Cumhurbaşkanlığı Ödülünü Alacak mı?

Edebiyat
İbrahim Altay’ın yazısı Ödülleri önemsememesiyle bilinen Karakoç’un, bu ödülü reddetmese bile, 2006’da Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nde yaptığı gibi, törene katılmayacağı ve pa...
EMOJİLE

İbrahim Altay’ın yazısı

Ödülleri önemsememesiyle bilinen Karakoç’un, bu ödülü reddetmese bile, 2006’da Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nde yaptığı gibi, törene katılmayacağı ve para ödülünü almayacağı söyleniyor. Şair, yazar ve eylem adamı olarak bir Sezai Karakoç portresi…

Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine şiiri, Karakoç’un felsefesini paylaşmayanlar tarafından bile çağdaş Türk edebiyatının şaheserlerinden biri kabul edilir. Yanlış bir algıyla naat zannedilen bu aşk şiirinin bir mısrası şöyledir: ‘Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.’ Bu mısra belki de şairin hayatının veciz bir özetidir. Ona efsanevi Mona Roza şiirini yazdıran kadına kavuşamamıştır. Maliye müfettişi olarak başladığı memuriyet hayatında tutunamamıştır. Sınırlı imkanlarıyla çıkardığı gazete ve dergiler sürekli olmamış, arzuladığı etkiyi uyandırmamıştır. Bin bir titizlikle kurduğu çarpıcı düşünce sistemi, en yakınındaki insanlar tarafından bile tam olarak anlaşılamamıştır. Şairliğinden bile romantik olan siyasi parti liderliği başarıya ulaşmamıştır. Hayatı ekonomik zorluklarla boğuşarak geçmiş, yıllar geçtikçe yalnızlaşmıştır. 1933 yılının mayıs ayında, Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde bir çocuk dünyaya geldi. Karakoçların oğlu Sezai. Annesi, nüfus memuru Ahmed Efendi’nin kızı Emine Hanım. Babası, Kafkas Cephesi’nde savaşmış, iki yıl esarette kalmış Yasin Efendi. Efendi diye anılmasının nedeni devlet memuru olması. O zamanlar Ergani, ‘gül kokan bir Anadolu kenti’ydi. Sezai Karakoç, önce babasının tayinleri, sonra da eğitim ve vazife için mütemadiyen ‘Batı’ya seyahat etmişse de, sonradan dönüp geldiği yer Doğu olmuştur. Belki de bu güzel gül kokusudur onu ‘Doğu’nun yedinci oğlu’ yapan şey. Henüz sadece 11 yaşındayken parasız yatılı sınavına girmek için gittiği Diyarbakır hakkında şöyle der: "Diyarbakır sanki ruhumun şehriydi." Sınavı kazanır ve ortaokulu Maraş’ta okur. "Maraş çocuk yüreğimin alev aldığı yerdir." Öğretmenlerinin "Bu çocuğa dikkat edin, ilerde büyük adam olacak," diye parmakla gösterdikleri Sezai, Maraş’ta lise olmadığı için Gaziantep’e gider. Denilebilir ki bu yıllar şairin edebi ve felsefi kişiliğinin esaslarının oluşmaya başladığı yıllardır. Daha orta ikinci sınıftayken ‘erken bir uyanış’ yaşamaya, "adeta Mesnevi’yi anlamaya’ başlamıştır. Lise yıllarından itibaren sıkı bir Necip Fazıl ve Büyük Doğu takipçisi olur. Hatta liseyi bitirir bitirmez İstanbul’a gider. (1950). Güya üniversite sınavlarına girecektir ama gerçek amacı hiç şüphe yok ki ‘üstad’ını görmektir. O zamanlar şimdiki gibi merkezi bir sınav sistemi olmadığı için fakültelere tek tek müracaat edilmekteydi. Sezai, birkaç fakülte birden kazanır ama Mülkiye’yi tercih eder. Bu tercih onu iki yola birden sokacaktır. Birincisi: Her fırsatta kaçıp geri döndüğü ‘zoraki bürokrat’lık görevi. (1965’te zorunlu hizmetini tamamlayıp istifa ettiği memuriyet görevine 1971’de mali sıkıntılar nedeniyle döndüyse de, ancak 1974’e kadar dayanabilmiştir.) İkincisi, temellerinin Mülkiye kantininde atıldığı bir yeni şiir yolu, İkinci Yeni; sadece yolu değil, dostluğu.

