‘İnsan Hikaye İstanbul’

Etkinlikler
Hazırlayan: Muhammed Akaydın Türkiye Yazarlar Birliği‘nin organize ettiği 1.İstanbul Edebiyat Festivali birbirinden güzel programlar yaptı ama en güzellerinden biri "İnsan Hikâye İsta...
EMOJİLE

Hazırlayan: Muhammed Akaydın

Türkiye Yazarlar Birliği‘nin organize ettiği 1.İstanbul Edebiyat Festivali birbirinden güzel programlar yaptı ama en güzellerinden biri "İnsan Hikâye İstanbul" idi.

Bu programlardan biri de geçen gün (10 Aralık 2009) gerçekleştirelen "İnsan Hikâye İstanbul" konulu oturumdu. Başkanlığını Hüseyin Su‘nun yaptığı oturumun konuşmacıları "Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi" ve "Kapak Kızı" hikâyelerinin yazarı Ayfer Tunç; "Bacı’dan Bayan’a: İslâmcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi", "Bir Hayat Tarzı Eleştirisi İslamcılık" ve "Dünün Devrimcileri Bugünün Reformistleri/ Iran’da Sosyal, Siyasal ve Kulturel Degisim" kitaplarından tanıdığımız Taraf Gazetesi yazarı Cihan Aktaş; Yedi İklim edebiyat dergisi kurucu ve Milli Gazete yazarı Ali Haydar Haksal ve son olarak Mario Levi

Oturumlarda değerli hikâyeciler hikâyelerde İstanbul‘u tartıştılar… Kimi taşranın da ön plana çıkması gerektiğini kimi taşradan İstanbul‘a bakılamayacağını ama İstanbul‘dan her tarafa bakılacağını söyledi.

Oturum Başkanı Hüseyin Su‘nun takdim ve konuşmacıların biyografilerini okumasıyla oturum başlamış oldu. İlk konuşmayı Ayfer Tunç yaptı.

Tunç, daha önceden hazırlamış olduğu konuşmayı değiştirmek istediğini ve İstanbul’dan değil taşradan konuşmak istediğini söylerek söze başladı. Sözlerine devam etti Tunç,"Neden taşra?" diye sordu sonra, "Çünkü İstanbul kendini artık yinelemeye başladı. Evet, kabul ediyorum İstanbul Türkiye‘nin kültür başkentidir ama bir ülkenin edebiyatı tek merkezli olmamalı. Bu tek merkezlilik aynılığı sağlıyor" diye cevap verdi kendi sorusuna. Tunç, kendisinin Adapazarı‘nda doğduğunu ama sonrasında İstanbul‘a geldiğini ve kendisini İstanbullu gördüğünü de sözlerine ekledi.

Ayfer Tunç‘un ardından söz sırası Cihan Aktaş‘a geçti. Aktaş, konuşmasının başlığının "Sınırsız İstanbul" olduğunu söyledi. Başlığın "Sınırların İstanbul‘u adlı kitabından esinlenerek belirlediğini de ekledi. Aktaş sözlerine şöyle devam etti: "İstanbul bir buluşma yeridir, bir meydandır. Köprü olmaktan ziyade meydan fikri imgesi bana daha hoş geliyor. Sınırsız İstanbul derken de İstanbul‘un kendi etrafındakileri etkileme gücünden bahsediyorum." Ayrıca Aktaş, konuşmasında, herkesin böyle bir oturumda Sait Faik‘ten bahsedeceğini söyledi. Onun için de Sait Faik’ten fazla bahsetmek istemediğini ve kısa bir hikâye okuyup geçmek istediğini ekledi. Sonrasında Füruzan‘dan bahsetti. Füruzan‘ın bir hikâyesinden etkilenip ona bambaşka bir gözle bakmaya başladığını ifade etti. Ayrıca Mustafa Kutlu’nun "Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı" adlı kitabından da etkilendiğini söyledi.

