Şairliğin ispatı mesnevi yazmaktan geçer

Edebiyat
ENGİN DİNÇ’İN RÖPORTAJI Türkiye’de edebiyatı en iyi gözlemleyen isimlerden biri Ömer Lekesiz. Yeni Türk Edebiyatında Öykü isimli beş ciltlik eseriyle edebiyatımızın kilometre taş...
EMOJİLE

ENGİN DİNÇ’İN RÖPORTAJI

Türkiye’de edebiyatı en iyi gözlemleyen isimlerden biri Ömer Lekesiz. Yeni Türk Edebiyatında Öykü isimli beş ciltlik eseriyle edebiyatımızın kilometre taşlarını ele alan Ömer Lekesiz, bunun yanında son kitabı Minarenin Kılıfı başta olmak üzere Kuramdan Yoruma, Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj, Mimlerin Abecesi, Öyküce Konuşmalar gibi eserlerin de yazarı. Halen Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde haftada iki gün okuyucularıyla buluşan Ömer Lekesiz’le, bizi ağırladığı Kadıköy Bahariye Caddesi’ndeki mütevazi sahafında, başta “muhafazakar sanat” tartışmaları olmak üzere, şiir, hikaye/öykü, edebiyat dergileri gibi konuları konuştuk.

Ömer Lekesiz’le “muhafazakâr sanat” tartışmalarını konuştuğumuz söyleşimizin ilk bölümünü dün yayınlamıştık. Bugün ise şiir ve öykü/hikayeye dair sohbetimize yer veriyoruz.

ÖMER LEKESİZ’LE YAPTIĞIMIZ RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!..
 
SEZAİ KARAKOÇ VE İSMET ÖZEL MESNEVİ YAZDI, VAR MI BAŞKA TALİP OLAN!

Siz şiirin Türkiye’de müstesna bir yeri olduğunu düşünen birisiniz. Ama geçtiğimiz aylarda yazdığınız bir yazıda bir arkadaşınızın ağzından “Onca şair yetişiyor ama ortada şiir yok. Bir şiir kabızlığı yaşanıyor” diye bir ifadeniz var. Şiir bir tür kriz mi yaşıyor?
Şiirin kabızlığı değil, iyi şiirin kabızlığı söz konusu. Yoksa sabah erken kalkan herkes şiir yazıyor. Zaten klasik bir söyleyiştir; bu ülkede yaşayan her beş kişiden altısı şairdir. O manada iyi şiire ilişkin bir kabızlık söz konusu. Latin alfabesinin ortaya çıkması ve özellikle sistemin kendisine bağlı yeni edebiyatçılar kuşağını oluşturma çabası içerisinde şiir de tümüyle dünyeviliğin alanına çekildi ve gittikçe gündelik hayatın içinden söylenen ucuzlaştırılmış bir söz haline geldi. Şiir küçüldü, küçüldüğü oranda içeriği de küçüldü. Yani “sabah erken kalktım/ yüzümü yıkadım/ utanmadın mı kızım” gibi bir şeyi söylemek de artık bugün şiir olarak telakki ediliyor ki, İkinci Yeni’nin de zaten şiir namına armağan ettiği şey de bunun çok fevkinde değildir. Buradan çıkarak yapılan bir şiir var. Herkes, herhangi bir adi cümleyi bile, şiir kalıbı içinde söyleyerek büyük şiir yazdığını düşünmeye başladı. Böyle bir enflasyonla yüz yüzeyiz. Ama gerçekten asliyetine, hasletine, yapısına, mantığına uygun olarak şiir ortaya konuluyor mu denildiğinde bir şiirden söz etmek oldukça zor. Niye zor? Siz isterseniz, “gelenek orada kaldı, işte her şey yenilendi” filan diye durun, ben yine de hala bir şairin şairliğinin ispatının “mesnevi” yazmaktan geçtiğine inanırım. Bu manada Sezai Karakoç mesnevisi olan bir şairdir. Bu manada İsmet Özel mesnevi yazmış bir şairdir. Var mı başka buna talip olan bir adam? Buna talip olmak biraz yürek ister!.. Buna talip olmak Divan’ı bilmeyi gerektirir… Buna talip olmak aruzu bilmeyi, şiir sanatlarını, türlerini bilmeyi gerektirir… Siz damarlarınızla olan bağın kesilmesini bir rahatlık olarak görüp, hem olması gereken şiirle bağlantınızı iptal edip hem de Müslümanca duyarlılıklar içinde durarak şiir yazacağınızı zannediyorsanız aldanırsınız.