MONA ROZA ŞAİRİ
Karakoç parlak bir öğrencidir. Takdirini kazandığı Prof. Dr. Sadun Aren ondan övgüyle söz eder. İkinci Yeni’nin çekirdeğini oluşturan şairler birbirleriyle Mülkiye’de tanışır. Söz gelimi ‘gizli gizli şiir yazan’ Cemal Süreya, ikinci sınıftan itibaren Karakoç’un sıra arkadaşıdır. Aynı yıl Sezai Karakoç’u yaşayan bir efsane haline getiren olaylar gerçekleşir. Karakoç, Mona Roza isimli bir şiire başlar. Bu şiirin ilk bölümü olan Aşk ve Çileler’i bir okul pikniğinde okur. Herkesi büyüleyen şiirin kopyaları elden ele, mısraları dudaktan dudağa dolaşmaya başlar. Şiir gerçekten çarpıcıdır ve akrostişle yazılmıştır. Kıtaların ilk harfleri birleştirildiğinde Muazzez Akkaya isimli bir hanımın adı çıkar ortaya. Şiirin ilk bölümü önce Hisar dergisinde yayımlanır, sonra bütün bölümleri Mülkiye dergisinde. Ne olursa ondan sonra olur. Şair şiiriyle arasına mesafe koyar. Ona "En güzel türküyü bir kurşun söyler," mısrasını yazdıran şiirde anlattığı hikayenin dramatikliğinden midir, yoksa bir şiirle anılmak istememesinden mi; bilinçli bir şekilde unutturmaya çalışır Mona Roza’yı. Aradan neredeyse 50 yıl geçip de Mona Roza 1998’de ilk kez kitap olarak basıldığında, şiiri sevenleri acı bir sürpriz beklemektedir. Akrostiş bozulmuş, şiirin bazı bölümleri değiştirilmiştir.

DİRİLİŞ DÜŞÜNÜRÜ
Sezai Karakoç sembolizminin en önemli kavramı ‘diriliş’tir. Karakoç kavramı yeniden yorumlarken, İslam’daki ‘ölümden sonra dirilme’ inancından esinlenmiş, ama buna sosyolojik ve tarihi bir boyut kazandırmıştır. İşe, kültür ve medeniyet kavramlarını yeniden tanımlayarak başlar. Öncelikle kültürün yerelliği, medeniyetin evrenselliği ifade ettiğini savunan yaygın görüşe karşı çıkar. Kültürün bilgi demek olduğunu, buna ek olarak dünyada Gökalp ve diğerlerinin ifade ettiği gibi, tek bir medeniyetin olmadığını öne sürer. Birçok farklı medeniyet vardır ve İslam medeniyeti her ne kadar zayıf durumda görünse de kendine özgü bir varlığa sahiptir. O zaman için çok yeni sayılabilecek bu düşüncenin artık dünya çapında kabul gördüğünü gözden kaçırmayalım. Artık ‘medeniyetin tekliği’ anlayışını savunan kalmadı; çatışma ya da uzlaşma kavramları çerçevesinde medeniyetler arası ilişkiler tartışılıyor. Karakoç, Diriliş dergisini kurmuş ve düşüncelerini açıklamaya başlamıştır. Buna göre: Beden ölebilir ama ruh ölmez. İslam medeniyeti bedenen zayıf durumdadır ama ruhen ölmemiştir. Bu ruhu yeniden tanımlayıp ve işleyip yepyeni bir bedende canlandırmak mümkündür. O günler için çok romantik bulunan bu idealin bugün ekonomiden dış politikaya pek çok alanda temel görüş haline gelmeye başladığı söylenebilir. Karakoç’un medeniyet görüşünde ekonomipolitik ikincil bir yer tutar. Onun için önemli olan kültürdür. Dünyayı ne kapitalizm ne de komünizm kurtaracaktır. Materyalizme de pragmatizme de karşıdır. Kültür geliştirilmelidir; gelişmiş bir kültür zaten gelişmiş ve kendine has bir ekonomik sistemi ortaya çıkaracaktır. Medeniyet hakkındaki görüşleri nedeniyle Karakoç, Batı karşıtı olarak tanınmıştır. Doğrusu onun karşı olduğu şey başta kültür emperyalizmi olmak üzere bütün emperyalizmlerdir. Batı’yı ne dev aynasında görmüş ne de görmezden gelmiştir. Onu kendi şartları içerisinde ele alıp anlamaya çalışmış, Batılı sanatçılarla İslam arasındaki ilişkiyi irdeleyen makaleler yazmıştır.

