‘Tam Benim Tipim’

Kitap
Bu yazı editörüme gidene kadar on kere font ve punto değişikliğine uğradı. Kafam öylesine karıştı ki… Bir yanda alışkanlıklarım diğer tarafta okunaklılık ve duygusallık. Tıpkı bir keresinde bir...
EMOJİLE

Bu yazı editörüme gidene kadar on kere font ve punto değişikliğine uğradı. Kafam öylesine karıştı ki… Bir yanda alışkanlıklarım diğer tarafta okunaklılık ve duygusallık. Tıpkı bir keresinde bir arkadaşım kendisine göndereceğim yazının Ariel olmasını istediğinde şaşırdığım gibi. Neden Ariel? Neden mesela Times New Roman değil de Ariel?

Simon Garfield’ın yazdığı, ‘Tam Benim Tipim’i okuduktan sonraysa yazımı gönderdiğim kişinin karakterim hakkında bir yorum yapabileceği endişesi sardı dört bir yanımı. Fazlasıyla klasik bir gazeteci alışkanlığı olarak Times New Roman bana her zaman “evimde olma” duygusu yaratmıştı. Belki de 1930’ların başında The Times gazetesi için tasarlanmış olmasının bir etkisi (ortak bilinç?). Oysa şu an sizin Prelo Slab Book fontunda okuduğunuz yazı Georgia ile yazıldı (sonunda karar verebildim alışkanlıklarımdan fazla uzaklaşmadan biraz daha yumuşak bir geçişle). Ve yine sizin göremediğiniz yerlerde mesela tablette ya da telefonda Comic Sans seçiyorum. Zira o da bana “hoş geldin” hissi yaşatıyor. Evet hiç komik değil zaten adı da komikliğinden gelmiyor.

Garfield’ın anlattığına göre aslında iç güdülerim doğru çalışıyor. Zira “sıkıcı” Times New Roman’ın neşeli metinler arasında sırıtan ciddi yüzlü fontun yerine bir alternatif arayan Vincent Connare’nin işi Comic Sans. 1994 yılında Microsoft’un font arayan şirin köpek imajının altındaki karakterler fazlasıyla ciddi kalınca arayışa girişen Connare İngilizce çevirisi Comic olan çizgi romanlarından esinlenmiş. Sonraları başı karşıtlarıyla epey ağrısa da yaptığı işten epey memnun olduğu kesin. Peki böyle bir şey gerekli miydi?

Cevabı aramak için en başa dönelim. Her şeyin başladığı o yıla yani 1440’a. Johannes Gutenberg ilk harflerini yaparken düşündüğü şey kuşkusuz ne kadar sevimli ya da ne kadar ciddi olacağı değildi (Garfield’a göre yalnızca para kazanmaktı). Textura ilk font olarak yaratılana dek dünya yalnızca el yazması kitapları okuyordu (her yenilik gibi ilk fontlar ardından ilk kısmen seri üretimler başladığında herkesin kitap okumasının iyi bir şey olup olmadığı da tartışılacaktı –ki bu başka bir yazı konusu). Bu duygusallığı hayatımıza getirense… Evet yine Steve Jobs. O 1984 yılında ilk Macintosh bilgisayarını ortaya çıkartıp daha önce kimsenin aklına gelmeyen birden çok sayıda font seçeneği yerleştirdikten sonra Helvetica ve Times New Roman’ın tek seçeneklerimiz olmadığını öğrendik. Onun sevdiği şehirlerden olan Chicago ve Toronto artık bilgisayarımızda birer seçenek haline gelecek ve biz de matbacıların teknik dilinin bir parçası olan “font” kelimesini günlük bir tanım olarak kullanmaya başlayacaktık.

Kitapta bahsedildiğine göre yer yüzünde 100 bin çeşitten fazla font bulunuyor. Durum böyle olunca onların seçimi duygusallığımıza (bana göre) ya da okunabilirliğine dayanıyor. 1935 yılında Electra yazı karakterini tasarlayan William Addison Dwiggins “Eğer harflerinizi sıcak yapmazsanız insanların sıcak fikirlerini sergilemelerinde işe yaramazlar…. O kadar kanlı canlı bir şey olsun ki görür görmez üstünüze atlasın” cümleleriyle fontların duygusallığını en iyi şekilde anlatıyor aslında. Ama adı üstünde bu işin duygusal kısmı zira hissettiklerinin yanında o fontun ne kadar okunabilir olduğu da önemli. 1970’lerde yapılan bir test insanların uzun ve belirgin çizgileri olan yazı karakterlerini basık stillilerden daha kolay okuduğunu ortaya koymuş. Harfler arasında ne kadar fark olursa o kadar temiz (ve hızlı) bir enformasyon sağlanıyor. Başka araştırmalarda da kalın ve kalın olmayan karakterler arasında okunma zorluğu arasında fark olmasa da kalın olanların tercih sebebi olduğu tespit edilmiş (döndük yine duygusallığa). Ama aynı zamanda harflerin birbiriyle orantısı, genişliklerdeki çeşitlilik, metin bloğundaki harflerin ağırlığı belli bir ortalamayı tutturmalı. Tüm bunların yanı sıra Simon Garfield bir de ipucu veriyor: “eşit yükseklikteymiş gibi görünen harfler öyle görünseler de aslında çok ince farklılıklara sahip olabilir.” Ama zaten asıl nokta da bunu fark etmemek. Zira kitapta geçen bir çok tasarımcı -ya da font mucidi diyelim- bir yandan harflerin çarpıcılığını anlatırken diğer taraftan da o kadar fark edilir olmamaları gerektiğinin altını çiziyor. 
 
