‘Tuhaf zamanlar’da aydın sorunu

Fikir
Prof. Dr. Halis Çetin Star Açıkgörüşteki yazısında Sait Halim Paşa’nın “Buhranlarımız” kitabını temel alarak ‘Aydın Sorunu’ ve S.Halim Paşanın aydın üzerine gör...
EMOJİLE

Prof. Dr. Halis Çetin Star Açıkgörüşteki yazısında Sait Halim Paşa’nın “Buhranlarımız” kitabını temel alarak ‘Aydın Sorunu’ ve S.Halim Paşanın aydın üzerine görüşlerini irdeliyor.İşte o,bir aydın perspektifi vermesi açısından önemli yazı…

“Tüm zamanların en iyisiydi, belki de en kötüsüydü. Bilgeliğin çağıydı, aptallığın çağıydı. İnançların dönemiydi, inançsızlığın ve şüphenin de. Aydınlığın mevsimiydi, belki de karanlığın. Umut’un baharıydı, umutsuzluğun da kışıydı. Her şey geleceğindi, gelecek hiçlikti aslında. Öncesinde her şey vardı, hiçbir şey yoktu. O günler bugünlere çok benziyordu” (Charles Dickens; İki Şehrin Hikayesi).

Osmanlının en ‘tuhaf zamanları’ olan II. Meşrutiyet döneminde hem yaklaşık dört yıl Sadrazamlık yapmış hem de dönemin iktidarı İttihat ve Terakki Partisinin liderliğini yürütmüş bir devlet adamı ve mütefekkir olan Said Halim Paşa, bundan tam 94 yıl önce, 6 Aralık 1921 günü sürgün olarak yaşadığı Roma’da bir Ermeni komiteci tarafından suikasta kurban giderek şehit edilmiştir.

Paşa, yaklaşık yüz yıl önce kendisinden önceki yüzyıla dair Buhranlarımız eserini yazarak bize iki yüzyıllık bir tarihsel bakış açısı kazandırmıştır. Eserinde, yüz yıllık modernleşme sürecini detaylıca analiz ederek bu dönemde uygulanmış olan devrimlere ve jakoben, pozitivist ve elitist yöntemlere şiddetle itiraz etmiş ve bu uygulamaların temsilcisi olan devlet erkanına ve özellikle dönemin aydınlarına yoğun eleştirilerde bulunmuştur.

Diğer görüşlerinin analizini başka bir çalışmaya bırakarak ‘O günlerin bugünlere en çok benzeyen’ özelliğine yani ‘Aydın Sorunu’ üzerine yazdıklarına eğilmek istiyorum. Özellikle 1 Kasım 2015 genel seçimleri öncesinde ve sonrasında hem akademik hem de medyatik aydınlarımızın halka ve halkın iradesine/tercihlerine yönelik yaptıkları aşağılayıcı meydan okuma tahminleri, sonuçlar hakkındaki tahkir ve tezyif söylemleri, ülkeyi terk etme tehditleri ve hatta değil edep dışı, sokak ağzı ile konuşmanın küfür sınırlarını bile aşan bir saldırganlık diliyle hakaretler savurmaları, onların iki yüzyıllık tarihsel modernleşme değişiminde ‘değişmeyen tek şey’ olduklarını ispatlamıştır.

Asalak aydın taassubu

Said Halim Paşa’ya göre aydınlarımızın en temel sorunu, Batılıların bizi kendi durumlarına benzeterek bizdeki geri kalmışlığın, halkın dini, milli ve yerli inançlarından kaynaklandığı yalanına inanmalarıdır. Bu da aydınların halkı suçladıkları “taassup”un aslında kendilerinde olduğuna işarettir. Çünkü “Aydınlarımız, bir memleketin dini, milli ve yerli müesseselerinin, en kıymetli birer miras olduklarını ve bu müesseselerin terk edilmesinin, milli var oluştan da vazgeçmek demek olduğunu anlayamamışlardır”.

Paşa’ya göre “Her milletin kendine has fikirleri ve hisleri olmasaydı, içtimaiyat ilmi (Sosyoloji), hayvanat ilmi (Zooloji) ile garip bir şekilde iç içe bulunurdu”. Bunun içindir ki, başka milletlerin içtimai değerlerine göre kendi milletini yargılayan aydınlarımızın ‘bağımsız’ ve ‘yerli’ olması mümkün değildir. Ona göre bağımsız düşünebilmenin tek yolu aydınların kendi milli ve yerli değerlerine dönmesidir.