HER KUŞAK KENDİ DERGİSİNİ ÇIKARMALI

Geçmişte Mavera, Diriliş gibi güçlü edebiyat dergileri vardı. Şimdi Dergah gibi dergiler söz konusu. Bir de amatör çabalarla edebiyat dergisi çıkarmaya çalışan gençler var. Bu dergileri nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Bir merkez dergiler var, bir de onun etrafında öbeklenen dergiler var. Bu, bu zamana mahsus bir şey değil. Bu geçmişten beri böyle gelen bir şey. Merkez dergiler diye tabir ettiğimiz dergiler, sizin de adını zikrettiğiniz Dergah başta olmak üzere rüştünü ispat etmiş, kurumlaşmış, söylediği sözün bir karşılığı olan, ne yazıyor diye merak edilen dergilerdir. Yani Dergah’tır, Hece’dir, Varlık’tır, İtibar’dır, Bir Nokta’dır, Karabatak’tır… Merkezde hangisini görüyorsanız onlardır…

Bir de kuşakların kendilerini rahatça, güdülmeden, güdülendirilmeden ifade etmek zorunda hissettikleri birtakım yapı arayışları var. Sizin dediğiniz dergiler bu dergilere giriyor. Ben bunun karşısında değilim. Çünkü usta-çırak ilişkisi dediğimiz yapı tahrip olmuştur. Bozulmuştur. Bu saatten sonra isteseniz de usta-çırak ilişkisi içerisinde bir edebi geleneği devam ettiremezsiniz. Zaten böyle bir şeyi talep etmek artık gericilik olur. Niye? İletişimin bile yüzde 60’ının artık telefonda değil, internet üzerinden yürüdüğü bir ortamda usta-çırak ilişkisinin gerekliliğinden bahsedemezsiniz. Kuşak dergileri diye tanımlayacağımız bu dergiler, o dergiyi çıkaran insanların söyleyecekleri sözler konusunda kendilerini sınamalarına vesile oluyor. Bu sınamalar neticesinde kendilerine belli bir edebi ufuk çizdikten, edebi bir gidişat tayin ettikten sonra bu insanlar zaten zorunlu olarak merkez dergilere gireceklerdir. “Bu dergiler merkez dergilere giden bir merdivendir” de demiyorum. Ama her kuşak kendi dergisini çıkarmalı ve kendi sözünü söylemeli. Eğer öyle olmaz da merkez dergilere eklemlenerek bir şeyler yapmaya çalışalım derseniz, onların temsil ettiği edebiyatın içinde yer alırsınız. O zaman bir yenileşme söz konusu olmaz. O nedenle bu dergilere her zaman ihtiyacımız olduğunu zannediyorum.

HAVARİNİN MAKBÜLÜ İHANET EDENDİR

İsmet Özel bir keresinde şiirlerinin dönemin önde gelen edebiyat dergilerinde görmezden gelindiğini, ancak Esenlik Bildirisi’ni yayınladıktan sonra kendisinin artık görmezden gelinemediğini söylemişti. Bu anlamda edebiyat dergilerinde yaşanan gruplaşmaların, çeteleşmelere dönüştüğü gibi bir algı da var. Bu algı gerçeği yansıtıyor mu?
Gruplaşma her zaman vardır. Onu önleyemezsiniz. Yani gruplaşma ama sadece birilerinin önünü keselim, birilerinin şiirlerine geçit vermeyelim, diyerek yapılan bir şey değil. Gruplaşma, “aynı frekanstan konuşuyoruz, aynı dili konuşuyoruz, dolayısıyla söyleyeceğimiz şeyleri müştereken ifade edelim” anlamında bir gruplaşma da olabilir. İşin doğrusunu söyleyeyim, çete suçlaması bana çok ucuz bir suçlama gibi geliyor. Büyük şairler nezdinde bir grup oluşturmaktan bahsediyorsak burada tabii kural şudur, havarisiz İsa olmaz. Havarinin makbulü de ihanet edendir. Bir araya gelirsiniz, toplanırsınız, birilerine havari olursunuz. İsmet Özel aslında onu yapmıştır. Söylediği şey odur. Sonra oradan çıkar, ihanet edersiniz. Sizin ihanetiniz, sizi siz yapabilir. Bu edebi işleyişin böyle paradoksal bir yanı da var kuşkusuz.

