Artık postinsan dediğimiz bir insan modeli var

Fikir
Engin Dinç’in röportajı Modernlik İslam toplumlarında olumsuz anlamda çok büyük değişimlere neden oldu. Özellikle modern zamanlarda aileler, Batı’daki kadar olmasa da büyük bir çözülme yaş...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Modernlik İslam toplumlarında olumsuz anlamda çok büyük değişimlere neden oldu. Özellikle modern zamanlarda aileler, Batı’daki kadar olmasa da büyük bir çözülme yaşanıyor. Biz de bu süreci Araştırmacı/Yazar ve Sosyolog Abdurrahman Arslan’la konuştuk. Abdurrahman Arslan’la sohbetimizde İslam/Modernlik/ Post Modernlik üçgeninden kapitalizme, küreselleşmeden modern devlete ve Müslümanların entellektüelerin zayıflıklarına pek çok konuda konuşma fırsatı bulduk. Bu kadar geniş sohbet olunca röportajımızda oldukça uzun oldu. O yüzden röportajımızı birkaç bölüm halinde vermeyi uygun gördük.

RÖPORTAJIN İKİNCİ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!

RÖPORTAJIN ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!

MÜSLÜMAN TOPLUMUN GELENEKSEL TOPLUM OLARAK NİTELENDİRİLMESİ YANLIŞTIR

Modernizm İslam toplumunu pek çok alanda bozdu ve olumsuz anlamda bir değişime yol açtı. Bunu da en çok Müslümanların düşünce yapılarını değiştirerek yaptı. Müslüman toplumlar geleneksel olandan moderne ve buradan da post modern olana gelirsek, nasıl bir zihinsel dönüşüm yaşadı?  
Müslümanlar için bence en trajik olan her şeye rağmen hayatın İslam’ın değerleri çerçevesi içinde kurulmuş olmasına “geleneksel” denmesidir. Biz buna geleneksel diyoruz ama gelenek kavramı da modernliğe ait bir kavramdır. Modernlik; kendi dışındaki değerleri, toplumsal biçimleri “gelenek” kategorisi içine almıştır ve onu aşağılayıcı hüküm vermiştir. Dolayısıyla bir Müslüman toplumun, geleneksel toplum olarak nitelendirilmesi hem yanlıştır hem de benim hiç hoşuma gitmiyor. Çünkü bir Müslüman toplumun değişmez doğruları vardır. Onu, modernliğin tanımladığı gelenek kategorisi içine aldığınızda aslında siz onu dünyaya ait, artık işlevsiz, işlev görmemesi gereken bir toplum modeli ya da bir değerler sistemi olarak düşünüyorsunuz ki, bu yanlış bir şeydir. Çünkü zihinsel olarak insanı yanlışa götürür. O yüzden mesela kanaatime göre “gelenek ve modernlik arasında Müslümanlar”, gibi bir tanım olmaz. Bu çok yanlış bir tanımdır. Çünkü bu üçüncü bir şıkkın varlığına işaret eder. Görünüşte de çok sempatik bir şeydir. Fakat sizin gelenekten ne kadar, geleneğin sizden ne kadar ayrı ve farklı olduğunu bir Müslüman olarak tespit etmeniz gerekir. Gelenekten ne kadar ayrı ve farklı olduğunuz tartışılır. Çünkü sizin gelenek dediğinizde deforme olmuş olsa bile İslam’ın değerler sistemi vardır. O yüzden kavramsallaştırma bence yanlış.

Ama niçin buna değinmeye çalışıyorum? Çünkü Müslüman zihnin yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. İnşa ise kavramları yeniden eski anlamlarına iade ederek mümkündür. Yani siz İslam’a ait bir kavramın içini modernliğin anlamıyla doldurursanız bir yere gidemezsiniz, gidemiyoruz da zaten… Dolayısıyla burada Müslümanlar için zannediyorum en trajik olan, İslam’ın değerler dünyasından, İslam’ın belirlediği ilişkiler dünyasından, modernliğin belirlediği değerler dünyasına geçiş dönemidir. Bu dönem öyle başlayıp da biten bir dönem değildir. Bunu herhangi bir zamanla sınırlamak da mümkün değildir. Başladı ve bugün de el’an devam etmektedir ve gerçekten de Müslümanın, dinsel olarak da toplumsal ilişki açısından da olağanüstü derecede parçalanmalara, trajediler yaşamasına sebebiyet vermektedir.