Aydınlarımız, ülkenin ilerlemesi ve yükselmesini sağlamak için zoolojik düşünce biçimi olan başka yaşam tarzlarının halka dayatılmasının şart olduğu düşüncesi yerine sosyolojik düşünce biçimi olan kendi milli ve yerli yaşam tarzlarının gerçekliğine göre düşünmeyi öğrenmelidirler. Yoksa bu aydınlar sadece bağımsız olma kişiliğini değil aynı zamanda milli ve yerli olma kimliğini de kaybederek müptela oldukları halktan nefret etme hastalıklarını tüm memlekete yayacaklardır.

Aydınlarımız kişisel nefret üzerine kurulu düşünce hastalıkları ve kendi kötümserlik ruhlarına tüm halkı ortak etmek adına, akılları ve vicdanları bulandırıp fikirleri karıştırarak içtimai çatışmalara ve kutuplaşmalara sebep olup memleketi karanlık, meçhul bir geleceğe sürüklemektedirler. Sonra da çıkıp başkalarını kutuplaştırıcılıkla suçlamaktadırlar.

Kıyas ile hüküm vermek

Aydın demek bilmek demektir. Bilmek demek kıyas etmek yani karşılaştırarak hüküm vermek demektir. Bu yüzden aydınlarımız insafa gelip en azından kendi toplumumuzla diğerleri arasında mukayese yapabilecek kadar kendi milletinin yerli değerleri ve sosyolojik yasaları hakkında biraz bilgi sahibi olsunlar.” diyor Said Halim Paşa.

Aydın olmanın asgari şartı da budur zaten. Böyle olmayınca bu aydınlar kendi halkına yabancıdan çok yabancı olmaya başlarlar. Yerli değerler yerine yabancı bir bakış ve yaşam değerleri ile kendi muhitlerindeki gerçeklerin karşılaştırılmasını yapmadan halkı yargılamak tam bir ‘asalaklaşma’dır. Düşüncel bazdaki bu yabancılaşmanın, içtimai, siyasi, iktisadi ve dini alanlarda da ‘zihniyet yabancılaşması’ getireceğinin görülmesi gerekir.

Aydın taassubu içinde halkı anlamaya çalışmak yerine yargılamak, yeni şeyler üretmeye, yeni söz söylemeye engel olduğu gibi memleketin kültürel değerlerini, medeniyetini, irfanını inkar ederek halk içinde ‘asalak’ bir zümreye dönüşmek demektir. Kaynağı ne olursa olsun, milli ve yerli esaslara ve milliyet anlayışına uygun olmayan her türlü aydın düşüncesi ve hareketi sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Milliyet ve yerlilik meselesini önemsemeyerek hareket edenlerin de kendi milliyetleri adına söz söyleme hakları yoktur.

Anlamak yerine yargılamak

Buhranlarımız’daki çift kişilikli aydın tanımı dikkate değer: “Batılı olamadığı gibi Doğulu da kalmayı başaramamış çift kişilikli aydınlar arasında yaygınlaşan kendi aşağılık komplekslerinin ürünü olan, mensubu olduğu medeniyeti ve milliyeti küçük görme hastalığının meydana getirdiği olumsuzluklar yüzünden, toplumdaki birçok insanın kendi ahlakına, şahsiyetine ve toplumu ayakta tutan köklü geleneklere karşı düşmanca bir tavır takınmaya başladığı görülmüş ve bu durum da başka buhranların doğmasına neden olmuştur.” Neticede ise siyasal müesseselerde olduğu gibi, içtimai faaliyetlerimizde de aşağılık kompleksi ve hayranlık hastalıklarına tutulmuş ve iyi ile kötüyü birbirine karıştıran bu yeni zihniyet yüzünden ahlak anlayışımız da bozulmaya uğramıştır. Bu aydınlanmış “kafalar, çaresini bulmak istedikleri hastalığın ne tabiatını, nede mahiyetini hiçbir zaman gereği gibi anlayamamışlardır. Aydınlatmaya ve ilerlemesini temin etmeye çabaladıkları kendi toplumlarını ise ne yazık ki tanımamaktadırlar”.

