçbir zaman laubali olamadım. Dolayısıyla mizacım bu iki özelliğin iki farklı nüansına göre şekillenmiş oldu. Gözlerimi açtığım günden itibaren kitapların ve okuyan insanların olduğu bir dünyada oldum. Bu gün Büyükşehir Belediyesinin bir restuarant olarak işlettiği Fethi Paşa Korusu’ndaki evden hayata başladım. Doğanın ortasında, Osmanlı döneminden kalma bir konakta, Üsküdar Mutasarrıfının evinde ama çok mütevazı şartlar altında yaşıyorduk. Babamın 86 lira maaşı vardı. Aile onunla gündelik ihtiyaçlarını karşılıyordu. Kiramızı bile dayım veriyordu. Hatta özel okullara gittik ağabeyim ve ben. O özel okulların parasını da dayım ödedi. Ben mahalle kültürünün ortasında yetiştim. Ama entellektüel bir aileye mensuptum. Ve İstanbul’un “Beyaz Türklerinin” çocuklarını yolladıkları bir ilkokulda eğitim hayatıma başladım. Bütün bunların bileşkesi olarak bende daha çok Üsküdarlılık, ama yadsınamayacak kadar az olmakla beraber bir parça da Nişantaşılılık vardır. On yaşına kadar aşağı yukarı bu iki çevrenin ortasındaydım. Sonra bu çevrelere bir Türk Lisesi, Çamlıca Kız Lisesi dahil oldu. Orada da öğretmenlerin açısından hemen hepsi Osmanlı döneminde ya da Cumhuriyetin ilk yıllarında doğmuş olan ve eş adayları büyük ölçüde 1.Dünya savaşında ve Kurtuluş savaşında ölmüş olan bekâr öğretmenlerin öğrencisi oldum. Orada Türkçeyi güzel kullanmayı, evde öğrendiğim Türkçeye ilave olarak öğrendim. Tarihe olan merakım orada genişlemeye başladı. Ve bütün bunlara ilave olarak babamın teklifiyle de ilkokulda ve lisede İngilizce okuduğum halde, lise son sınıfta Fransızcaya başladım. Dolayısıyla babamın, 11 bin cilde varmış olan kütüphanesinin ortasında artık sadece Türkçe okuryazar değil, Fransızca da okuryazar bir insan olarak hayatın eşiğine geldim. 8 yaşından itibaren babama Türkçe kitap ve gazeteleri okuyordum. 14 yaşından sonra buna fransızca kitap ve dergiler de eklendi.

Babanız Cemil Meriç, her kesimin saygısını kazanan sevilen bir yazar. Sizce bunun sırrı nedir?

Sesinde hakikatin tınısı saklı idi. Babam, okunmak için değil, hakikat için yazardı. Dolayısıyla herhangi bir tarikatın, ya da herhangi bir ideolojinin sözcüsü değildi. Kendi zamanının ve kendi imkânlarının elverdiği ölçüde de, bu gün 12 ciltle tamamlanmış olan eserlerini kaleme alarak, ömrünü boşa geçirmemiş olan ve görmeyen gözleriyle de olsa ülke insanını hem kendi kendisiyle tanıştırmak isteyen, kendi tarihi ile barıştırmak isteyen hem de dünya coğrafyasına ve tarihine insanını davet ederek onun zenginleşmesini isteyen bir kalem olmasından kaynaklanıyor.

“GÖZÜNÜZÜ KAYBETMEK BİR ENTELLEKTÜEL İÇİN ÖLÜM DEMEKTİR”

Herkes, babanızın görme yetisini kaybetmesine rağmen nasıl bu kadar üretken olduğunu soruyor. Siz ise ürettiği zamanlarda onun eli, kulağı, gözü oldunuz.. O dönemlerden bahsedebilir miyiz?