BAŞÖRTÜSÜ MODERNLİĞİN SORUNU DEĞİL, KEMALİZMİN GETİRDİĞİ BİR SIKINTI

Biliyorsunuz bu başlangıçta Batı’nın teknik teknolojisini alarak, kendimiz olarak kalma arzusuyla, isteğiyle ortaya çıktı. Ama tarihsel tecrübede görüyoruz ki Batı’nın teknik teknolojisini alınca insan kendisi olarak kalamıyor. Başlangıçtaki niyetimizle bugün çok ters bir hayat yaşıyoruz. Artık kendimiz değiliz, kendimiz olarak kalma imkanımız giderek zorlaşıyor. Modernliğin tanımladığı insanlar olmaya başladık. Aslında zihinsel olarak modernliğin inşa ettiği bir zihnin sahibiyiz. Dünyaya bir Müslüman olarak bakmaktan çok bir modern gibi bakıyoruz, anlamlandırıyoruz, değerlendiriyoruz ve tabii ki sorunları da bir modern insan olarak çözmeye çalışıyoruz. Bu ise bizi İslam’ın değerler sisteminden, İslam’ın kurmak istediği anlam sisteminden, aile sisteminden ya da toplum sisteminden gün geçtikçe uzaklaştırıyor. Tabii ki bütün bunları böyle yaşama süreci içerisinde modernliğin getirdiği birtakım kısıtlamalar var. Bazı şeylerde istemeden de olsa kopuş var. Bazı şeyleri hayatınızda yaşayamamak gibi birtakım sıkıntılar var. Özellikle de modernliğin, Kemalist ideolojiler gibi ideolojiler tarafından baskı uygulamasıyla -ki biz bunu uzun süredir yaşıyoruz- daha da sıkıntı verici bir süreç ortaya çıkıyor. Aslında bugün belki bazı konular modernliğin kendisinden çok onun bir yöntem olarak uygulanmasından ortaya çıkan sorunlardır. Yani mesela başörtüsü modernliğin sorunu değil, modernliğe kalırsa üniversitede başörtülülerin okumasına itiraz etmez. Fakat Kemalist modernleşmenin getirdiği bir sıkıntıdır bu. Onun için birbirine karıştırmamak lazım.

POSTMODERNLİK, MODERNLİĞİN BASKICI YÜZÜNÜ YUMUŞATTI

Tabii modernliğin kendi özünde taşıdığı o totaliter ve baskıcı yüzü, postmodernlikle beraber biraz ortadan kalktı. Ne oldu? Postmodernlik, modernliğin bu baskıcı yüzünü yumuşattı, bir bakıma soyutladı. Onun o totaliter, baskıcı, insanı her halükarda belli bir kalıbın içine dökmeye çalışan modernlik anlayışını biraz çözülmeye uğrattı. Onun baskısını biraz soyutlaştırdı. Ama insanları, aynı kalıplar içerisine, başka bir şekilde yine dökmeye çalışıyor. Görünüşte özgürlükçü bir serbest hayat olarak postmodernlik, Müslümanların hayatına girdi. Bu da tabii özellikle de Kemalist uygulamanın getirdiği sıkıntıları anlamsızlaştırdı. Dolayısıyla da Müslümanlar biraz rahatladılar. Yani bir bakıma yeni bir özgürlük konsepti getirdi. Ama burada bence en önemli nokta, bu özgürlüğün sahte bir özgürlük olduğu, Müslümanların İslam’a ait değerlerini şiddetle aşındıran bir özgürlük telakkisi olduğu, dolayısıyla da bu özgürlüğün büyüsüne fazla kapılmamak gerektiğidir.

