Edebiyat/ideoloji arasında nasıl bir ilişki var?

Edebiyat
Edebiyat ve ideoloji arasındaki ilişki, her zaman en ateşli tartışma konuları arasında yer almıştır. Kün Edebiyat dergisi, Kasım/Aralık sayısında “Edebiyat ve İdeoloji” dosyasına yer verer...
EMOJİLE

Edebiyat ve ideoloji arasındaki ilişki, her zaman en ateşli tartışma konuları arasında yer almıştır. Kün Edebiyat dergisi, Kasım/Aralık sayısında “Edebiyat ve İdeoloji” dosyasına yer vererek, üçüncü sayısında da ne derece nitelikli ve dolu dolu bir dergi olduğunu gösterdi. Bu dosyaya “İdeoloji ve Edebiyat” başlıklı yazısıyla katkı veren Mehmet Işık, her zaman tartışma konusu olan edebiyat ve ideoloji arasındaki ilişkiyi kapsamlı bir şekilde irdeliyor.

İDEOLOJİ ve EDEBİYAT / Mehmet IŞIK

“En elle-même, toute idée est neutre, ou devrait l’être” diye başlıyor Çürümenin Kitabı’na Emil M. Cioran; “Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür: Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur… İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.”

Yansız olan/olması gereken “fikr”e insan görüş libası giydirmek istediğinde bir tanım benimser ve bu, “fikr”i kimi zaman dışlayarak, kimi zaman yavanlaştırarak içini boşaltır, onu bir kadavra haline getirir. İçgüdüsel olarak tapmaya eğilimli olduğumuz için ideal bir görüşü kutsamanın paniği içindeyizdir. İşte ayrım buradan doğar. Aynı zamanda katliamlar, darağaçları, zindanlar, “biz ve diğerleri”, dayanışma, militan ruhlar ve toplum kurtarıcılarının da zuhur ettiği nokta burasıdır. Bunun elinden kurtulmanın en güçlü kalkanı olarak “ilgisizlik melekesi”ni tarif eder Cioran; öyle ki “Diogenes’in elinde lambasıyla aradığı, “ilgisiz” biriydi…”

Zekâ ve tapınma içgüdüsü işbirliği yaptığı takdirde, oklarıyla “ilgisizlik” kalkanını kalbura çevirir, “yansız olan fikr”in üzerine eğilir, ona ışık tutmaya, onu parlatmayı ve göz alıcı bir cazibeye büründürmeyi misyon edinir. Artık “ilgisiz” kalmak mümkün değildir. Ve bu ameliye harcıâlem bir kaygı edinip bir sistem haline getirildiğinde karşımıza ideolojiler çıkar.

Estetik tat alışın mecra bulup yöneldiği taraf “görüş” olduğunda ise ideoloji ile sanatın ilişkisi de başlar. Sartre, L’imaginaire’de “çıplak gerçek hiçbir zaman güzel değildir” der, “güzellik sadece imgesel olana uygulanabilen bir değerdir ve güzelliğin temel yapısı, dünyanın hiçlenmesini (néantisation) gerektirir”. Bununla beraber sanat eseri, varolmak için bir muhatap aradığından, içinde bir isteyiş ve çağrı barındırır. Sartre, sanatın amacına dair yaptığı tanımlamada “dünyayı nasılsa öyle görünmesini sağlayarak yeniden ortaya koymak ama onu kökü insan özgürlüğünde bulunan bir şey gibi göstermektir” der. Sartre’ın cümleyi “göstermek” fiiliyle bitirmesi sanatçının da icraatında bir misyon yüklü olduğunu dile getirmektedir. Sanatçı açısından dünyayı tasvir etmek onu bir değiştirilebilirlik açısından açıklamak demektir. Çünkü Existentialist bir mantıkla, verilmiş nesnel ve ideal bir öz ve ya tabiat yoktur. Olması gerekeni, “değer”i bir örneği dahi olmaksızın seçimler yapar. Sanatçı açısından ise sanat eserine dair seçimler yapar bunu. Ve bu, kavramları tanımlamak kaygısıyla değil ideali fark etmekle belirir. Eksikliğini duyduğu bütünlüğe doğru yönelen bir tasarı… Bunun temelinde insanın, özellikle de sanatçının yaşanılan dünyanın anlamsız olduğuna dair yönelttiği başkaldırı yatmaktadır. Yaşanılan dünyanın ve bir noktada “gerçek”in eksikliğini kabul edip yoksun tarafına engin bir ruhun anormalliğine yakışır yabancı bir ek ilave etmeye kalkışır. Bu ek, aydınlanmaya da kapı açsa, kaosa bir halka daha da eklese düşüncenin ve sanatın gayri şahsi kaderi bir girdapta ve ya düzende yola devam eder. İdeal evreni oluşturma imkânsızlığının kokusuna tarihsel anlamda bir çıkış noktası tarif edilmese de bu koku hala burnumuzda ve hala tazedir. Çünkü “yokluğun bağrındaki skandalın meyvesi”ne paralel olarak düşünceye de bir tarih çizilememektedir. İnsanlık tarihinden daha da ötelere dayandırılmaktadır. Yuhanna İncili’nin, “önce kelam vardı” ve daha sonra “kelam Tanrı idi” demesi kutsal metinlerin de tarihin hiçbir döneminde sözün ve dolayısıyla düşüncenin yokluğundan bahsedilemeyeceğini savunduğunu gösterir. Saint Paul, “Logos içinde yaparız, hareket ederiz, varız” der. Her sözün düşünceden ileri geldiğini kabul etmediğimiz gibi her düşüncenin de yalnızca söz ile ifade edilmediği izahtan varestedir. Düşünceden mahrum olan söz, ruhu çekilmiş ceset gibidir, öyle ki geviş getirmek, kokmakta gevşeklik gösteren cesedin ancak fevriliğidir. Düşüncenin yalnızca söz ile ifade edilmediğini söylemiştik, bu noktada başvurulan en önemli aygıt sanattır. Hakikati (gerçeği değil) açık bir şekilde ifade etmeyle beraber ima yoluyla ifade etmek sanata mahsustur. Sözle ziyadesiyle ilişkili sanat dalı olan edebiyatın ideoloji ile ilişkisine tekrar dönelim.