Aslında “Babam Cemil Meriç” kitabımda bunları teferruatıyla anlatıyorum. Babam bir manada gözlerini kaybettiği zaman öldü. Zira gözünü kaybetmek bir entellektüel için ölüm demektir. Ölümle neredeyse aynı ağırlığı taşımaktadır. O zaman ben 8, babam 38 yaşındaydı. Az evvel bahsettiğim Büyükşehir Belediyesinin lokanta olarak işlettiği evimizin önünde 20-25 basamaklı mermer bir merdiven vardı. Orada altımıza bir yastık alır otururduk. Sabahları önce Cumhuriyet gazetesini okurdum. Haziran ayı.. Hava güzel, güneş bizi ısıtıyor. Arkasından Büyük Doğu Dergisi‘ni okurdum. Arkasından da Yön Dergisi‘ni. Yani babamın hafta içinde ilgi duyduğu basınla ilgili evrakı seslendirmek büyük ölçüde bana düşen bir görev idi. İlerleyen yıllarda özellikle Fransızca öğrendikten sonra, babamın sekreteri oldum. 11 bin cilt olan ve her gün zenginleşmeye devam eden kütüphaneden babamın çalıştığı konuya göre, ilgisini çeken kitapları seçerdik. Masanın üstüne koyardık. Ben onları okumaya başlardım. Babam bir kısmının kenarını çizdirirdi, not aldırıldı ya da “Dur evladım, daktiloyu çıkar” derdi. Gerekli gördüğü yerleri tercüme ederdi. Ben de daktiloda yazardım onları.

Sonra bunlar kalın bir evrak oluştururdu. Bu malzemeyi bir makale haline getirmek, babamın “havuzdan havuza aktarma” dediği o yöntemle tekrar tekrar okuyup, tekrar tekrar yazma şeklinde çalışma devam ederdi. Yani diyelim ki 100 sayfalık bir metin varsa, onu 5 sayfalık bir dergi yazısı haline getirmek için sabahtan akşama kadar bitmeyen okumalar olurdu. Sonunda da yazı bitince “Oku bakayım evladım” derdi. Anneme de “Fevziye dinle” derdi. Annem de gelir otururdu. Ben yazıyı okurdum. Eğer yazı annemin gözlerinden yaş getirecek kadar, annemin rikkatine dokunduysa, babam: “Tamam evladım yazı olmuş koy zarfa yolla Ankara’ya derdi.” Eğer annemi, ağlatamıyorsak, o zaman “Evladım biraz daha çalışalım” derdi. Babam tekrar üslubuna yeni söylenmedikler katmaya gayret ederdi. Yeni okumalarda annemin gözünden yaş gelirse bu sefer tekrar “Tamam olmuş evladım yazı” derdi. Gayretimiz, annemi ağlaana kadar sürer giderdi.

Bu kadar başarılı bir ismin sizin hayatınıza kazandırdığı neler oldu? Ümit Meriç’te ne kadar Cemil Meriç etkisi var?

Babamın bana intikal etmiş olan kütüphanesinde babamın ilgileri ile benim ilgilerimin çakıştığı alanlar var, çakışmadığı alanlar var. Ben mesela Batılı Psikologların eserlerine hiçbir zaman ilgi duymadım ama onlar babamın ilgi alanına girmişti. Buna mukabil mesela görsel açıdan babamın kütüphanesi zengin değildi. Ama benim dünya müzelerine ve dünyadaki çeşitli ülkelere yapmış olduğum seyahatler sonunda almış olduğum kütüphaneler dolusu kitapla beraber mesela Anadolu ve İstanbullar ilgili kitaplarım var. Bunlar benim müstakbel çalışma konularımın, müstakbel kitaplarımın da hammadde deposunu oluşturuyor. O halde Cemil Meriç’le bazı alanlarda ilgimiz birebir çakışıyor. Özellikle sosyal düşünce tarihinde tam bir Cemil Meriç talebesi olduğumu ifade edebilirim ama Cemil Meriç’in bir manada dış dünyaya gözleri kapalı olduğu için ilgisini çekmeyen medeniyetler tarihinin görsel tarafıyla ilgili kısmı beni ilgilendirildiğinden, o konularda da babamdan farklı bir kulvarda çalışmaya başlamış bulunuyorum.

Cemil Meriç’le yeni tanışacak bir okurun öncelikle nasıl bir yol alması gerekir. İlk hangi kitabıyla başlasın mesela?