AİLE, “BEŞERİN RAHMİDİR”

Modernden postmoderne gelirken yaşanan süreçte, sizin ifadelerinizle söylersek; “modern bireyin hayatı algılayışı dışsal bir hakikatten bedene ve hazza dayanan bir hakikate dönüştü.  Bunun sonucu olarak da beden bir mahremiyet alanı olarak artık evi terk ediyor. Yeni yuvası kamusal alan oldu.” Bu durumda modern bireyin aile ve toplumla ilişkileri nasıl değişti, nasıl etkilendi?
Aslına bakarsanız neticede aile, toplumun tarihsel süreci içerisinde mevcut toplumsal ilişkilerden, toplumsal süreçlerden etkilenen bir varlıktır. Fakat aile aynı zamanda da toplumun ya da beşerin, en muhafazakar alanını temsil eder. Yani muhafazakar olmadığını söyleyen bir aile bile aslında bilmeden fazlasıyla muhafazakar davranır. Bunun da önemli sebeplerinden birisi ailenin sıradan bir beraberlik biçimi olmamasıdır. Bu yüzden de aile için, kendisini dışa karşı her zaman koruyan, belki de “beşerin rahmidir” diyebiliriz. Dolayısıyla da modern dönemde sosyal hayatımız ikiye bölünmüştür. Bunlardan biri kamusal hayat, diğeri de özel hayattır. Fakat ikisinin ilişkisine baktığımızda, aslında kamusal alanın tarihsel süreç içerisinde sürekli olarak özel alanı yıpratan, onu kendi dünyasına katan ve bir bakıma onu tehdit eden bir ilişki içinde olduğunu görürüz. Tabii ki aile de buna karşı direnmiştir,  Müslümanların son 20 yıla kadar direndiği gibi… Her şeylerine rağmen o aile yapıları içerisinde direndiler, ama son 20 yıldan sonra onların da çözülmeye başladığını görüyoruz. Tabii bunun içerisinde birçok sebep var…
 
Dolayısıyla şimdi dönüp baktığımızda kamusal alan özel alanı aşağı yukarı yutmuş durumdadır. Bu haliyle de zaten bir özel alandan bahsetmek giderek zorlaşıyor. Tabii ki biz, özel alandan bahsettiğimizde “aile”yi anlıyoruz. Ama unutmamak gerekir ki günümüzün kamusallığı televizyondur. O zaten bizim evimizin içindedir. Dolayısıyla bizim artık özel ve mahrem alanımız yoktur. Çünkü kamusallık televizyon olarak hayatımızın içine girmiştir bir kere… Kamusal alanda, yani televizyonda konuşulan, özel alana ait olmayan, özel alanın kabul etmeyeceği birçok husus, bilgi, ilişki biçimi sizin özel alanınızın içinde “televizyon” olarak kendini gösteriyor. Böyle bir durumda zaten özel alanın kendini koruyan o değerler sistemi, ilişkiler sisteminin yaşaması mümkün değil. Aynen bugün olduğu gibi. Bugün de zaten şahit olduğumuz süreç bununla ilgilidir. Artık özel alandan çok emin bir şekilde bahsedemiyoruz.