ŞİİR DÜŞTÜĞÜ YERDEN KALKACAKTIR

Siz Yeni Türk Edebiyatında Öykü isimli kapsamlı bir çalışmanın sahibisiniz. Bir keresinde “Şiirin Türkiye’de müstesna bir yeri var. Öykü de inşallah böyle olur” diyorsunuz.  Hikâye/öykünün edebiyatımızdaki yeri nedir?
Bizim şah sanatımız şiir. Bu işin tartışacak bir tarafı yok. Nesir şiiri izleyendir. Fakat olaya Batı perspektifinden bakarsanız aslında sanat dediğimiz şey öncelikle mimaridir. Mimariyi resim izler, resmi de şiir ve musiki izler. Yani böyle dörtlü bir hiyerarşi söz konusudur. Ama bu hiyerarşinin olması, birinden diğerine geçme makamında oluşu değil düzey farkını ifade eder. Şiir konusunda Batıya hiçbir zaman muhtaç olmayacağımız kadar çok sahih kaynaklarımız da var, birikimimiz de var, üretimimiz de var. Bugün şiirin bir enflasyon içinde olması da buna engel değil. Şiir yine düştüğü yerden kalkacaktır, yine bizden doğacaktır, gelişecektir diye umuyorum.

Öykü ise zamanın anlayışlarına, gelişmelerine göre şekillenir… Öykü, bizim sadece tahkiye etme noktasında durmayıp, aynı zamanda batılı teknikleri de almak suretiyle ürettiğimiz yeni bir türdür. Yani bu anlamda öykü modern hikâyedir. Modern öykü diye bir şey olmaz, o zaten moderndir; bunu aynı kelimenin imkânı içinde kullanmak basiretsizlik değilse koyu bir cehalettir. Neticede biz hala bir hikâye geleneğinden bahsediyorsak aslında Dede Korkut’tan işe başlamamız lazım. Yani Dede Korkut’la diyelim ki Hüseyin Su arasındaki çizgi doğrusal bir çizgidir. Ve hala Hüseyin Su öykü yazıyor olmasına rağmen Dede Korkut’un torunu olarak öykü yazmaktadır. Başka birisi olarak değil.

HİKAYE İNSANA VERİLMİŞ BİR NİMETTİR

Öykünün önemi nereden geliyor? Cenab-ı Hakk’ın hikâyesi yoktur. Kuran’da hikâye sözcüğü de yoktur. Hikâye, insana verilmiş olan bir nimettir. Biz her şeyimizi hikâyenin içinde anlatırız, hikâyenin içinde hikâyeyle gerçekleştiririz. Yani sizin yüksek lisans teziniz iyi sunuyor olmanız aslında bir hikâyenizi en iyi şekilde anlatmanızdan başka bir şey değildir. Ya da benim gündelik yaşamıma ilişkin bir durumu iyi anlatıyor olmam, aslında onu iyi hikâye ediyor olmamdan başka bir şey değildir. Bu nedenle hikâye bize verilmiş bir nimettir. Bizim ilk hikâyemiz de Âdem babamızla ile Havva validemizin cennetten çıkarılmalarından sonra onların cennete duydukları özleme dair söyledikleri şeylerle beslenerek bugünlere gelmiştir. “İle” edatına dikkat ediniz, ilenin oluşu ve olduğu her durum hikâyenin ta kendisidir çünkü bu ikilik demektir ve hikâye ikili durumun adıdır. Romana karşı öyküyü, hikâyeyi her zaman bu bakımdan öncelerim. Çünkü tahkiye etmek, hem masal olarak hem mesnevi, hem mesel, hem fabl olarak, isimleri değişik de olsa neticede hikâyenin içinde toplanan, bir tür onun hurcunda yer alan anlatın tarzları olarak bugüne kadar gelmiştir. Ve bunun devam etmesi de ancak tekrarlanmasıyla mümkündür. O manada öykünün bir toparlayıcılığı söz konusu. Öykü, tahkiyenin kendisini temsil eden, öz itibariyle de onu hala besleyecek ve geliştirecek damara sahip olandır.