Cemil Meriç’in eserleri 12 cilt halinde tamamlandı. Çetrefilli, okunması zor bir yazar Cemil Meriç. İçinde yabancı kavramların, yabancı isimlerin olduğu kitaplar bunlar. O bakımdan bence önce Cemil Meriç’i insan olarak tanımaları, Cemil Meriç’le dost olmaları, Cemil Meriç’in kitaplarına girme cesaretini arttıracaktır diye düşünüyorum. Cemil Meriç’i tanıtan eserlerden başlamalarını tavsiye ederim. Yani kaynak olarak mesela benim “Babam Cemil Meriç” kitabını ya da ağabeyimin “Bu Ülke’nin başındaki” önsüzünü ya da Halil Açıkgöz’ün Cemil Meriç’le sohbetlerini okuyabilirler. Bunlar, Cemil Meriç’in hepimiz gibi bir insan olduğunu, dolayısıyla koca koca kitaplar yazmış bir mütefekkir, münzevi bir fikir işçisi de olsa aslında onun bir insan olduğu noktasında, müstakbel okurla Cemil Meriç arasında sıcak bir bağ yaratacaktır. Cemil Meriç daha çabuk okunmaya başlanacaktır. Hatta zaman zaman “Kardeşim sevdiği kıza, Cemil Meriç’in Jurnal’inden intihaller yaparak mektuplar yazardı. Hocam helallik diliyorum sizden.” diye telefonlar bile geliyor bana.

“RÜYALAR, BENİM İÇİN ÇOK ÖZEL BİR İLGİ ALANI”

Sizin eserleriniz yanında ,dikkatimi çeken bir başka konu var. 35 yıldır rüyalarınız yazıyorsunuz. Peki, bunları bir cilt haline getirmeyi düşüyor musunuz?

Rüya defterlerimin akıbetini ben de bilmiyorum. Herhalde zamanı gelince onun da ne olacağı belli olacaktır. Benim görevim sekreterlik diyorum. Önce Cemil Meriç’in sekreterliğini yaptım. Sonra rüyalarımın sekreterliğini yapıyorum. Rüyalar, benim için çok özel bir ilgi alanı. Çünkü bir kere rüyalarımda herkes gibi gündelik hayatımın x ve y eksenlerinin dışına çıkıyorum. Mesela geçen akşam aklımda hiç yok iken Namık Kemal’in torunu Cezmi Ertuğrul’un mezarını ziyaret ettim. Bu bana mesela gündelik hayatımla ilgili bir mesaj veriyor.  “Cezmi Ertuğrul’un mezarını ziyaret etmem lazım geliyor” diyorum. Ve kalkıp gidiyorum. Çok büyük bir ciddiyetle kaydediyorum rüyalarımı. Unuttuğum rüyalarımı aradan yıllar geçtikten sonra okuduğum zaman bazılarının gerçek olduğunu hayretler içinde görüyorum. Gerçek oldu mu rüya denilir, hemen ertesi gün gerçekleşmesi istenir. Ama aslında öyle değil yıllar sonra, yıllar önce görmüş olduğum rüya gerçekleşmiş olabiliyor. Aslında rüyalarım şu anda bir hammadde deposu. Öyle bir vakit bulabilecek miyim bilmiyorum, çünkü 30 tane koca ciltten oluşan bir külliyat o da. Şu anda yazmakta olduğum 9 ayrı kitap var. O kitaplardan bana vakit kalacak mı? Tekrar, 1978 ‘ den beri namazla beraber tutmaya başladığım bu kayıtlar, dönüp okuyabileceğim bir hazine olabilecek mi? Onu bilmiyorum. Ama hayatımda mutlaka yapılması gereken bir iş varsa o da rüya defterlerini yeniden baştan sona kadar okumaktır diyebilirim. Kitaplarımı yazmak bir tarafa, rüya defterlerini okumak öbür tarafa. Onları tekrar okuyup belki daha sonra karara varacağım. Belki imha edeceğim. Belki etmeyeceğim. Henüz bilmiyorum.

İstanbul  2010 Avrupa Kültür Başkenti  danışma kurulu üyesiyken, Albaraka Yayınları tarafından “Seyyahların Aynasında İstanbul“ kitabınız yayımlandı. İstanbul sevginizden bahsedelim mi biraz?