Terry Eagleton, “Estetiğin İdeolojisi”nde “edebiyat ile ideolojiden karşılıklı ilişki kurulabilecek iki ayrı fenomenmiş gibi bahsetmek bir anlamda baya gereksiz bir şeydir” der. Althusser sanat ve edebiyatı kültürel anlamda “devletin ideolojik aygıtları”ndan biri olarak saymıştır. Fransız İhtilali ile başlayıp Sanayi Devrimine uzanan çizgideki gelişmeler sırasında devletin sanata dair değişen bakışı sanatı ve edebiyatı bir “devletin ideolojik aygıtı” haline getirse de sanatın ve edebiyatın, bütün insanları çevreleyen dil, kültür ve anlama dair pratikler bütünü olarak bir “ideolojik aygıt” olmasının tarihi çok daha gerilere uzanmaktadır. Platon, devletin ideolojisini yeniden oluşturmak için güvenilir olmayabilecekleri gerekçesiyle şairleri kendi ideal devletinin dışında tutmak istemiştir. Aristoteles, tragedyanın insanda acıma ve korku duygularını harekete geçirerek ruhu birtakım tutkulardan arındırdığından bahseder. Altıncı yüzyılda Papa Gregorius Magnus, “harfler okuma yazma bilenler için neyse, resimler de okuma yazma bilmeyenler için aynı şeydir” diyerek resimler, ikonalar ve plastik sanatlar yardımıyla okuma yazma bilmeyen halka İncil’i anlatmayı gaye edinmiştir. Kilise ve katedrallerin sunaklarına asılan ve kanatlı panellerinde “sarı saçlı, mavi gözlü İsa”nın resmedildiği poliptiklerin görevi budur. Okumaktan mahrum olanların kitab-ı mukaddesleri…

Sanatın ve edebiyatın bir “öteki”nin alanına girmesi ideoloji ile ilişkisini başlatıyor. Edebi eser belli bir biçimde ifade ettiği özel bir muhatap kitlesini amaçlar ve onun haylini kapsar. İdeolojide de Althusser’in ifadesiyle, “insanların gerçek varoluş koşullarını hayali bir biçimde tasarladıklarını” görürüz. Böyle bir tasarım için edebi eserin rahatça kullanılmaya müsait olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu noktada, edebiyatın ideolojiye araç yapıldığı noktada, eser niteliksizleşme ve şahsiyetten yoksun bırakılma tehlikesiyle karşılaşır. Belirli bir görüşü empoze etmek gibi dar bir ideolojik bakış, yapıta (esere değil) didaktik olmanın dışında çoğu zaman başka herhangi bir sanatsal nitelik bırakmaz. Çünkü burada amaç ve koşul çatışmaktadır. Böylesi dar anlamda bir ideolojinin amacı salt değiştirmek iken araç olarak kullanmak istediği edebiyatın koşulu estetik ve özgür olmaktır. Edebiyatın rolü estetiğe dair bireyde özel bir heyecan uyandırmak yolundaki kadim görüşle beraber, Sartre’ın “Qu’est-ce que la Littérature?” (Edebiyat Nedir?) metninde söylediği gibi, “yazmak seçerek, göstererek belli bir biçimde etkin olmaktır”. Seçimler yapmak ve etkin olmak, özgürlüğün de edebiyatın koşulu olduğuna işaret etmektedir.