İNSAN NEFSİ SÜREKLİ OLARAK GÖRSEL TEKNOLOJİ TARAFINDAN KIŞKIRTILIYOR

Tabii bu arada da kamusal alanda da ciddi bir dönüşüm oldu. Çünkü kamusal alan, aşağı yukarı 1800-1850 yıllarının kamusal alanı değil. Kamusal alan örneği Batı’dan dünyaya yayılmıştır. Mesela esef verici bir durum olarak söyleyeyim, Müslümanlar kamusal alanla özel alan meselelerini entelektüel olarak hiçbir zaman tartışmadılar. Bu bence onların en büyük ayıplarından bir tanesidir. Her zaman mahremiyetten bahsettik. Oysa kamusal alan eğer mahremiyete karşıysa, ki karşıydı, bugün olduğu gibi o zamanlar da mahremiyet, bence kamusal alanda kendisini korumanın ve müdafaa etmenin yollarını aramalıydı. Bunu tartışma konusu yapmalıydı. Fakat Müslümanlar bunu yapmadılar. Bu demektir ki, aslında kendileri de bu işten vazgeçmiş sayılıyor. Çünkü yeni kamusallığın en önemli özelliği, sizin de dediğiniz gibi, bir kere hazza dayalı olmasıdır. Klasik dönemde de kamusallık, kapitalizmin şekillendirdiği bir kamusallıktı ama her şeye rağmen kendine ait birtakım değerleri vardı. O değerleri muhafazaya çalışıyordu. Tabii ki kamusal alanı şekillendiren temel saik haz değildi. En azından üretimdi. Fakat kapitalizm bunu çok geçmeden bir haz toplumuna dönüştürdü. Niye derseniz, üretimin niteliğinde bir dönüşüm oldu. Aşağı yukarı 1960’lardan itibaren, ilk defa ihtiyaç için üretim terk edildi, istek yaratılarak üretim yapılmaya başlandı. Önce görsel teknolojinin yardımıyla insanlarda istek yaratıyorsunuz, sonra o isteğe göre onları yönlendirip tüketim ihtiyaçlarına yönlendiriyorsunuz. Bu aslında artık emtianın üretilmesinden önce bir isteğin insanda üretilmesi meselesiydi. Dolayısıyla özellikle de görsel teknolojilerle birlikte insanlarda istek ve arzu üretildi belli maddi şeylere karşı. Bu doğrudan doğruya aslında insanın nefsine yönelik bir hitaptır.

80 -90’lardan itibaren, özellikle de biz bunu derinlerde yaşamaya başladık, insan nefsinin sürekli olarak görsel teknoloji tarafından kışkırtıldığına şahit olduk ve oluyoruz. Dolayısıyla bugün nefsi kışkırtılmış bir dünya ve insanlıkla karşı karşıyayız. Bu nefis neye karşı kışkırtılıyor? Her şeyi tüketmeye yönelik olarak kışkırtılıyor. Tabii ki nefsi temsil eden bedendir. O yüzden de bedene yönelik bütün talepler hem bu toplumda kıymet taşıyor, hem de o bedenin talepleri karşılanmak isteniyor. Eğer karşılanmazsa, özgürlüğe karşı olmak gibi bir algı ortaya çıkıyor. Yani siz eğer bedenin taleplerinden bir kısmını karşılamıyorsanız, aynı zamanda karşılamasına da karşı çıkıyorsanız özgürlüğü tehdit eden, özgürlük karşıtı bir adam olarak algılanabiliyorsunuz.

CAMİLERE DİKKAT EDİN HERKES KENDİ BAŞINA NAMAZ KILIYOR 

Mesela bugün Müslümanlara karşı Batı dünyasında biriken öfkenin sebepleri arasında biraz da bunu arayabiliriz. Çünkü bu kültürün, küreselleşmiş düzeydeki bu kültürün aslında yapmak istediğine, yani taşıdığı maksada Müslümanlar az da olsa itiraz ediyorlar. Dolayısıyla da bu bir özgürlük karşıtlığı olarak ortaya çıkıyor. Çünkü artık burada özgürlük, bedenin talepleri üzerinden kalkarak tanımlanmış bir özgürlüktür, klasik dönemdeki iktisadi kaygılar değildir. Dünün Müslüman dünyasında ahlaki temelden kalkarak tanımlanmış bir özgürlük anlayışıyla da bugün karşı karşıya değiliz artık. Müslümanlar da bu özgürlük anlayışını büyük nispette terk etti. Günümüzün, bilhassa postmodern kültürün tanımladığı bir özgürlük anlayışını kendilerine esas almaktadırlar. Bu özgürlük anlayışı dediğim gibi bedeni esas alıyor, bedeni esas aldığı için de olağanüstü derecede bireycidir. Çünkü doğrudan doğruya ferde hitap ediyor. O yüzden Müslümanlar, dikkatinizi çekmişse davranışlarında bireycidir. Hatta camilere dikkat edin, herkes kendi başına namaz kılıyor. Bir cemaat olma arzusu yok içlerinde. Birçok konuşmamızda kullandığımız, “ben böyle düşünüyorum, ben böyle diyorum, bu benim fikrim, bu benim tavrım” gibi laflar aslında bu yeni kültürün kişideki ifadesi olarak ortaya çıkıyor. Tabii ki burada beden ve ben fazlasıyla önem taşıyor.