Doğrusu 2010 Avrupa Kültür Başkenti çalışmaları bir bütün olarak değerlendirildiği zaman başarılı olunan yerler var. Başarısız olunan yerler var diye ikiye ayırmak mümkün. Bana kalırsa biraz fazla Avrupa Kültür Başkenti’ydi yapılan çalışmalar. Yani İstanbul’un öbür yakasının Asya olduğu biraz unutularak yapılmış olan çalışmalardı. İstanbul hem Avrupa’nın hem Asya’nın birleştiği noktada kurulan bir şehir olduğu için Asyalılık boyutunu ihmal ettiğiniz zaman projeniz yarım kalır. Yarım kalmak inkisarına uğradı proje. Programlar belliydi. Şehrin belli kesimlerinin zevkine hitap ediyordu. Ama bu eksiklik hissedilmiş olacak ki mesela 2013’te Eskişehir – Avrasya Kültür Merkezi ilan edildi. Sayın Milli Eğitim Bakanımız Nabi Avcı’nın başında bulunduğu bir proje bu. Bu sene yoğun faaliyetler olduğunu biliyorum. Ama her halukarda İstanbul üzerinde düşünmemiz, İstanbul üzerinde derinleşmemiz bakımından 2010 Avrupa kültür Başkenti projesinin, İstanbul için faydalı olduğunu düşünüyorum. Özellikle, belediyenin çıkarmış olduğu yayınları da dikkate almamız lazım. Mesela “İstanbul ‘un yüzleri” serisi çıktı. Bu çok mühim bir şey İstanbul’un yüz ressamı, İstanbul’un yüz bestekârı, İstanbul’un yüz karikatüristi gibi. Ne yazık ki bunlar yeterince geniş kitlelerin malumu olamadı. Büyükşehir Belediyesinin yayınlarının satıldığı yerlerde mesela Beyoğlu’ndaki satış mağazasında bunların olduğunu biliyorum. İstanbul’da oturan herkesin “İstanbul’un yüz şarkısı” nı bilmesi hoş olmaz mı? Biz, ne kadar şehrimizle kendimizi özdeşleştirsek şahsiyetimiz de o kadar katmerlenecektir. İstanbul, hem jeopolitik ve coğrafi konum, hem tarihi kimliği açısından dünyanın pek az şehrine nasip olan bir özelliğe ve güzelliğe sahip. İstanbul da yaşarken sadece onun bitişik nizam apartmanlarından, gürültülü caddelerinden bahsetmemek lazım. İstanbul’un çok güzel tarafları var. Ben mesela bugün Caddebostan’dan denize girdim. Düşünün. Ortaya Belediye plaj yaptı. Çiftehavuzlar’a kadar yüzdüm. Yine yüzerek döndüm. 1500 kadar kulaç attım, tertemiz yeşil yosunlu, küçük istavritli bir deniz. Bu sahildeki bir tekne kaptanıyla anlaştım. Eşimi, dostumu, 50 kişilik bir grubu bir Pazar günü Çiftehavuzlardan, motora davet edip, Heybeliada’ya kadar götüreceğim. Orada Çamlık limanında deniz gireceğiz. Sonra yemeklerimizi yiyeceğiz. Akşamüstü tekrar döneceğiz. Bakın bu İstanbul. Çok az İstanbullunun tattığı bir İstanbul. Aynı şekilde şehir hatlarının mehtap sefaları var sonuna kadar boğaza, giden, dönen. İstanbullular bundan yeterince haberdar olamıyorlar. İstanbul’da İstanbulluğun tadını çıkararak yaşayamıyorlar. Oysa özel ya da kamusal birçok imkân var. Bunlar her zaman çok da pahalı değil. Bu tür imkânları araştırıp, İstanbul’la kucaklaşmasını tavsiye ediyorum İstanbullulara. Özellikle şimdi denizlerimiz tertemiz. İBB. Kadıköy’den Tuzla’ya kadar uzanan 60 km.lik bir sahil yolu yaptı. Buraların bakımı da gayet iyi. Bu kadar sıcağın olduğu dönemde, bence Bodrum’a gitmeye hiç gerek yok. İstanbul’dan, hiç uçak ve otel parası vermeden pekâlâ denize girip serinleyebilir, saatlerce Marmara sahili boyunca yürüyüş yapıp bisiklete binebilirler İstanbullular. Velhasıl İstanbul’da yaşamakta olanlar, İstanbul’un kendilerine sunduğu imkânları yeterince değerlendirmiyorlar. Aynı şekilde kültürel imkânlarından da istifade etmiyorlar. Konserler, ilmi toplantılar, sergiler yapılıyor. Fakat bunlar pek az İstanbullunun malumu oluyor. O bakımdan Büyükşehir Belediyesinin ve ilçe belediyelerinin yayınladıkları kültür bültenleri var. Onları takip etmeliler. Şu anda alt yapı hizmetleri belli bir ölçüde yerine getirildiği için Belediyelerimiz artık kültürel etkinliklere bütçelerinden pay ayırabiliyorlar. İlçe belediyeleri hem ramazan sofraları açıyor, hem açıkhavada son derecede önemli insanlara, hepimizi ilgilendiren konularda, konuşmalar yaptırtıp, konserler verdiriyorlar. Bunları, şehir insanını hem birbiriyle kaynaştıran, zengin ve fakiri aynı sofrada buluşturan hem de bir manada Belediyenin yaptığı hizmetlere daha yakından vakıf olmalarını sağlayan mahreçler diye bakıyorum. Bu açıdan da hem Büyükşehir Belediyesini hem tüm ilçe belediyelerini tebrik ediyorum. Daha birçok yeni şey yapılabilir ama yapılanlarından mutlaka bütün İstanbulluların istifade edip bunları takdirle karşılaması gerek.

