UMRAN DERGİSİ’nin Şubat sayısı çıktı!

Kitap
Modernliğin herkes için açık bir kader olduğu anlayışına şüphe ile yaklaşmak artık çoğu çevrenin gündeminde değil. Modernliğin tarihsel bir dönemlendirme ve bir geçicilik olarak düşünüldüğü bir hissiy...
EMOJİLE

Modernliğin herkes için açık bir kader olduğu anlayışına şüphe ile yaklaşmak artık çoğu çevrenin gündeminde değil. Modernliğin tarihsel bir dönemlendirme ve bir geçicilik olarak düşünüldüğü bir hissiyat da var fakat aynı zamanda insanların içinde yaşadığı -yaşaması gerektiği- belirli tarzlar olduğu da düşünülüyor. Oysa modernliğin, insanların zorunlu olarak bir devlette ya da sözüm ona liberal, seküler devletlerde istedikleri ve olması gerektiğini düşündükleri her şeyi öngördüğü söylenemez. İnsanların neyi boş lakırdı olarak gördüğünü ve neyi bilmek istediklerini araştırmaya daha fazla ihtiyacımız var. Sekülarizm, her zaman dini gelenekleri, hem yaygın bilgi ile ilgili saçma sapan iddialar hem de politik alana girmelerine izin verildiğinde tehlikeli sonuçlar doğuracak eğilimler olarak görme eğiliminde oldu.

Meselenin bir de muhafazakârlık boyutu var. Bilindiği gibi muhafazakârlık, dine karşı doğrudan tavır almayan, toplumun dini değerlerine ve hassasiyetine saygı gösteren bir laiklikten yana oldu. Bu da Fransız laikliği değil, Anglosakson sekülarizmiydi. Devletin din karşısında tarafsız olduğu, topluma belli bir dini görüşü dayatmayan bir sekülarizm tanımı öteden beri Türk muhafazakârlığının benimsediği bir düşüncedir. Dolayısıyla hem milliyetçilik hem de laiklik, Türk muhafazakârlığının hiçbir zaman kategorik olarak reddetmediği; yalnızca kendisi açısından tanımladığı düşünceler olmuştur. Zaten Türkiye’de sekülarizmin yaygınlaşmasının bir diğer nedeni de İslâmcılığın yaşadığı entelektüel krizdir. İslâmcılık, muhafazakârlığın aksine laikliğe her zaman karşı olan bir siyasi düşüncedir. İslâm’ın insana dünyevi bir egemenlik alanı açan laikliği kabul etmemesi gibi, İslâmcılığın da laikliğe olumlu bakması mümkün değildir. O nedenle 70’li yıllarla birlikte gelişmeye başlayan siyasal İslâm’ın laiklikle her zaman sorunu olmuştur. Egemenliğin Allah’a ait olduğu bir toplumsal tasavvur içerisinde egemenliği bölen bir düşüncenin kabul edilmesi beklenemez. Bir de 1990’lardan itibaren yaygınlık kazanan postmodernlik konusu var. Bu süreçte din, dünyanın aynı zamanda en popüler kavramı haline geldi, haliyle gündelik hayat uzantıları dini farkında olmadan değiştirip dönüştürdü. Dinin, gündelik hayata uygun yeniden tanımlanması, onu erişilebilir bir konuma da oturttu.

Bununla beraber İslâmî geleneği liberal demokrasi ile uyumlu olacak tarzlarda yeniden düşünmeye çalışan insanlar oldu. Fakat İslâmî geleneğin bizleri pek çok liberal kategorinin daha fazla ilgilenmemiz icap ediyor. Son yıllarda sıklıkla yapıldığı gibi “Peki, tamam biz sizlere de benzeyebiliriz” demektense şu soruları sormak daha anlamlı olmalı: Liberal kategorilerin kendilerinin anlamı nedir ve tarihsel olarak neyi temsil ediyorlar? Örneğin bireycilik meselesi, batıdaki bireycilik, bunun batıdaki geleneğine dikkatlice bakan insanların gördüğü gibi her türden problemle yüklüdür.

Tartışmaların ekonomik veçhesi de yabana atılmamalı. Son günlerde camiamızdan pek çok yazar, kapitalizmin Türkiye’deki temsilcilerinden birinin ölümünün ardından adeta övgü yarışına girdiler. Şurası açıktır ki, Müslümanlar ticaret ile kapitalizmi, sosyalistler de zengin ile kapitalist arasındaki farkı görememekte. Zengin eğer kapitalist bir ekonomi hâkim değil ise servet olarak mütevazı denecek bir birikime sahiptir, son tahlilde piyasaya bağlıdır ve onun sermayesi de belli bir büyüklüğü aşmaz. Dahası geleneksel toplumlarda zengin genel de toplumdan ayrışık, onun ramına faaliyet gösteren biri değildir, çünkü her şeyden önce toplumsal maddi hayatın kendisinden ayrışmış ve özelleşerek başkalarına kapanmış bir ekonomiden söz etmek güçtür. Oysaki kapitalist, olağan bir zenginin çok ötesinde nakit ve nakit olmayan birikime dayanan bir sermayeyi kontrol eder. Bugünün Müslümanlarının şeytanın dini olan kapitalizm karşısında Kur’ân-ı Kerim’in bize sürekli hatırlattığı takvayı yani sakınma halini kuşanmak, bu düzenin iskambil kâğıtlarından bir ev gibi yıkılıp gitmesini mümkün kılar. Kapitalizm cimriliği, iman ise cömertliği esas alır. Tam da bu yüzden bugünün Müslümanlarının para denen şeytan pisliği karşısında çok daha dikkatli olmaya, takva ölçüsü ile bu pisliğin üzerlerine yapışmasını engellemeye ihtiyaçları var.

Hâsılı mutedil-şahit ümmetin oluşturulması, bugün için en acil görevdir. Ümmeti inşa etmek ve ümmeti korumak içi içe olan görevlerdir. Ümmet, başkalarını kurtarayım derken kendi içinde kırılmaya uğrayabilir. Kalp hastalıklarına yakalanabilir, varlık nedenini unutup dünyaya dalabilir, dünyevîleşebilir: “Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan birtakım ‘kötü kimseler’ geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)nın geçici-yararını alıyor ve: “Yakında bağışlanacağız” diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar…” (7/169)