DİLDE VE DÜŞÜNCEDE YENİLİK
Karakoç’un önemli özelliklerinden biri yenilikçiliktir. "Ey yeşil sarıklı ulu hocalar/Bunu bana öğretmediniz," demiş ve tekrar edilegelen öğretilerin çağın problemleriyle İslam’ın değerlerini yüzleştirmeyi başaramadığını ima etmiştir. Kendi ifadesiyle "İslam’ı hep alışılmış şekilde ele alışın dışına çıkmış, yeni bir düşünce yolu ve tarzı işlemiştir". Klasik muhafazakarlıktan ayrılan bu yeni anlayışın takdir edilebilmesi için zaman geçmesi gerekecektir. İkinci olarak Karakoç, kendine mahsus yeni bir şiir dili kurmuştur. Metafor ve imgelerden yararlanılan, arketiplerin kullanıldığı, soyutlamaların yapıldığı yeni bir dildir bu. Üstelik bu yeni dile yeni bir biçim de eşlik etmektedir. Karakoç için öz, biçime feda edilmemesi gereken bir şeydir ve özün kendi biçimini oluşturmasına izin verilmelidir. Bu yeni şiirde müzik, aruzla ya da uyakla kurulmaz; sesle kurulur. Çağıltıyla akan düzensiz ama coşkun bir nehir gibidir o. Bu nehrin damlaları olan kelimeler de yepyeni kelimelerdir; medeniyet yerine uygarlık, gökkuşağı yerine eleğimsağma, şekil yerine biçim, şehir yerine kent demekten kaçınmaz Karakoç. Şair yaşamaya, yazmaya ve kendini yenilemeye devam ediyor. Bu çaba aklımıza Mülkiye mezuniyet töreninde ‘gerici’ diye yuhlandıktan sonra yazdığı "Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız," şiirini getiriyor.

ÖZGÜN BİR ÜSLUP
Sezai Karakoç hem İkinci Yeni şairleri arasında yer alan hem de muhafazakar akımın önemli temsilcilerinden biri sayılan özgün bir portredir. Karakoç’a göre Yahya Kemal, ‘batmış bir medeniyetin hüznü’dür. Mehmet Akif, aynı medeniyetin ‘diriliş umudu’. Necip Fazıl, Karakoç’un üstadıdır, hatta onun yanıdan geçirdiği bir yazdan sonra üniversite dördüncü sınıfı yeniden okumak zorunda kalmıştır, ama her şeye rağmen onu Necip Fazıl’ın bir takipçisi gibi görmek doğru olmaz. Karakoç, Necip Fazıl’ın ‘metafizik’ konusundaki hassasiyetini paylaşır ama kendine has bir deneme ve şiir üslubu kurmuştur.

Sabah