Bir dönem Büyükşehir Belediyesi’nde ve tarihi yarımada projesinde danışmanlık görevini üstlendiniz. O çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

İstanbul metropolitan planlama tarafından tarihi yarımadanın, insan potansiyeli açısından tanınması gerekiyordu ve bunun için benim denetimimde 106 tane odak grup çalışması yapıldı. Yani konuyla ilgili 10-12 kişilik gruplar, bir modaratör tarafından davet edildiler. Bir masa etrafında, ait oldukları mahallenin ya da ait oldukları meslek grubunun ya da ait oldukları sosyal grubun kendine kazandırmış oldukları kimlikle mahalleleri, meslekleri, ya da ait oldukları grubun problemlerini, çözüm önerilerini dile getirdiler. Bu şekilde tarihi yarımada bir baştan bir başa insani yapı açısından tanındı. Mesela Hanlar bölgesinde hamallar ile ya da Süleymaniye’de mevcut okulların öğretmenleriyle yapılan odak grup çalışmaları gerçekleştirdik. Bütün bunlardan çok önemli bilgiler elde edildi. Belli bir dönemin fotoğrafı çekilmiş oldu. Metropolitan planlamanın sosyoloji ekibine yaptırmış olduğu bu odak grup çalışmalarını çok önemli buluyorum. Önemli sonuçlardan bir tanesi mesela şu oldu: “İMÇ” diye bildiğimiz “İstanbul Manifaturacılar Çarşısı” yıkılacaktı ve yerine yeni kültür merkezleri yapılacaktı. İMÇ’ de dükkânı bulunan esnafla yaptığımız odak grup çalışmasında, esnaf şöyle bir teklifte bulundu: Bu binalar belli bir dönemin İstanbul mimarisini yansıtmaktadırlar. Dolayısıyla İstanbul mimari tarihinde yeri olan binalardır. Bunların yıkılması yerine, mevcut durumu korunsun ama mevcut yapıların içine kültürel aktivitelerin yapılabileceği, küçük sinema salonları, küçük tiyatro salonları ya da çeşitli kültürel boyutlarda, kültür eğitiminin verildiği salonlar ilavesiyle belli yerlerin tadilatıyla aynı görev yerine getirilsin dendi. Biz bunu Büyükşehir Belediyesine ilettik. Ve hakikaten İMÇ yıkılmadı. Ama henüz gerekli projelendirme de yapılıp hayata geçirilmedi.

Bir arada yaşama ve çok kültürlülük açısından sosyolog gözüyle Beyoğlu’nu nasıl değendiriyorsunuz?  Sizin şahsi hatıralarınız neler Beyoğlu hakkında?