BATI’DA KADININ CİNSEL ÖZGÜRLÜK TALEBİ KENDİSİNE BİÇİLEN ROLE KARŞI TEPKİSİDİR

Bu süreçte, geleneksel toplumdan modern topluma gelirken en belirgin şeylerden biri de sanırım kadına biçilen yeni rol. Modern toplum kadına nasıl bir rol biçiyor?
Aslına bakarsanız bu biraz da Batı’da ailenin 1800’lü senelerden itibaren geçirdiği değişimle ilgilidir. Tabii endüstri devrimiyle de ilgilidir. Bir kere Batı’da kamusallık kapitalizm mantığı üzerinden, ama hep erkek üzerinden kurulmuştur. Müslüman toplumlarda ise deyim yerindeyse -yine bir kamusallık olarak konuşursak- Batı’ya benzemeyen bir şekilde, İslam’ın değerleri üzerinden korunmuştur. Bir kere bu ikisi arasındaki farkın altını çizelim. O yüzden Müslüman toplumların kamusallığı ile Batı’nın kapitalizm ve akıl tarafından tanımlanmış kamusallığı arasında ciddi bir şekilde fark vardır.

İkinci olarak, aşağı yukarı 1850’den itibaren Batı’da yeni bir aile modeli geliştirilirken aynı zamanda kadına da yeni bir rol verildi. Bu rolde, kadın genelde özel alanın sahibi olarak ortaya çıkıyordu. Fakat çok geçmeden endüstri devrimiyle birlikte emek gücüne olan talep ve kapitalizmin isteklerinden dolayı kadın, çok yerinde kalabilecek bir pozisyonda değildi. Kadın da iş hayatına atıldı. Ama tabii Batı’da kadının gördüğü şey şuydu: Bir eşitsizlik söz konusuydu. Batı’da kadın bundan fazlasıyla şikayetçiydi. Ama bu eşitsizliği besleyen başka diğer şeyler de vardır. Yani kadın ve cinsellik üzerinde, eski Greklerden, sonra da Hristiyanlıktan gelen fazlasıyla olumsuz kanaatler vardır. Biz bunu çoğu zaman gözden kaçırıyoruz. Bunlar bilinmeden, zannediyorum kadının Batı’da eşitlik talebini, kimlik talebini, hatta 60-70 yıllarından sonra gelişen cinsel özgürlüğü anlamamış oluruz. Yani Batı’nın, kadınla ilgili paradigmasından dönüp baktığımızda, kadının neden cinsel özgürlük talep ettiğini anlamak kolaydır. Tasvip etmeyebiliriz ama anlamak kolaydır ve onun bir haklı tarafı vardır. Biz bunların temellerine inmediğimiz için çok zaman bunu ahlaki bir mesele olarak görüyoruz. Oysa böyle bir talep aslına bakarsanız, kadının, eski Greklerden beri kadına biçilen role karşı gösterdiği bir tepkidir.

MODERN TOPLUM EŞİTLİĞE VURGU YAPMIŞ AMA SÜREKLİ EŞİTSİZLİK ÜRETMİŞTİR

Nasıl bir rol biçiliyordu?
Kadın, bildiğiniz gibi eski Greklerde genel olarak evin bir parçasıdır. Bütünüyle eve aidiyet içerisindedir ama aynı zamanda da erkekle asla birlikte düşünülemeyecek birisidir. Onun görevi ev ekonomisini idare etmektir. Kölelerin görevi tarlada çalışıp bir şeyler üretmektir. Bir bakıma kölelere benzer bir statüsü vardır kadının. Orada esas belirleyici olan şehir devletinin özgür insanıdır.
Hristiyanlıkta kadına bu anlamda biraz daha sıkıcı bir rol vermiştir, o da şudur: Hristiyanlığın geldiği dönemde zina çok yaygın olduğundan dolayı Hristiyanlık çok iyi niyetle buna karşı çıkmak için kadın üzerinde sonradan ortaya çıkacak bazı haksız uygulamalar, hükümler vermiştir. Biliyorsunuz Hristiyanlıkta cinsel arzu dünyevi bir mesele, seküler bir mesele kabul edildiğinden dolayı hoş karşılanmaz. Dolayısıyla burada, toplumun kendi tarihi içerisinde bir tatminsizlik söz konusudur. Eğer siz cinsel birleşmeyi seküler bir faaliyet olarak görüyorsanız o zaman denebilir ki, siz dininize karşı bir suç işliyorsunuz. Nitekim bunu günah çıkarma ve vaftizle birlikte düşündüğünüzde muazzam bir şeydir. İnsanın bilincinin altında çok olumsuz bir fikir meydana getiriyor. Tarihsel süreç içerisinde, mesela 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar dindar protestanlar hanımlarıyla sadece çocuk sahibi olmak için yatarlardı. Burada bir tatmin söz konusu edilemezdi, çünkü o günah sayılırdı. Şimdi bu birikimle birlikte geldiğinizde neden insanların bir yerden sonra cinsel devrim talebinde bulunduklarını, günah olarak kabul edilen cinsel birleşmeyi neden dine rağmen günah olmaktan çıkartmak istediklerini o zaman daha iyi anlıyorsunuz.