Mesele “sanat sanat içindir” ve “sanat toplum içindir” klişesinden öte bir anlamda. Edebiyatın toplumsal olanı işlemesiyle, ideolojik olana kayması arasında ince bir çizgi vardır. Tanpınar, “sanat eserinde sanat kaygısından başka endişe olmamalıdır” der, “ama bu, meselesiz olmak demek değildir. İnsan kendi meseleleridir. Ben herhangi bir devrenin açıkça müdafaasını yapan eserlerden hoşlanmam. İnsanı bütünü ile alan ve arasından meseleleri veren eseri tercih ederim”. Edebiyat Eagleton’ın ifadesiyle “diğer her şey gibi nesneleştirme yasasına tabi ise, bir çeşit fetişizmden sakınamaz demektir”. İşte bu taşeronlaşmadır ki edebiyatı, propagandacı ve bir zümrenin ortaklığına dair pragmatist bir tavra iter. Derinlikli eleştirel bakışı ve özgürlüğü, hakikati dava edinen sesi kilitlenir, duyguları okşayıp hakikati örtbas eden illüzyona, Adorno’nun dediği gibi “ucuz ve uyuşturucu bir eğlence”ye dönüşerek hakikat ve özgürlük adına hükümsüzleşir. Tıpkı Cumhuriyet tarihimizdeki resmi ideolojinin tarifini yaptığı edebiyat gibi: “eski rejimi mahkûm eden, milliyetçiliği, modernliği, cumhuriyeti, vatanseverliği savunan, toplum için ferdin kendisini feda etmesini vaaz eden” yapıtlar himaye edilecektir. Resmi ideolojiyi meşrulaştırma ameliyesi…

Toplumsallığın alanına girmesi bakımından edebiyatın ideolojiden arınması beklenemez. Keza böyle bir durum edebi eserin hakikat ilkesinin de büyüsünü bozar. Çünkü yanılsama ile de olsa sonuçları itibarı ile de olsa, kurtuluş öğretileri, doktrinler, ideolojiler “değer” üretir. Bir yıkımlar ve kıyımlar çağı olan yirminci yüzyıldaki “izm”lerin korkunç savaşları geriye ağıtlar, şiirler, besteler, trajediler bıraktı. İspanyol askerlerine “bunu ben değil siz yaptınız” diyen Picasso’nun “Guernica”sı, Soljenitsin’nin “Gulag Takımadaları”, Adorno deyince beraberinde zihnimizde beliren “Aushwitz”…

Çünkü edebiyat ve sanat aynı zamanda karşıt ideoloji ile çatışma ve hesaplaşma zeminidir. Bu yönüyle tarihi ve toplumsal süreçleri incelemenin de önemli bir kaynağını teşkil etmektedir. Hatta bir takım eserler bazı tarihsel şartların dışında anlaşılmaz.

Okurun ideolojisi ve önyargıları
Edebi eserin muhatabı, eser üretilirken yazarın ortaya koyduğu imgesel faaliyeti ve onunla kendisi arasında tayin ettiği mesafeyi farkediş ile tat alır. Bu farkediş okurun heyecan ve amaçlarının rengi ile belirir. Aynı zamanda heyecan ve amaçlar yadsınmayı da gündeme getirir. Çünkü yazar bir yana, okurun takındığı tavra bağlı olarak misyon, ideoloji edebi eserdeki ezgiyi soluksuz bırakır. Oysa edebi eserde anlamı bir’e indirgeyen okuma yaklaşımına yüz verildiği takdirde eserin cömert yanı hükümsüzleşir, ufuklar açmasına köstek olur. Türkiye’de de hala okurun esere yaklaşımını eserin kendisi değil yazarının sahip olduğu ideoloji belirlemekte. Burada dikkat edilecek husus eserin anlattığı bir yana yazarın eserdeki niyetine (intentio auctoris) dahi itibar edilmeksizin yalnızca yazarın malum ideolojik görüşü ile eserin yargılanmasıdır. Bu tavır eseri, eserin niyetine başvurmaksızın yazarın, kişisel yazgısının kendisine özgü değeri olan ideolojik hayat görüşü –insan bütününün bir görünüşü olarak kabul eder. Bu sebeple eserin merkezine her şeyden önce yazarın dünyaya dair maksadı ve ya bir döneme dair taşıdığı malum misyonu tekrar bulmak önyargısı başat bir görünüm kazanır. Böyle bir yaklaşım esere salt bir bildiri ve propaganda metni işlevi yüklemektir. Oysa yazar her eserine zorunlu bir şekilde ideolojisini yayma misyonu ile yaklaşmamaktadır. Okurun ise her esere böyle bir önyargı ile yaklaşması sorunlu bir okuma yaklaşımıdır. Bununla beraber Hermanötik bir okuma yaklaşımı önyargıyı tümüyle reddetmez, eseri yorumlamada önyargıların işlevleri olduğunu onaylar fakat bir şartla: önyargıları eserle sınamak şartıyla! Sonuçta hangi durumla karşılaşılırsa karşılaşılsın artık önyargılar bir referans olmaktan çıkmıştır. Eser önyargıları doğruladığı takdirde artık önyargılar değil eserin içeriği yaklaşım tarzını belirlemektedir. Yine önyargıları doğrulamayan eserler gibi.

Kün Edebiyat, Kasım Aralık 2012