Beyoğlu, bugün sahip olduğu konum itibariyle Doğu Roma zamanında Ceneviz gibi, Piza gibi, İtalya şehir devletlerinin Konstantinoğolisteki faaliyetlerini sürdürdükleri ve  Karadeniz’e çıkma konusunda hazırlık yaptıkları kolonileriydi. Yani Doğu Roma’nın karşısında Doğu Roma ile iş yapan Avrupalı nüfusu barındırıyor idi. Galata Kulesinin eski adı Mesih kulesidir. Galata’nın civarında bir sur vardı. Yahudilerin Ghetto’su vardı. Bunlardan bugüne pek bir şey kalmamış bulunuyor Osmanlı döneminde Gülbaba’nın bahçesine tesadüfen II. Beyazıt’ın geldiğini biliyoruz. bugünkü Galatasaray Lisesinin olduğu yerde, Gül baba’nın bahçesinde ilk defa olarak pembe gülden, sarı ve kırmızı gülleri ayrıştırmış, Galatasaray’ın bugün sahip olduğu sarı-kırmızı renkler, ilk Gül baba’nın elinde açmış. Gül baba daha sonra Macaristan’a kadar gitmiştir. Hem Yavuz hem Kanuni döneminde bu görevi ifa etmiş, Budapeşte’de bir medrese ve camii kurmuştur. Mezarı şu sıra Budapeşte’de bulunmaktadır. Beyoğlu, daha çok mezarlıklarla bilinen bir bölgesi İstanbul’un. Gayrimüslim mezarlıklar ve hatta Müslüman mezarlıklar da vardı. Gümüşsuyu’ndan aşağıya inen cadde, bir Müslüman mezarlığı idi. Park Otel’in karşısında kalan bölgedir. Mesela ilk Türk gazetecisi olarak bilinen Şinasi’nin mezarı oradadır. Tanzimatla beraber özellikle Beyoğlu’ nda başlayan hareketlenme, bir manada İstanbul’daki Avrupa’nın inşa edilmesi, bugün Fransız Konsolosluğu’nun bulunduğu bölgeden Lape Hastanesi’ne, oradan Şişli’ye kadar uzanan bölgeye gayrimüslim nüfusun sur içi İstanbul’undan, bu bölgelere taşınması,  Bomonti’nin , Pangaltı’nın gayrimüslim mahalleleri haline gelmesi çok yeni bir olay. 

Buna karşılık Ağa Camii klasik Osmanlı döneminden kalma bir bina.

Beyoğlu’nun kültürel ağırlığa sahip olan mahalle haline gelmesi, batılılaşmamızla bir manada paralel gidiyor. Ben de mesela küçüklüğümde Tünel’e bindiğim zaman kendimi Paris’te hayal ederdim, adeta Asya’dan Avrupa’ya gidiyormuşum gibi gelirdi.  Beyoğlu’nu özellikle giyim-kuşam mağazalarının şıklığıyla, Necmi Rız Bey’den annem için aldığımız palto kumaşlarıyla ya da Vakko’dan ilk maaşımla aldığım kırmızı-yeşil ekose paltomla hatırlıyorum.  İngilizceyi öğrenmek için Tepebaşı’nda Amerikan kültür merkezine gitmiştim. Kitapçılarıyla da çok cazip Beyoğlu. Özellikle Haşet kitabevi. Kütüphanemizde bulunan en pahalı kitapları temin ettiğimiz bir kitabeviydi. Yine Rus konsolosluğu. Lise son sınıftayken bir münazara dolayısıyla arkadaşlarımla gidip belge aldığım, sonra da “Eyvah ya bize polis soruşturma açarsa Rus konsolosluğuna girdik diye” korkular geçirdiğim bir mekân. Bütün bu özellikleri dolayısıyla Beyoğlu, İstanbul’un semtleri içinde belki de kendimi Avrupa’da hissetmeyi istediğim zaman gittiğim mekân olmuştur. Avrupa’yı en çok bulduğum ya da kozmopolitizmi en derin manaları ile yaşadığım bir semt olmuştur. Aslında suriçi İstanbul’un nüfus yapısı zaman içinde değiştiğinden dolayı kozmopolitlik özelliğini kaybetmiştir. Ama bugün Kumkapı’ya giderseniz orada bir Ermeni kilisesini, Fener’e inerseniz Rum Ortodoksluğunun merkezini, Süleymaniye’ ye çıkarsanız dünyanın en güzel camilerinden birini UNESCO tarafından kaydedilmiş bulunan Süleymaniye’yi bulursunuz. Yani tarihi yarımada da yüzyıllar boyunca İstanbul’un çok kültürlülüğünü dünyaya ilan etmiş olan bir bölgedir. Düşününüz ki hala yeni yeni İsveç’te ki orada Müslüman nüfus bir hayli fazla hangi caminin, hangi ezanı, hangi desibelle etrafa verilsin diye tartışılıyor. Oysa bugün İstanbul’da bin kadar Ortodoks – Rum kalmış olduğu halde, tarihi yarımadanın içinde bulunan bütün kiliselerinde zangoçları dolaşmakta ve çan saatlerini çalmaktadırlar. Bu bakımdan evet bugün Beyoğlu kozmopolitizmin kendini en güzel şekilde ifade ettiği bölgesidir.

