Mustafa Kutlu’dan bir İstanbul manzarası

Edebiyat
İster bütün gün tezgahta, bankada, okulda, berberde, maliyede, belediyede çalışın; isterseniz tenha bir daireniz olsun bilmece çözerek vakit geçirin hepimiz bir gemideyiz. Aynı havayı soluyoruz. Çamlı...
EMOJİLE

İster bütün gün tezgahta, bankada, okulda, berberde, maliyede, belediyede çalışın; isterseniz tenha bir daireniz olsun bilmece çözerek vakit geçirin hepimiz bir gemideyiz.

Aynı havayı soluyoruz.

Çamlıca tepesinden bakın İstanbul’un üzeri gri-kahverengi bir bulutla kaplıdır. Fabrikalardan, kimbilir kaç milyon aracın egzost borusundan çıkan zehirli dumandan oluşan, geniz yakan bir bulut.

Bu bulut insanın olanca enerjisini emiyor. Gözlerinde fer, dizinde derman bırakmıyor.

İşten çıkıyorsunuz, bir yağmur, bir yağmur. Koşuşturan bir kalabalık, tıkanmış bir trafik, bir gürültü, bir hengame. Ona buna çarpmamaya çalışarak, o gerginlik içinde bir an önce eve varmaya, kendini bir sedire, bir koltuğa atıp dinlenmeye ihtiyacınız var. Gözünüz bir şey görmüyor artık.

Bineceğiniz otobüsün önünde bir kuyruk, bir kalabalık. Bu da moral bozucu bir manzara. Neyse ki otobüs fazla gecikmeden geliyor, ama kuyruğun gerisinde kaldığınız için hınca hınç dolmuş araca belki de en son giriyorsunuz.

Artık o tıkanmış trafiktesiniz.

Kan şekeri, titreyen kaslar, tansiyon.

Bir de yıkanmamış insan kokusu. Ve buna karışan başka kokularla zenginleşmiş ağır otobüs kokusu.

Böyle bir otobüsten indim.

Üst geçitten geçip evime giden sokağa sapacağım. Neyse ki şemsiyem var ve pek ıslanmadım. Bir gayret geçidin merdivenlerini tırmanıyorum. Hep önüme bakıyorum. Bir ayakkabı cilası kutusu. Kutu bir yanda, kapak öte yanda. Sonra ayakkabı boyamakta kullanılan bir küçük sünger parçası. Ardından kırılmış cam şişeler, akmış boyalar. Ayakkabı boya kutuları. Yağmuru gören boya koyvermiş kendini, merdivenlerden aşağı simsiyah bir su akıyor. Ayakkabı boyası suda erimez ya, herşeyin sahtesi çıktı.

Sonunda kırılmış, dağılmış küçük bir ayakkabı boya kutusu. Geçidin merdivenlerine yaslanmış bir kırmızı naylon tabure.

No’lmuş burda böyle?

Kafamı kaldırdığımda merdiven korkuluklarına sarılmış sekiz-on yaşlarındaki oğlanı görüyorum. Üstünde eski bir gömlek, altında yırtık bir kot. Ağlıyor mu acaba, yağmurdan anlaşılmıyor.

Çocuğa eğiliyorum:

– No’ldu yavrum sana böyle? Kim yaptı bunu?

Ses yok.

Israrla soruyorum. Islak iri elâ gözlerini açarak yüzüme bakıyor, sonra kısık bir sesle:

– Tinerciler abi, sandığımı kırdılar, paramı aldılar.

– Vah yavrum vah. Peki ne yapacaksın şimdi? Nerede oturuyorsun?

– Mecidiyeköy’ün altındaki derede.

Cüzdanı çıkarıp bakıyorum. En büyük para yirmi lira. İki yirmilikten birini çıkarıp oğlana veriyorum. Alıyor.

Ne gelen bakıyor bize, ne giden. Herkes bir an evvel sıcak yuvasına varmak için koşuşturuyor.

Bu yağmurda bu çocuk.

Ama gariptir, parayı alan çocuk birden canlanıyor. ‘Allah razı olsun abi’ deyip elimi öpmeye çabalıyor.

– Bak, şu duraktan Mecidiyeköy otobüsleri geçiyor. Onlardan birine bin, hadi, diyorum.

Kalkıyor, ne sandığa ne boyalara bakmadan iniyor merdivenleri.

Bir süre ardından bakıyorum. Durağa doğru gidiyor. Ben de üst geçidin üstünden, içimde bir düğüm yürüyorum.

Öteki uçta bulunan merdivenleri ağır ağır iniyorum. Kim bu çocuk? Evi, ailesi. Nasıl bir ülke burası. Herkesin mutlu, herşeyin tıkır tıkır işlediği bir yer. Merdivenleri indiğimde şeytan dürtüyor. Durağa bakıyorum. Çocuk yok. Demek bir otobüs geldi, ona atlayıp gitti.

Hayır öyle değil.

Gözlerim kamera gibi üst geçidin öteki yakasını tarıyor. Çocuk orada. A, a! Gitmemiş. Ben ‘Neden acaba?’ diyecekken geçidin altından bir adam çıkıyor, oğlana yaklaşıyor. Oğlan o daha yanına varmadan cebindeki parayı çıkarıp uzatıyor.

Buyur burdan yak!

Kim bu adam? Kim bu çocuk? O kırılan boya kutusu, şişeler, sünger hepsi mizansen mi?

Öyle olmalı.

Adam çocuğun elinden tutuyor, üst geçidin öte yanından ileriye doğru kalabalığa karışarak kayboluyorlar.

Alt-üst oldum, karmakarışık oldum. Nasıl bir dünya bu? Ben ne yaptım?

Yürüyorum. Her şeyi, her fotoğrafı, tüm görüp duyduklarımı bir yana atıyorum. Geride yüzüme bakan iri elâ bir çift göz kalıyor.

Oh! İşte bu. Bir çocuğun gözleri.
Yeni Şafak