Hatta aydınlanma filozofu Kant’ın ‘yargılamadan anlamalı’ anlayışını bile tersinden okuyarak ‘anlamadan yargılamalı’ durumuna düşmüşlerdir. Aslında medeniyet esasa ve içeriğe dair olmaktan ziyade usule yani buhranları/sorunları çözme yöntemine bağlı bir var oluş ve yaşam felsefesidir. Bu yüzden Paşa’ya göre buhranlarımızın ‘üzerine gidilerek’ çözüm fırsatları ile çözülememesinde yaşanılan en önemli yöntem/medeniyet sorunu ‘Yerli/Milli Kimlik’ krizidir. Önemli olan değişmek ve mevcut halden kurtulmak için ‘kendisi olarak kalabilecekleri’ bir milli vasatın yaratılmasıdır. Bu vasat da hiç şüphesiz milletin kadim milliyet ve medeniyet değerleridir.

Paşa, yabancılaşmış aydınlara karşı ‘yerli’ bir bakış açısıyla kendi toplumunun özgün/yerli/milli yanlarını tespit etmeye ve yaşadığı meselelere bu yerlilik kimliğiyle çözümler üretmeye yönelerek bir toplumun değişim yönünü belirleyen asıl unsurların yine o toplumun kendi yerli kaynaklarında aranması gerektiğini savunmuştur.

Medeniyet yüzüğü nerede kaybedilmişse orada aranmalıdır. Nasrettin Hoca’nın yaptığı gibi yüzük aydınlık/aydınlanma olduğu için Batı’nın sokak lambalarının altında aranmamalıdır. Bu yüzden onun düşüncesinde yerlilik, değişimin sabit zemini; başka bir deyişle pergelin sabit ayağıdır. Ona göre, toplumsal şartların kendine özgü/yerli durumları, fizikteki kanunlar gibi genel geçerliği sosyolojide üretmez.Çünkü toplumların yönetim tarzları, kurumları kendi toplumsal şartlarının bir sonucudur ve bu unsurların farklı bir ortama taşınması imkansızdır.

Taklitçi aydınların düştükleri en büyük yanlışlardan birisi mevcudu ve yaşayan yerlilik gerçeğini bilmeden bu pozitivist akıl ve ahlak ile toplum mühendisliği yapmalarıdır. Ona göre milletlerin sadece kanunları, kurumları ve yaşayışları birbirlerinden ayrılmamakta, aynı zamanda bu sosyolojik unsurlara bağlı olarak ihtiyaçları da birbirlerinden farklılaşmaktadır. Bu yüzden de evrenselden yerele, yerelden de evrensele uzanan bu uyumlu gelişme ve değişme silsilesi tedrici olarak işletilmelidir. Evrensel hükümlere bağlı bir yerlilik, yerlilik hükümlerine bağlı bir evrensellik inşa etmek anlayışına sarılmak gerekir. Medeniyet evrensel farklılık yaratma kabiliyetidir. Oysa Batı hayranı aydınlar için bir milletin kabiliyet derecesi; “Batı’ya olan benzerliği” ile ölçülmektedir.

Yönün Mekke ise…

Said Halim Paşa’ya göre “Batı için ‘Her yol Roma’ya gider’se, İslam dünyası için de ‘Her yol Mekke’ye gider’. Yani bu iki alemden her biri, başka bir yol, başka bir istikamet, başka bir talih takip etmeye ve insaniyetin umumi gelişmesinde farklılıklar yaratmak için farklı vazifeleri yerine getirmeye mecburdurlar.

Batı dünyası, gayesi, telakkileri, meyilleri, ihtiyaçları ve bunları tatmin için başvurduğu vasıtalar bakımından, İslam dünyasından çok farklıdır. Bunu hiç kimse inkar edemez. İki dünya arasındaki bu fark, Hıristiyanlığın cemiyet ve ahlak telakkileri, gelenekleri ve esasları ile İslamiyet’in arasında mevcut olan fark kadar büyüktür. Bu gerçek Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet uygulamalarında da görülmüştür. Mekke yön/kıble yapılarak Roma’ya gidilemez. Fakat Roma’ya gitmeyi tercih eden Cumhuriyet ve aydınları önce yönlerini sonra da yönetimlerini değiştirdiler. Bu da Said Halim Paşa ile savunduğu milli/yerli medeniyet arasındaki ortak kader oldu: Roma’da suikasta uğramak; Batı’da bir Doğulu tarafından öldürülmek.