Tabii ki bütün bunlar Batı’da yeni aile modelinin pozisyonunu fazlasıyla etkileyen unsurlar oldu. Bunların yanında bir daha başka bir şey oldu. Kamusal alanın erkek egemen bir şekilde inşa edilmesine karşı, 1789 Fransız Devrimi’yle başlayan eşitlikçi, eşitlik arayan ideoloji dolayısıyla kadınlar, haklı olarak bir eşitlik arayışına girdiler. Bu aslında toplumun temel karakteristik özelliğinden birisidir. Fakat garip bir şekilde modern toplum eşitliğe vurgu yapmış, ama aynı zamanda da hayatın pratiğinde sürekli eşitsizlik üretmiştir. Tabii ki biz bugün çoğu zaman modernlik için “tek tipleştirici” falan diyoruz ama Müslümanlar bütün bu hikayelerin arkasına dönüp baksa şunu görecekler: Tek tipleştirme sadece Kemalizm’den gelen bir şey değil, Batı’nın özellikle de 1789’dan itibaren gelişen pozitivist felsefesinde, eşitlikçi ideolojisinde tek tipleştirici bir öz vardır. Bunları görmediğiniz zaman siz meseleye sağlıklı bir teşhis koyamazsınız. Nitekim bugün Müslümanların yapmış olduğu en büyük yanlışlardan birisi de, haddim olmayarak söyleyeyim, budur.

İSLAM ADALET TALEBİNDE EŞİTLİK İSTER VE ÖZGÜRLÜĞÜ DE ADALET TEMELİNDE KURAR

Çünkü “tek tipleştirme”ye itiraz edecek bir Müslümanın gerçekten bunun felsefi temellerini iyi tahlil etmesi lazım. Edemezseniz, İslam’ın adalet kavramını iyi anlayamazsınız. Çünkü İslam toplumsal ilişkileri, eşitlik üzerine kurmuyor. Bugün genç nesil Müslüman kızlarımız ya da erkeklerimiz ilişkilerini eşitlik üzerinden kuruyor, anlamlandırıyorlar, özgürlüğü de böyle anlıyorlar. Eşitlik temelinde bir özgürlük… Halbuki bu İslam’a aykırı bir şeydir. İslam, adalet talebinde bir eşitlik ister ve özgürlüğü de adalet temelinde kurar. Çünkü özgürlük çok ideolojik bir inşadır, masum bir şey değildir. Tabii ki burada da İslam elbette kadınla erkeği ayırıyor, kimlik olarak ayırıyor…