Bugün yazılan öyküler açısından durumun nasıl bir tabloya kavuşup kavuşmadığını soracak olursanız şunu söyleyebilirim: Öyküde öz her zaman biçimi belirler. Bu bir kuraldır. Ancak ne yazık ki özün biçimi nasıl etkileyeceğine dair tecrübe yazarak elde edilebilir. Bunu birdenbire kazanmış olamazsınız. Eğer bunu sadece içsel bir zorunlulukla değil de bilgisel bir gereklilikle ortaya koyuyorsanız teknik her zaman sizin bir şeytanınız olarak öne çıkacak, her zaman özü perdeleyecektir. Ben, bu manada özün öykücülüğümüzde giderek zayıfladığını, tekniğin biraz fazla öne çıktığını zannediyorum. Ancak bu yine de öykünün kendini toparlamasına engel bir durum değil. Çünkü neticede bir metin, samimiyetle yazılmış olması yetmeyen, samimiyetini de aşikâr eden bir metindir. Öykünün özü de böyledir. Giderek daha çok bizim kendimize ait kültürün içinde durarak bu türlerde yazacak olanların, işin kaynağını görmekte çok fazla gecikmeyeceklerini ve önümüzdeki 20- 30 yılda hikâyenin bizde başat bir tür olarak kendi varlığını kendi asli özüyle daha çok hissettireceğini düşünüyorum.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Sait Faik… Bunlar geçmişin önemli hikâyecileri. Mustafa Kutlu, günümüz hikâyeciliğinde artık tartışılması imkânsız bir yazar. Bugün baktığınızda gelecekte iyi hikâyeci olacak dediğiniz kimler var?
Ben zar atmam, çünkü zar kullanmam. Fakat bu demin sözünü ettiğimiz merkez ve taşra dergileri dediğimiz dergilerin her birinde bu işi iyi yapmaya niyetli, kararlı, azimli birçok isim görüyorum. Zaten onlar olmasa böyle bir edebi hareketin varlığı söz konusu olmaz. Bu edebi hareketlilik varsa bu hareketi doğuran iyi isimler ve kendilerini geleceğe taşıyacak olan iyi isimler de var demektir. Mesela ilk öykü kitabı yayınlanan Aykut Ertuğrul’un, Mukadder Gemici’nin, H. Hümeyra Şahin’in, Hasibe Çerko’nun iyi öykücü olacaklarını düşünmüyorum bilakis onların daha ilk kitaplarıyla iyi öykücü olduklarına inanıyorum.

ABDURRAHİM KARAKOÇ MÜSLÜMANCA ESTETİK GAYRETİ OLAN BİR ŞAİRDİ

Geçtiğimiz günlerde –Allah rahmet eylesin- Abdurrahim Karakoç vefat etti. Halk edebiyatının belki en güzel örneklerini bıraktı. Abdurrahim Karakoç’un bizim edebiyatımızdaki yeri nedir?
 
İlle halk edebiyatı diye bir ayrımdan söz edecek olursak haklısınız. Abdurrahim Karakoç’un -Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun- bizim çocukluğumuzda mitinglerde söylediğimiz “Hak Yol İslam Yazacağız” marşının sözlerini yazan insandır. Müteşerri bir insandır, öyle biliriz. İlahi tarzında da şiirleri vardır. Maraşlı’dır, Yörük kültürünün içindedir. Bu nedenle türkü tarzında, hece vezninin içinde duran bir şairdir. Edebiyat tarihinde Abdurrahim Karakoç’un nereye oturup oturmayacağını bilemem. Ama bildiğim bir şey var. Bu insanı nasıl bilirdiniz diye sorulduğunda bizim söyleyeceğimiz şey; “Abdurrahim Karakoç’u Müslüman bilirdik ve estetik gayreti, Müslümanca estetik gayreti yoğun bir adam olarak bilirdik” demektir. Bir insanın da ahir ömründe ya da vefatında işitebileceği veya arkasından söylenebilecek en güzel sözün bu olduğunu zannediyorum.

İYİ YAZAR, TAŞAN BİR BİLGİYLE YAZAR

Son olarak sitemizin Genç Yazarlar isimli bölümünden bahsetmek istiyorum. Bu bölümümüzde henüz yazarlığa yeni başlamış isimler yazıyor. Bazen iyi, bazen de vasat yazılar geliyor. Yazar olmanın bir kuralı, bir yolu var mıdır? Yoksa insan işin içine girdikten sonra biraz terleyerek, kendi çabasıyla mı bu işi öğrenir. Bu anlamda genç yazarlarımıza nasıl bir tavsiyede bulunursunuz? 
Valla okur olmak için okumak gerekiyor yani okudukça okur olursunuz. Okur olduktan sonra yazmaya başlarsınız ve yazdıkça yazar olursunuz. Yazmadan yazar olmak mümkün değil. Ama okumadan yazar olmak hiç mümkün değil. Orada zorlanılan şey, öncelikle okurluk unvanını elde etmektir. Onun için Cemil Meriç kitaplardan bir fayda umuyorsan onlara ömrümüzü harcamamız gerektiğini söyler. Yani bu başka türlü mümkün olmaz. Bir bedel ödemeniz gerekir, o da kendi hayatınızdır. Bu bağlamda genç yazarların, özellikle belli alanlarda daha iyi konuşma, söz söyleme hakkına sahip olmak için o alanlarla ilgili çok ciddi okumalar yapmaları gerektiğine inanıyorum. Yazmak işin son kısmıdır, çok da önemli bir şey değildir üstelik. Önemli olan bilgidir. Zaten iyi bir yazar, taşan bir bilgiyle yazar. Son olarak tekrarlamam gerekirse, yaza yaza yazar olunur. Yazmaktan başka bunun bir yolu yok.
 
ÖMER LEKESİZ’LE YAPTIĞIMIZ RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!..

on5yirmi5.com