Alışkanlıklar ve takıntılar

Sinemalardaki hatalara takıntılı olanları bilirsiniz. Yanlış zamana ait bir şapka kadar yanlış zamana ait bir font da hem yazı karakteri hem de sinemaseverlerin en sevdiği uğraşlardan biriymiş meğerse. Hatta Verdana gibi dünyanın en çok kullanılan fontlarından birinin (ve dahası 20’den fazlasının) yaratıcısı olan Mattehew Carter’ın en büyük zevklerinden biri seyrettiği filmlerdeki yanlış kullanılmış yazı karakterlerini bulmak. Örneğin 1950’lerde geçen Ed Wood filminde, bir stüdyonun tabelasında neden 1980’lere ait bir font olan Chicago’ya kafayı takabiliyordu. Ama Garfield’ın anlattığına göre o bunu rahatsız edici bulmaktan çok bir oyun haline getirip eğleniyordu. Bu arada ilgilisine Carter’ın kim olduğuna daha net açıklık getirecek bir not: New York Times, International Hearld Tribune, Time, Newsweek, Washington Post ve Guardian Carter fontlarının nimetlerinden yaralananlardan.
Bir de alışkanlıklar var. 2009 yılında Futura’dan Verdana’ya geçişiyle inanılmayacak tepkiler alan IKEA’nın yaşadıkları gibi. Evimizin her şeyi olmaya aday bir markanın, yeni bir mahalleye taşınması gibi histi bu değişiklik. Annesinin gagasındaki turuncu lekeyi görmezse ağzını yemek için açamayan martı yavruları gibi sanki Verdana’lı bir IKEA’dan alışveriş yapmayacaktık. Öyle olmadı tabii ki. Alışıldı alışılmasına ama bu marka ve yazı karakteri üzerindeki bağımlılıklarımıza dair bir testti sanırım.

Kitabı okuduktan sonra aynı New Yorklu Cyrus Highsmith gibi hissediyorsunuz. Birkaç yıl önce Helvetica’nın her yerde karşısına çıkmasından rahatsız olmuş ve bir günlük Helvetica rejimine girmiş Highsmith. Tişört etiketinden, yediği yoğurda, bindiği metroya kadar her şeyde karşısında olması o günü; Japon çayı, askeri tişört ve de otobüsle geçirmesini sağlamış. Tarifeye bakamamış, internette gezinememiş ve kumandanın üzerinde olduğundan dolayı televizyon izleyememiş. Bu sıra dışı bir örnek gibi gözükebilir ama uyarmakta bir sakınca görmüyorum ‘Tam Benim Tipim’i okuduktan sonra sakız kağıdına bile farklı bir şekilde bakacaksınız.

Kitaptan tüyolar

* Yazı karakterleri bilgi vermeli ama rahatsız etmemeli.
* Bir kitap kapağındaki bir font sadede sizi içeri çeker; istenen atmosferi yarattıktan sonra onun da tıpkı partinin ev sahibi gibi gözden kaybolması gerekir.
* Çok etli ve çıkıntılı fontların genellikle eril (colossalis) kaprisli daha ince ve kıvrımlı fontların da genellikle dişil olduğu düşünülür.
* Bir yazı karakteri seçerken sorabileceğiniz soru: Ona biçilen role uyuyor mu? Mesajı aktarabiliyor mu?  Dünyanın güzelliğine bir şey katıyor mu?
* Yazdığınız bir şey rahat okunmuyorsa yeni bir karakter deneyin diyor Garfield. Bu sefer farklı bir şekilde okunacaktır; daha akılcı, daha sevimli daha az şüpheli. Mesela Albertus gibi dışavurumcu.
* Koyu, kalın gotik yazıların ciddi, kasvetli ve kederli olduğunu, el yazısına benzeyen hafif, uçarı; süslemeli olanların da iyimser ve neşeli olduğunu söylemek çok kolay.

TAM BENİM TİPİM
Simon Garfield
Çeviren: Sabri Gürses
Domingo Yayınları
2012, 352 sayfa, 22TL

Radikal