Bir kere modern dönem birey kavramıyla birlikte insanı hem erkek, hem kadın olarak kimliğinden soyutlamıştır. Birey kimdir sorusunun cevabına baktığımızda dişi midir, erkek midir, kökü nereden geliyor bilemezsiniz, çok soyuttur. Bu adamı aldatır. Oysa İslam’da öyle değildir, İslam doğrudan doğruya dişi ve erkek üzerinden kimliklendirir, “mümin, ve mümine” der. Dolayısıyla bir bakıma ikisinin de cinsiyetlerini gözeterek onlara rol verir. Tabii şunu kabul edelim ki, zorunlu hallerin haricinde kadına sunduğu tercih evdedir. Bu da kadının illa evde oturacağı anlamına gelmiyor. Kadının da kendine ait bir sosyal dünyası var. Ama bu dünya genel olarak hemcinsleriyle ilgilidir. Değindiğiniz gibi mahremiyet ilişkisi içerisinde, bir bakıma İslam, bu iki cinsin kimliklerini hatırlamaları için her zaman aralarına bir perde koymuştur. Nasıl ki müminle kafir, müminle müşrik arasında sürekli olarak bir ayırıcı, uyarıcı, bir engel koymuşsa, bir hatırlatmada bulunmuşsa aynı zamanda kadın ve erkek için de böyle bir hatırlatmada bulunur. Çünkü eğer bu hatırlatma olmasa günümüzdeki gibi “unisex” dediğimiz olay ortaya çıkar. Yani kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan, yeni birtakım insan tipleri ortaya çıkar. Burada “postinsan” kavramını kullanıyorlar. Dikkat ederseniz bu evrimle birlikte bugün Batı dünyasında boşanmaların oranı aşağı yukarı % 60 civarında seyrediyor. Buna rağmen boşanmanın yok sayılacağı aile tipi ise homoseksüellerle, lezbiyenlerin aile modeli. Gerçekten bu, insanoğlunun kaderinde olağanüstü bir noktadır.

ARTIK “POSTİNSAN” DEDİĞİMİZ BİR İNSAN MODELİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ

Türkiye’nin geçen yılki verilerine göre boşanmalarla evlenme oranları eşit. Demek ki, bizde de boşanma oranı artmaktadır. Bu aile değişiyor demektir ve bununla beraber bir sürü şeyin değişmesi demektir. Geldiğimiz noktada o bildiğimiz “aile modeli” yerini, artık lezbiyenlerin, homoseksüellerin yeni aile modeline, işte “gay aile” dediğimiz aile modeline bırakmaktadır. Tabii bununla beraber çocuk edinmeler, o çocuklarla ilgili yeni sorunlar var. Burada şu var: “Artık tarih içinde bildiğimiz bir aile modeli yok”. Belki de bu haliyle, biyoteknolojinin imkanlarıyla yeni bir insan modeliyle, “postinsan” diyeceğimiz yeni bir insan modeliyle karşı karşıya geliyoruz. Müslümanlar bununla ilgili ne söylüyorlar? Önce bunun üzerine konuşmak lazım. Bir şey söyleyebilmek için karşı karşıya geldiğimiz durumun ne olduğu hususunda onun bir resmini çekmemiz gerekiyor.

Müslümanlar bunun üzerine düşünüyor mu sizce?
Ben çok düşündükleri kanaatini taşımıyorum. Onlar bir nehrin akışına kendilerini bırakmışlar gidiyorlar. Özellikle de son 20 yıldan beri, kapitalizmle tanıştıklarından itibaren böyle. En çok üzüldüğüm şeylerden bir tanesi de bu. “Niye Batı’da sosyalistler bu kapitalizme kafayı takmış” gibi bir soru sormuyorlar. Bu kafayı takma boşuna değildir yani. Çünkü kapitalizm Hristiyanlığı da yedi bitirdi, Batı’nın insanını da yiyip bitirdi. Bunu sadece komünistlik, solculuk olarak düşünmemek lazım. Elbette ki ideolojik bir şeydir ama mesele o değil. 