Cihan Aktaş‘tan sonra Mario Levi konuşmaya başladı. Levi, her şehrin bir simgesi olduğunu, mesela Rio‘nun meşhur İsa heykeli, Paris‘in Eyfel Kulesi, Londra‘nın Big Ben‘i… Ama sanılan aksine İstanbul’un simgesinin Kız Kulesi ya da Galata Kulesi olmadığını, İstanbul’un simgesinin Sarayburnu‘nun silueti olduğunu ifade etti. Levi, İstanbul‘un bir duygusu olduğunu söyledi. Sonra dinleyicilere o duygunun ne olduğunu dinleyicilere sordu. Sonra klasik olarak ne kadar insan varsa o kadar duygu olduğunu kabul etmediğini ve İstanbul’un duygusunun hüzün olduğunu ifade etti. Hüznün köken olarak Arapça olduğunu ama mana itibariyle hazandan gelmediğini belirtti. Levi, hüznün içinde hafif bir gülümseme olduğunu ve İstanbullunun hüznü sevdiğini söyledi. Devamında, hüznün melankoli ile aynı olmadığını şöyle bir örnekle anlattı: "Melankoli olan kafayı yer ama hüzünlü öyle değildir. Tuhaf bir paradokstur ama böyle." Levi, "Türk Sanat Musikisine bakın ya da Sezen Aksu‘ya… Sezen Aksu‘nun ‘şıkıdım’ şarkısı mı yoksa hüzünlü şarkıları mı daha çok seviliyor? Yeşilçam, mendil ıslatmakla övünmüyor mu? İstanbullu tarih boyunca hüzünle iç içe yaşamıştır. Osmanlı’nın kaybettiği en kötü savaş Balkan Savaşı‘dır. Niye mi? Çünkü Osmanlı, Balkanları özümsemiştir. İstanbul‘da son 2-3 kuşağı baktığınızda hepsinde göç vardır. Göç, hüzündür, yastır… Bunları şehirde yaşayanlar için değil şehri yaşayanlar için söylüyorum." diye çok şehrin hüzünlü haline örnekler verdi. Levi devamında, "Rum kadınının hafif meşrepli, Ermeni kadınının iyi dolma yaptığını, Yahudi erkeklerinin ise cimri ve tefeci olduğundan dem vurdu. Böyle bir coğrafyada yaşıyoruz işte ve ben onların içinden geliyorum." dedi.

Levi, Batı edebiyatını bildiğimi söyleyebilirim ve bunun ışığında bakarsam Türk edebiyatının çok çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Tek sıkıntısı tanıtım eksikliği. Ben fazlasıyla ümitvarım. Ayrıca eğitimli olmanız gerekmiyor hikâyeci olmak için. Mesela, Şükran ve Fatma diye iki komşu varmış. Şükran, Fatma’yı çağırıyor ve Necla hakkında haberleri olduğunu söylüyor. Fatma geliyor ve oturuyorlar. Tabii hemen kahveler hazırlanıyor. Kahveden sonra ne var? Tabii ki fal… Fal, hikâyeciliğin ağa babasıdır. Hikâyede olması gereken her şey vardır onda. Gelin de bunların ışığında ümitvar olmayın” diye sözlerini tamamladı.

Konuşmasının ardından iyi bir alkış aldı. Hak etti doğrusu alkışları. Ayrıca bana göre bu oturumun en iyi konuşmacısı Mario Levi idi.

Levi’nin bu zevkli konuşmasının ardından söz Ali Haydar Haksal’ındı. Haksal, biraz da Ayfer Tunç’a cevap olarak, “Taşradan İstanbul’a bakılamayacağını ama İstanbul’dan taşraya bakılabileceğini” söyleyerek söze başladı. Sonra ise kendi hayatlar örnekler verip uzun uzun Sait Faik’in hikâyelerinden okudu. Sonrasında teşekkür ederek bitirdi.

Sunumların ardından 1 saatlik soru – cevap faslına geçildi. Böylece festivalin en iyi oturumlarından biri bitmiş oldu.