Hala gider misiniz Beyoğlu’na?

Giderim tabi. Yapı Kredi Yayınları‘nı ciddiyetle takip ediyorum.  İşte Pandora gibi çok güzel yayınlar bulabileceğim kitabevleri var. Beyoğlu’daki konferansları takip ederim. Konserleri takip ederim. Sinema vizyonlarını takip ederim. Şimdi Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi olan binada be küçükken babamın bir talebesinin nikahına gitmiştik. Alt katta da “Beyaz yele” ve “Kırmızı Balon” adlı iki çocuk filmi seyretmiştim. Beyoğlu’nun Beyoğlu’na yakışan şekilde Tekke İslam’ını temsil eden Galata Mevlevihanesinin birçok konserine iştirak ettim. Taksim’de bir mescid var. Daracık merdivenlerden çıktığınız ve ibadet ederken çokta ferah mekânda kendinizi hissetmediğiniz. Sayın Başbakanımız gezi olayları sırasında müjde verdi bize. Dedi ki: “Taksim’e bakan kilisenin önü tamamen açılacak. Meydana katılacak. Onun da yanına Taksim’e layık bir camii yapılacak.” Bu aslında çok güzel müjde. İstanbul’un kozmopolitizmini gösteren ve Beyoğlu gibi kültürel müdavimleri yüksek olan semtin aynı zamanda manevi konularda da biz besleyecek bir bölge çehresini kazanması beni memnun etmişti. İnşallah olur. Burada caminin büyüklüğü değil, çağımızın estetiğini en güzel şekilde dışlaştıran bir mabet söz konusu.

“NAMAZIMI KILMADIYSAM ASLA DIŞARI ÇIKMAM”

Bize bir gününüzü anlatır mısınız? Neler yaparsınız bir gün içinde?

Sabah namazla başlar. Namazımı kılmadan asla dışarı çıkmam. Kahvaltı yaptıktan sonra masamın başına geçerim, çalışmaya başlarım. Şu sıra hazırlamakta olduğum dokuz kitabım var. Onların belli bölümlerinin hazırlanması için gerekli kitapları okurum. Babamdan öğrendiğim üzere notlarımı alırım. Çalışmadığım, yeni bir şey öğrenmediğim bir gün benim için yaşanmamış bir gün demektir. Sporu çok sevdiğimi biliyorsunuz. Caddebostan’dan denize girme imkânı olduğu için bir saat yüzüyorum. Yürüyüşle beraber o bir buçuk saati buluyor aşağı yukarı. Eş dostu çok severim. Evimde daima misafirim olur. Yemek yapmayı da severim. Eğer davetli misafirim varsa mutfağa girerim kendi ellerimle misafirime yemek pişiririm. Çalışırken daima enstrümantal müzik dinlerim. Namazlarımı vaktinde kılmaya gayret ederim.

Birçok öğrenci yetiştirdiniz. Kimi profesör oldu, kimi dekan. Siz ise hep talebe kalmayı tercih ettiğinizi ifade ediyorsunuz.

Yeni bir bilgi girmediyse zihin dünyama, o gün benim için fevkalade verimsiz , beni bir yere taşımayan birgün olmuştur. Tabi çok seyahat ediyorum ben beraberinde. Seyahatlerimde de öğrenmeye, öğrendiklerimi de okurlarımla paylaşmaya gayret ederim. Mesela en son Miraç Kandilinde Kudüs’e gittim. Gitmeden önce  de başlamıştım ama döndükten sonra Kerim Balcı’nın kitabını hemen okudum, bitirdim ,notlarımı aldım. İsrail ve Kudüs’le ilgili kitapların biyografyasını aldım ki sadece bir biyografyası yüz altmış sayfa tutuyor. Falih Rıfkı’nın “Zeytindağı“ kitabını okumak istiyorum. Ya da “Ortaçağ’da Kudüs Seyyahlığı“ diye bir kitap var.  Onları alıp okuyorum ve bu şekilde hem kendi entellektüel ve ruhi bagajımı zenginleştiriyorum hem de okurlarıma fazla zaman kaybettirmeden en kısa yoldan ve bir manada da asla unutamayacakları cümlelerle o gittiğim yeri anlatmaya gayret ediyorum.

On5yirmi5