ZENGİNLİĞİ, KAPİTALİZMDE ARAYAN MÜSLÜMANLARIN ‘RIZIK ALLAH’TANDIR’ DEMEYE HAKLARI YOKTUR

Ben burada araya girip şunu sormak istiyorum: Müslümanların bir güç kompleksi dolayısıyla mı bu noktaya geldi?  Yani kapitalizm üzerine düşünmemenin sebepleri nedir? Müslümanlar ya da Müslüman ülkeler fakirdirler, güçsüzdürler gibi bir algı hakim. Böyle bir kompleksten dolayı mı acaba Müslümanlar kapitalizmin zararları ya da Müslüman toplumlara etkileri üzerine düşünmüyorlar?
Tabii ki bu, sebeplerden birisidir. Ama Müslümanlar en azından Batı karşısındaki yenilgilerinin çaresini, onun gibi olmakta aramışlardır. Bir sebebi de budur. İkinci husus, Müslümanlar bilerek ya da bilmeyerek İslam’ın övdüğü ticareti kapitalizme karıştırmışlardır. Burada Müslüman entelektüellerin çok büyük bir kabahati, vebali vardır. Esas onlar toplumu aydınlatmak durumundaydılar. Ama bu olmadı. Müslümanların 100-150 yıllık tecrübesinden ortaya çıkan şey şuydu: Müslümanların okutup evlatları olarak büyüttükleri aydınlar bu görevlerini yerine getiremediler. Tam tersine kapitalizmle, modernlikle uyuşmanın yollarını bize gösterdiler. Mesela geleneksel ulemada bunu göremezsiniz. Geleneksel ulema halen direniyor. Her şeye rağmen direniyor. Yani bizim aydınlarımızın hor gördüğü ulema her şeye rağmen direniyor. Nasıl direniyor? İslam’ın temel hükümlerinin ne olduğunu söyleyerek direniyor. Doğrudan doğruya kapitalizm eleştirisi yapmıyor. Ama İslam’da bazı şeylerin böyle olduğunu, böyle olması gerektiğini söyleyerek o dirençlerini sürdürüyorlar. Buradaki karşı çıkma yöntemi çok farklıdır. Biz kapitalizmi eleştiriyoruz, oysa onlar kapitalizmi eleştirmiyorlar. Belki sorduğunuzda kapitalizmi bilmezler. Fakat İslam’ın ne olduğunu söyleyerek, insanları o anlamda diri tutmaya çalışıyorlar. Kanaatime göre Müslüman entelektüeller bu işi yapamadılar, kusura bakmasınlar ama böyle oldu. Kaç tanesi gidip kapitalizm üzerinde araştırma yaptı?

Tabii ki bir mahrumiyetten geliyoruz biz. Fakir miyiz, fakirlik çok görece bir şeydir. Ama bence esas trajedi şudur: Müslümanlar o aziz Peygamberin mütevazılığından bahsederler; ama kendileri de hiç öyle bir mütevazı hayata talip olmuyorlar. Bu bence Müslümanların trajedisidir. İkinci husus, çalışmayalım, tembel kalalım anlamında söylemiyorum ama zenginliği, bu çeşit bir ticarette arayan Müslümanların ‘Rızık Allah’tandır’ demeye hakları yoktur bence. Bu başka bir şey. Dolayısıyla da burada, belki de geçmişten getirdiğimiz hem bir Batı’ya öykünme, hem Batılılar gibi olmak duygusu, hem de belki ekonomiye bir güç atfetmemiz… Tarihte hiçbir zaman Müslümanlar ekonomiye bu kadar güç atfetmemişlerdi. O özlem bugün bizi kapitalizm karşısında olağanüstü derecede zayıf kılıyor. Ama unutmayın bunun bir benzerini de Batılılar yaşadılar. Batılılar da aşağı yukarı 1400 yıl mülkiyetsiz yaşadılar. Çünkü zaten insanların büyük çoğunluğu yarı köleydi. Ne zaman ki mülkiyetle tanıştılar, iktisat bilimi doğdu. İktisat bilimi, öyle sadece insanların bir bilim haline getirmek istedikleri bir şey değil, mülkiyetle tanışmaları neticesidir. Çünkü mülkiyetsiz olan bir toplum mülkiyetle tanıştığında onunla nasıl ilişki kuracağını, onu ne yapacağını, nasıl saklayacağını, satarken ne yapacağını, alırken ne yapacağını, miras bırakırken ne yapacağını, ondan nasıl kâr elde edeceğini yeniden düşünür. Batının iktisat bilimi bu düşünce süreçlerinde ortaya çıktı. Oysa İslamiyet’te böyle bir şey yoktu. Dolayısıyla Müslümanların bu kadar zaaf göstermemeleri gerekirdi diye düşünüyorum. Tabii burada zannediyorum, İslam’ın kadim geleneğinden kopmuş olmamızın önemli bir etkisi vardır.
 

on5yirmi5.com